16 Ocak 2011

BABASINA BAK, KIZINI BIRAK!

Nihayet şeytanın bacağını kırıp aylar süren umutsuz bir bekleyişten sonra Armutlu deniz fenerinde eğlenceli bir hafta sonu geçirdik. Duyduğunuz gibi, bir deniz fenerindeydik. Yedik, içtik, semirdik ve pek tabii bol bol güldük. Babamın evden kaçtığı günden beri evde kamp halinde olmasından faydalanıp ona vişneli yaprak sarma sardırdım. Fener camiasında da babamın bu domestic faaliyetleri takdir buldu ve konu yine nereden çıktıysa benim evlendirilmeme geldi. Teoriye göre beni istemeye geliyorlar ve babamı alıp gidiyorlar. Ee, pek de haksız sayılmazlar. Beni alırlarsa dolma sararlar, babamı alırlarsa dolma yerler. Aklı olan bırakıp arkasına bakmadan kaçsın derim ben. Met-Üst’ün Cumartesi günü gazetede çıkan karikatürü de hafta sonu-koca literatürünü tamamladı. Bakarken lime lime dağıldım. Kadının kâbus kocası yataktan kalkmıştır, kadın ise kafasını yastıkta hezeyan içinde bir o yana bir bu yana sallayarak “Koca moca yok! Hepsi kafanın içinde!” der.


Fener yolunda deniz otobüsünde (Mekke-Medine kıvamıydı, tek başı hava alan biz vardık medeniyet adına) hocamız bizi sözlü olarak Osmanlıca çalıştırdı. Konu ismi failler ve ismi mefuller. “Taleb edene ne denir?” “Talib”. “Edilene ne denir?” “Matlub?” Liste uzadı gitti: Resm eden rasim, edilen mersum; zulm eden zalim, edilen mazlum, katl eden katil, edilen maktul diye gidiyordu güzel güzel. Sonra hoca sordu “terk edene ne denir? Burçe’den el-cevap “Zalim”! Pek bir güldük haliyle. Hoca da ekledi “hayır, zalime” (Hep dişi olmaları açısından). Bana sorarsanız pek yaraşır bizim bu erkeklere terk edilmek. It really looks good on them, anacııım. Hepsi son zerresine kadar hak ediyor bence. (Onlardan gelecek hayır belediyeden gelsin).

Eveett… “Felsefeneri” eski bir Poseidon tapınağının üzerine kurulmuş. Doktor Levent ve dünya tatlısı eşi Deniz şimdi burada bir de felsefe okulu kurmuşlar. Bana soracak olursanız bu felsefe okulunda en çok “pratik” olarak takip ve takdir edilen Demokrites’in hedonist düşünceleri. Kestaneli sarma, vişneli sarma, tütsülü Boşnak eti (pastırması demeliyiz), humus, kaya koruğu turşusu, hindi boynu, Macar ellerinden gelme has be has Macar salamı ve daha neler neler’den (topik) sonra mide fesadı tabii. Vağarşak Bey’in Kurtuluş’un derinliklerinden aldığı, yolda “kediye ciğer teslim edilmez” diyerek beni yaklaştırmadığı topikler çatlayana dek yendi. Hatta o kadar yedik ki Vağarşak Bey’in sandalyesi çat diye fani dünyadan baki dünyada intikal ediverdi. (Ben o an gülmekten “gerçekten” altıma ettiğim için mekânı terk ettim. Ben tarik, mekân metruk). Çıtır çıtır soba, dibimizde deniz, tepemizde fener, harika bir hafta sonu idi. Sabah bir gece önce GS’nin yeni stadında yuhalama korosuna katılan arkadaşlar da kahvaltıya gelince halimiz daha bir şen oldu. Serkan’ın Digor’un 21. yüzyıla daha 18. yüzyılda girmiş olduğu esprisi gülerek onaylandı. Yürüyüş yapıldı, fallar bakıldı, Rock’n Roll saatini (vakt-i rakı) erken getirenler demlenirken ben de tatlı bir siestaya vurdum kendimi. Hocamız tekneye bayrak yaptırmış: “Yeni Rakı-eski yazı”. Takdir ediniz.

Dönerken pek de küçük çaplı olmayan bataklığı geçtik. Hocamız yağmur altında elinde rakısıyla pür-keyif yol alırken, ben de beceriksizliğim sayesinde çamurlara battım. Ayakkabımın teki çamura gömüldü. Sevgili doktorumuz beni ve ayakkabımı kurtarırken “bu ayakkabıyı hangi prens burada bulabilir ayol?” yorumunda bulundu. Son bir haftadır mevcut durumun masallarla açıklanmasında bir anlam aramalıyım, bilmiyorum. (Külkedisi, yüzyıl uyuyan güzel, vs.) Çamurlu ayakkabılarımla feribotta temizlik yapan adamdan yediğim paparayı bir gören olsaydı, hakkın yerini bulduğunu anlardı. Allah’ın sopası yok, anacım. Sen arkandan sınıfa giren öğrenciyi derse alma, ödevi daya, mevcut öğrenciden harikalar yaratacağım diye rah-ı rast göster millete, al sana bedeli. “Ne biçim batırdın ortalığı kardeşim, git ayakkabılarını aşağıda tuvalette yıka” diyen temizlikçiden hâlâ çok tırsıyorum galiba. Vağarşak Bey’in adamı majestik ve haşmetli bakışlarıyla savurması sayesinde arabaya intikal edebildim. Velhasıl yorgunluktan evin yolunu zor bulduk. Hocamız da pür-enerji fasıla gitti. Kanımca bir müzisyene âşık, yoksa doğal şartlarda insanı o şekilde hiçbir kuvvet yatağın yolundan alıkoyamaz.

Yarın itibariyle nihayet İsveç rejimine başlıyorum. Tam 13 gün sürüyor ve şansınız varsa incelen bedeninizi bu dünyada kullanabiliyorsunuz. Lâkin ben listeyi ilk gördükten sonra bedenimde canlı bir hücre kalabileceğine inanmamaya başladım. Psikoloji bozan öğünler var, daha önce de demiştim. Akşam yemeği: Hiçbir şey. Dolayısıyla ben listenin üç hafta önce çıktısını alıp çalışmama masama koydum, alışma devresi yaşıyordum. Bu arada kardeşim gidip gelip üzerine yorumlar yazıp kaçıyor. Son olarak “3 aydan kısa bir süre önce diyeti tekrarlamayın” maddesinin yanına şu naçizane sözleri eklemiş: “Buna kim cüret edebilir ki, zaten karar vermek 3 ay sürüyooo. Teknik olarak imkânsız!” Alışma sürecince masanın altındaki çöpün çekirdek, gofret ve vesair faideli yiyecek kabuğuyla tıka basa dolu olduğunu gördükçe iyice umudu kesmişti, ama yarın onu şaşırtacağım. Nasıl bir estetik takıntısı bu tüm hücrelerimize sirayet etmiş. Yıllar önce kantinde bir kız öğrencime “şekersiz çay içme, gastrit yapıyormuş” deyince ayaküstü aldığım cevap aslında beni de anlatıyormuş, nereden bilirdim. “Boşverin, gastrit dışarıdan görünmüyor hocam” . Yorumsuz.





Tunusluları zaten severdim, daha bir sevmeye başladım. (Çok yakışıklı oldukları için değil tabii, şekerim.) Kuzey Afrika’nın gariban ülkesi yolsuzluk ve işsizlik yüzünden golden ball’larını eline alıp, feryadı bastı. Biz de 70 milyon cüce adam yan gelip yatıngen. (Korku içinde hem de!) Türkler de hemen tüymüşler ülkeden zaten. Korkaklık biz de norm, anacım. Yıllar önce Küba büyükelçisinin yazdığı bir kitabı çevirmiştim. “Bağdat’ta misyon”. Savaş anılarını yazmış. Savaş boyunca Bağdat’ı son ana kadar terk etmeyen iki büyükelçilikten biri Küba. Diğeri ise Vatikan’mış. Bilin bakalım ilk kuyruğunu kıstırıp kaçan büyükelçilik hangisi? Türk büyükelçiliği!

Kardeşim babama ültimatom vermiş. Salı gününe kadar eve dönmezse bir daha kendisiyle konuşmayacakmış. Rahatlığıma çomak sokuyor, bacaksız. Şimdi kim bana sabah 7.30’da kahvaltı hazırlayacak, kıyafetlerimi ütüleyecek, yemek yapacak, evi temizleyecek, çay yapacak, sarma saracak? Şu Met-Üst karikatürü de olmasa aklıma enfes bir Guareschi kitabı gelecek de, şakası bile kötü olduğu için gelemiyor ( ya da aklımın adresini bulamıyor): Acele Koca Aranıyor. Enfes bir romandır. Bayilerinizden ısrarlar isteyiniz, okuyunuz.

Haydi müstesna güzeller, ben kaçtım. Selametle, anacım…