22 Ocak 2011

YİNE AÇIZ EVLATLARIM, DİYORDU PEDER…

Evet gençler, az önce mutfaktan çalışma-ma masasına intikal ettim ve korktuğunuz üzere yine sizlerleyim. Hocamıza vişneli/cevizli kurabiye (böylesini yemediniz), lisan-i Osmani sınıfına da pırasalı mısır ekmeği yaptım. Hepsine de uzaktan baktım. Nitekim İsveç diyeti pupa yelken gidiyor. İlk gün fenalık geçirip eve zor attım kendimi, beş saat şuursuz uyumuşum. Gözünü sevdiğimin Temel Reis’i, bir devrin bacak kadar çocuklarını ıspanakla kandırmışsın anacım sen be! Haşlanmış ıspanakta sınır tanımayan bu rejim beni yatağa bağladığı, güzelim. Velhasıl, sabah babam beni kapıdan uğurlarken sordu. “Bugün kahvaltıda ne var?” “Kahve, babacım”. “Yanında?” “1 adet kesmeşeker.” Sabah evden çıktığım andan beri rejimin biteceği 13. Cuma yiyeceklerimi hayal eder oldum. Pastanenin önünden gözyaşlarıyla geçip vapura biniyor ve bir bardak çay bile içemiyorum.(Nitekim o da yasak) Akşam babam mutfaktaki fıstıklara nasıl baktığımı görünce “Ay, ye birkaç tane, kim görecek ki”, diyerek son noktayı koydu. Bundan önceki noktayı 5 günde 3.5 kg verdiğimi duyan fakültemizin çay görevlisi koymuştu. Kendisine hemen diyetin bir çıktısını aldım, verdim. Baktı, kafasını kaşıdı ve “ayy, okurken ter bastu valllaaa” dedi ve hemen attı. Mesela Pazar günü ne yiyeceğimi söyleyeyim, diyetin şekline şemaline bir ışık tutsun. Sabah: bir fincan kahve, bir kesme şeker. Öğlen: 200 gr. et, meyve. Akşam: Hiçbir şey. A big fat nothing anacıımmm. Ömer Seyfettin Diyet’inden sona ikinci trajik diyet bu. Tek yasak olmayan şey su. Geçen gün konserde rakılı arkadaşlara çaresiz suyla eşlik ediyordum, hocamız “Özlem Hanım, sek içiyorsunuz, çarpmasın”, deyip yaralarıma tuz bastı. Fidan gibi olup, fazla derilerimi Türk Hava Kurumu’na bağışlayacağım


Acı gün geldi. Babam annemle barışmak üzere yarın ricat ediyor. İspanyolların deyimiyle saat bir kadar yapayalnız kalacağım yine. Ve yine çamaşırlarım buruşuk, tencerelerim boş, televizyonum işlevsiz olacak. Üstelik yeniden tozları görünmeyen yerlere sıvama tekniğine temizlik denecek bizim evde. Ve yine sabah kahvaltısını köşede simitçide tek ve yek ve sek başıma yapacağım. Ve yine dolaba alınan ne varsa çürüyecek, atılmak için birkaç ayda bir yapılan arkeolojik kazıları bekleyecek. Evde kiminle Beyazıt Kütüphanesi ortamı yaratacağım ben şimdi? Ve yine gecenin bir yarısı evde su bulamayıp kim bilir neler içeceğim. Juanes der ki, “ kara gölek giydim, yastayım.”

Geçen gün öğle yemeğinde (Allahım ne acı bir isim tamlamasıdır o. Öğle yemeği dediğim şey 100 gr yoğurt, 1 -yazı ile bir- dilim salam) Elçin’le bol keseden kikirdedik. Hayalimizde uzak yerlere gittik geldik, dağ evlerinde kaldık. (Ben o esnada ayrıca hayalimde neler yedim neler). Nereden düşmüşse aklına Mount Athos –ki Yunan ağabeyler Agios Oros, Türk halkı Aynaroz der- düşmüş. Aynaroz, Selanik yakınlarında üç parmak şeklinde denize uzanan üç minik uzantının biri. Sadece manastırlar ve dolayısıyla keşişler var. Dişi köpek bile giremiyor. Ayrıca erkekler de Patrik’in izniyle girebiliyorlar. En büyük hayalim bir gün oraya erkek kılığında girmek. Elçin’in aklında benim oraya erkek kılığında girdiğim kalmış. (E, tabii, konu ben olunca bu deliliği sorgulamamış bile. Tüm deliliklerin faili olduğumdan mütevellit) Durduk yere hayallerimi depreştirdi. Sonra ona Mount Athos’un resmi sayfasını maillerken ek bilgi de verdim. Her biri ortalama 50 kişi alan 20-25 manastırdan toplam 1000 el değmeden hazırlanmış keşiş eder. Beğendiğini al beğenmediğini Aziz Simonas Manastırı’ndan denize at. (“Sen anlamazsan, balıklar anlar” diye kötü bir espriyi de hemen attach’ledim). Aynarozlu bir keşişe âşık olmuştum, sadık okurlar hatırlar. Aşkların en umutsuzdu. Cüppeyi astıramadım abiye. Öteki dünyada da pek karşılaşabileceğimizi sanmıyorum. Ben orada bayağı bir sıcak iklimlere göç etmiş olacağım korkarım. Şaraptan nehirlere hücrelerimden alevler çıkarak bakacağım uzaktan. Cennette sütten de nehirler varmış. Düşündüm de bacak kadar bir çocuğu bununla kandırıp cennete hazırlık babında yararlı şeyler yapmasını söylerseniz, ne olur? Cevap veriyorum: nah yapar. İyilik karşılığı sütten nehir mi? Oh, no! Bir bardak süt için çektiği acıyı düşününce hemen din değiştirir bacak kadar yavru.

Bugün şeytanın bacağını kırıp arşive gideyim dedim. 5 TL’lik makbuzu ödemek için acımasızca yan binaya gönderildim. Tam çıkarken baktım bahçede Saro. Kahveye oturduk. Beş dakika sonra Burcu’lum. Ardından kitabını heyecanla aldığım bir meslektaş… Bremen mızıkacıları gibiydik ağaç altında. Bol bol güldük. Sonra tam makbuzu götürüp kartımı almaya girmiştim ki: nah bana kart. Arşiv kapanmış. Ama komik olan bu değil. Masada herkes birbiriyle tanıştı. Sonra bir baktık, hepimiz Yücel Hoca’nın öğrencisiyiz. Sonra bir baktık: Yücel Hoca kaşla göz arasında Türkiye’ye Osmanlıca öğretmiş. Ama son noktayı ben koydum: Apartmanımızın yöneticisi Amerikalı Silvia Hanım’ın da yıllar önce Yücel Hoca’dan ders aldığını söyleyerek.

Bugün öğle yemeği için Ayşegül’le Babalık’taydık. Dört bir yanı Atatürk’ün en fiyakalı resimleriyle donatılmış enfes bir balıkçı-meyhane. Ben 200 gr. sefil balığımı yerken, konu çaresiz Fikriye’ye geldi. Atatürk’ün kadıncağızın hakkını çok kötü yediğini, ona çok fena yapayalnız bıraktığını düşündük. O da haklı olarak fiyakalı bir cevap verdi tabii. O hiçbir işe yaramayan kadın sezgimizle Ata’nın son zamanlarında yaşadığı melankolik zamanları ve aşırı alkolü de buna yorduk. Vicdan azabı. Yazık ettin Atam Fikriye’ye…

Bu arada ismi failler ve mefullere dair deniz otobüsü anımı Mr. Mutluluk Hattı’na anlatıyordum. “Terk edene ne denir?” kısmında cevap “tarik” değildi. Fazla düşünmeden dünyanın en anlamı cevabı geldi mösyöden: “Allah belanı versin, denir ne denecek!”

Dün sahafta dolaşırken Kostas Mourselas’ın “Hüzün Nedeniyle Kapalıyız” kitabına denk geldim ve hemen kaptım tabii. Hastasıyım Mourselas’ın. (Kızıla boyalı saçlar, hmmm) Yunanca’dan doğrudan çevirmişler kitabın adını: “Kleiston logo melanholias”. Yunancası ayrı, Türkçesi ayrı güzel bence. Sonra hiçbir kötü şart altında almayacağım bir kitabı sırf Yunanca olduğu için aldım. Vapurda biraz kafa dağıtırım, dedim. “O diavolos forai Prada”. (Anladınız siz onu) Nitekim öyle kötüymüş ki, kitap beni birkaç sayfada dağıttı.

Hocamız sayesinde hayatta başka türlü tanışamayacağım yazarlarla tanışıyorum. (Kitap seçiminde çok tutucuyumdur). Ken Borris’in “Nasıl bir çocuk”unu okudum. Allahım ne işkence, meğer içinden sayısız yemek geçiyormuş. Tanrı beni sınıyor mu ne! Genelde benim kitaplarım için “aç karnına okunmaması gerekir” derler. E, Tanrı’nın sopası yok.

Dünya âlem Frida-Diego sergisine gitti. Hepsi de “beraber gidelim”, dedi. “İşim var” dedim, ne diyeyim. “Şekerim, ben onların hepsini Meksika’da canlı gördüm, on saatlik bir operasyondan sonra da kitaplarını aldım”, desem ayıp olacak. (Gerçi çok yakınlarıma yaptım bu öküzlüğü.) Demesem “aaay, inanmıyorum, nasıl kaçırırsınız!”, diyenleri boğsam, başka türlü ayıp olacak. Anacım, Meksika’ya gittim, Aslı’cığım -romanlarımın Amanda’sı- dönüşte durumu şöyle açıkladı: “Adamların sepet sepet meyvesini yedin, moratoryum (“borç erteleme” diyebilirmişim, üç vakte kadar word katili olacağım) ilan ettirdin memlekette.” Gerçekten de Meksika’da tek başıma yediğim yemeği üç dağ ayısı ormanda sekiz yüz kaplan gücünde tavşanla rakı masasına otursa bir haftada yiyemez.

Açlıktan -aç-bil-açlıktan -mütevellit bir nostalji sardı beni. Romantik oldum durduk yere. Eski günleri düşünür oldum. (Lakin sadece yemek yediğim kısımları tabii) . Salamanca’da buz gibi havalarda üşenmeden her akşam gittiğimiz sinemayı hatırladım bugün. Yalan, söylüyorum, evet. Sinemanın altındaki puding kıvamındaki, devasa kupalarla servis edilen dünyanın “şüphesiz” en leziz sıcak çikolatasını hatırladım, neyi hatırlayacağım! Sonra da sinemanın yanında dört peynirli tortilla yediğim barı. Ve daha sonra da sinema yolundaki şeker dükkânını. Küfe boyutundaki patlamış mısırları da pek tabii. Özledim ben Salamanca’yı be! Eve girmeyi başarabildiğim ilk anda çalan telefonun beni yine dışarı çağırmasını, hiç üşenmeden pijamaları savurup kendimi sokağa atışımı, barın üstüne tüneyip Allah ne verdiyse götürürken dedikodu yapmayı… Bilinen dünyanın en çatlak Ortaçağ tarihçisi Salustiano’nun barın tepesinde tünek haldeyken dışarıdan geçen hocalara bakıp büyük çantaların içinde “poca ciencia” (az bilim) olduğunu söyleyip gülmesini… (65 yaşında 50 gösterir, o haliyle Türkiye’yi otostopla baştanbaşa köy çocukları rehberliğinde gezmiş, birinci sınıf kalite çatlaklardandır Salu).

Pazartesi Nardis’de Yansımalar konserindeydik. Safi hüzündü, anacım. Hayatta böğrümü delen iki enstrüman olduğunu fark ettim: ney ve Portekiz gitarı. Tek kelimeyle enfesti konser. Daha önce canlı dinlemediğim bu harika gençleri herkese şiddetle tavsiye ederim. Baba Zula ve Athena’yla birlikte ecnebi dostlara gönül rahatlığıyla hediye edilecek kadroda buldum kendilerini.

Bu geceki şarkınız “La Nostalgia che soffia verso est…” It’s me, anacııım…

Kleiston logo peinas, yani: Açık nedeniyle kapalıyız!
Haydi kali nihta...