11 Ocak 2011

SEFALETÜN SEFALETÜN SEFİLÜN

Uzun zamandan sonra yine, yeni, yeniden ben, gençler. Halim şöyle: Öğlen Şirinciğim kıpkırmızı bir elma verdi ve “100 yıl uyu, sonra da beyaz atlı prens seni uyandırsın”, diye enfes bir vaatte bulundu. (Gerçi masalları karıştırdığını sonradan fark ettik, ama vaat edilen mal geri alınmaz) Bu vaat gözlerimi döndürdü vallahi. Yok be güzelim, prensi ve de beyaz atını kim alırsa alsın, 100 yıllık uyku bende kalsın. Hypnos’um benim, uyku tanrım… Yakışıklı, biraz da bizim semte uğra be. Beni de gör ölümlülerin rüyalarına giren ve onlara aptallık ve ilham gösteren yaramaz tanrı! (Gerçi son zamanlarda gördüğüm rüyalara bakılacak olursa sen çoktan gelmişsin mahalleye). Anlayacağınız halim sefaletün sefaletün sefilün. Gayri safi milli yorgunluk belimi büktü a dostlar!


Aklını kaçırmış bir ritimde çalışmaya devam ediyorum. Âşık olacak vaktim kalmasın diye kendimi işe verdim. Bu benim dünyadaki en faydalı (ve dolayısıyla çevreye en zararsız) halim. Salon bitkisi oldum resmen (ve fiilen). Bu halimden pek bir memnunum. En azından bana çok değişik geliyor. (Hastalıklı şekilde çalışmak kısmına alışığım da, aşksız kısmına ben bile şaşayazıyorum.) Oysa ki ne kadar güzelmiş aşksız bir yaşam. 14 Şubat’ı ben de Giritli’de göbek atarak kutlayacağım galiba. Lâkin yakın çevrem panik halinde. Beni hiç böyle görmedikleri için aklımı (ya da en iyi ihtimalle kalbimi) feshettiğim kanaatine vardılar ve elbirliği içinde çalışmaya başladılar. Bana uygun gördükleri yakışıklı, egzantirik, hoş tiplerle çıkıyorlar karşıma. Yakında katalog yapacaklar bana. Bugün pek sevdiğim bir arkadaşım bu bâbda kahkahalarla güldürdü beni. Bu da beni yıllar öncesinin çılgın günlerine götürdü. Hepsi en az benim kadar deli bir grup kızdık. Peşimiz sıra uzun kuyrukların olduğu fi tarihi (gençlik yılları, anacım). Hayranlarımız fazla gelince birbirimize kakalardık. Bir keresinde grubumuzun birinci dereceden çatlağı “gitar çalan sevgili var, isteyen var mı?” dedi. Evet, sentaks denen bilim dalı bu cümle karşısında çöktü, semantik ise kötürüm kaldı. Aynen, bilfiil duyduğunuz gibi. Ben de canlı şahittim. Esasen bir dakika sonra şahit olduğum şey daha fiyakalıydı: bir arkadaşımızın “ben isterim” cevabı! Sıkı durun: Gitar çalan sevgili ile bir hafta içinde evlenme kararı alındı, bir yıl içinde evlenildi ve çocuk yapıldı.

Deli deyince aklıma geldi. Arkadaşım Apostolos Nice’e davet ediyor. Soyadını sevdiğimin yakışıklı tarihçisi: Delis. Bir tane de değil, çoğul! Kardeşime bir gün “parası neyse verip soyadını satın alacağım, bana pek yakışır” demiştim. Ailemizin akıllısı kardeşim daha ucuz bir çözüm buldu: “Abla, bence daha kolay bir yolu var”. Gerçekten de soyadı “deli”den geliyor. Tembelis, rezilis, belalis gibi Yunanca sıfatlar familyasından, Türkçe üzerinden özenle çalınmış kelimelerden. Yunanın yakışıklısını alıp defter arasında kurutacak yıllarım geçti be anacııım. Yaşlandım yok yere. Son zamanlarda Helen milletiyle tek yakın ilişkimi etimolojik sözlük üzerinden gerçekleştiriyorum. Aristo gelse parmağımı kıpırtadamayacak haldeyim. (Gerçi yıllar içinde o da benim ilgilendiğim yaş grubuna ulaştı ya, olsun.)

Ecnebilere Türkçe öğretilen bir dershanede Arapça kursuna gittiğimiz için teneffüslerde envai çeşit ecnebiyle sohbet ediyoruz. Bir arkadaşımız çay molasında kendisini kıstıran Çinli öğrenciyle küçük bir sohbete girmiş. Çinli Türkçe pratik yapmak için kıstırdığı arkadaşımıza hal hatır sorduktan sonra “sevgilin var mı?” diye sormuş. Çocuk da hayır deyince bizim Çinli şaşkın şaşkın “Aaaaaa, nasıl yani?” demesin mi! Çocukcağız kahkaha içinde gelip durumu anlattı ve “kültür farkı işte” yorumunda bulundu. Önce Türkiye şartlarında hayli yakışıklı sayılan bu arkadaşımızın durumuna istinaden söylediğini sandım bizim Çinlinin bunu. Sonra jetonum inişe geçti. Durum doğrudan demografik. Çin ellerinde her erkeğe üç kadın düşünce vaziyet böyle oluyor, elin Çinlisi gelip bizim Rüştü’ye şaşıyor. Anacım, bunları anaları babaları bile ayırt edemiyor zaten, yarı kapalı gözleriyle Çinli kızlar nasıl ayırt etsin. İlişkileri bitince yenisini alıyorlar, aşklarına kaldıkları yerden devam ediyorlar. Oh, kesintisiz sevgi ve aşk seli.

Arapça hocamızla son zamanlarda ilişkimiz mezalim, mukatale vs. üzerinden anlatılacak hale geldi. Ya o beni vuracak, ya ben onu. Arapça “al kamis” (gömlek) kelimesinin Latinceye Arapçadan geçtiğini iddia ediyor. Onu bunu geç, yakında failin failin meçhulün olacak kadın. Tabii şekerim, çöldeki Arap yakalı, düğmeli gömleği icat etmiş, güneşin altında yakasını ilikleyip oturmuştur, sonra da buz gibi Avrupa’ya satmış. (Araplar söz konusu olunca bunda bir mantık hatası varmış gibi gelmiyor kulağa amma, haydi neyse). Gittim, bilumum etimolojik sözlükten fotokopi çektirdim, yığdım önüne. Nuh diyor, peygamber demiyor hatun, üstelik kaynağı da yok. İşte o saat neden Arapça sözcüklerde akılsız tekillerin çoğulunun müennes (dişi) olduğunu anlayıverdim. Beni soracak olursanız, ben tek kişilik dev kadroyum. Yok, tutmayın, bir vurup geleceğim.

Pazar günü pek eğlenceli bir kadro oluşturup kendimizi Kadın Pazarı ve arka sokaklarına saldık. Büryan kebap, mumbar dolması, çiğ köftelerle midelerimizi doldurup Zeyrek sokaklarına yayıldık. Açıkta satılan ne varsa alıp, daha sonra belediyenin boydan boya astığı “açıkta satılan malları almayınız” pankartı altında resim çektirdik. Fatih sarması, cevizli sucuk, sahlep, çay, kahve… Mideler feryat figan olana dek yedik, semirdik. Fıkralarla coştuk. Edepli bir tanesini bulsam da anlatsam diyeceğim, lâkin namevcut. Eylemlerimizi Termal ve İznik’e de taşıyacağız. Anadolu’nun dört bir yanında tüm resimlerimizin üzerine çarpı konana, her yer bize haram olana dek güleceğiz. Hafta sonu gezginleri olacağız bundan akdem.

Doçentlik sözlüsünden kalan bir arkadaşımızı avuttuk. İrini Hoca bizi yıktı yine: “Bak Özlem de sözlüden kaldı, ne güzel oldu. Pek çok şey kazandı. Arapça, Osmanlıca ve daha neler neler!” Bir tek ikimiz anladık ve pek güldük. Bir daha olsa, bir daha kalırım. Bana “Osmanlıca öğrenmeden gelme” diyen sevgili jüri hayatının kararını vermiş meğer.

Hafta sonu hocamız bizi Armutlu deniz fenerine götürüyor. Duyduğunuz gibi, bir arkadaşı deniz feneri kiralamış. Sefasını tek başına süremesin diye biz de gideceğiz. Hocamız temmuzdan beri özenle bizi otuz kere ekip vakayı gerçek bir keriz fenerine (kendimden bahsediyorum) dönüştürdü. Bu sefer bohçamı sağlam yaptım. Küçükken balonum uçmasın diye babam koluma iple bağlardı (o kadar salaktım ki ona bile sahip çıkamaz, helyuma uzaktan küfrederdim). Kendimi iple hocaya bağlayacağım. Biz o fenere gidemesek bile, “o fener buraya gelecek!”.

Hypnos abi! Uykum geldi yine yaaa… Alın bu işkoliklik yapan damarları, takın eski aşk atar-damarlarımı. Ana arterlerde tıkanma var!