28 Ocak 2011

GİDERAYAK…

Sizi şöyle bir süre rahat bırakmadan önce son bir taciz hakkımı kullanıp kendimi imha ediyorum. Bavulum hazır. Hazırlamakta hiç zorlanmadım, çünkü onu tam takır götürüyorum. 46 kg. hakkım varmış. Hakkımı 46 kg’lık yakışıklı bir Kübalıya kullanmazsam, Plaza de las Armas’da mevcut tüm kitapları doldurup getireceğim. İnanın şu an hangisi daha hayırlı olur, kestiremiyorum.


Evet, uçakta ağırlık hakkı söz konusu olmuşken şöyle bir anımı anlatayım. (Sonra beni tanımak istemezseniz, sizi anlarım). Sene 2000. İspanya’ya doktoraya gidiyorum. Lakin İspanya halısının saçaklarına yapışmaya pek hazırlıklı olduğumdan evi toplayıp bavullara üleştirmişim. Şöyle anlatayım: yanımda kilim ve Arcimboldo tabloları bile var! Bir tartıyorlar, 67 kg. çıkıyor. Öğrenciliğime verseler bile kurtarmıyor ve bavulun birini almıyorlar. İnat ettim, ekstrasını ödemeyeceğim. Ağustos’un sıcağı. Ayağımdaki terlikleri çıkarıp çantaya atıyor, bavuldaki mor çizmeleri ayağıma geçiriyor, 3 adet farklı renklerde deri ceketi üst üste giyiyorum. Sırıtarak boş bavulu annemlere verip kapıdan geçiyorum. Anaaaam, bir sıcak, bir sıcak. Terler ayaklarıma kadar iniyor, ama bozuntuya vermiyorum. Bu arada çizmeler Neron moru, ısmarlama yaptırılmış, deniz feneri gibiler. Aynı renk ceketle tam bir şenlik halindeyim. (Saçlarını kızıla boyatıp da papağan gibi olan kuzenim mevcut şekliyle hiç utanmadan halk içine karışıp bir de şöyle diyordu: “Ay, bana ne ayol, bana bakanların derdi, benim değil!”. İşte ben de aynen öyle düşünüyordum. ) Neyse, elimde bavula sığmayanlar ve mor takımlarımla uçağa biniyorum, güzelden bir hostes kız bana kapıdan “Merhaba, yine nereye gidiyorsunuz?” demez mi! Sonradan anlıyorum, kız beni renklerimden tanımış. Birkaç ay önce aynı rezil deniz feneri halimle İtalya’ya gitmişim ve doğal olarak beni unutamamış. Binlerce uçuştan kızın kaderine bak!

Slovenya’dan dönerken kardeşimin Nutella’sını aldılar. 100 gr’ı geçiyormuş. Ulan biz İtalyan yapımı Nutella bulacağız diye Ljubljana’nın (zor yazdım yine valla, inşallah bu sefer doğru olmuştur) altını üstüne getirdik. Sağlam Nutellacılar bilir, artık bunları Polonya’da yapıyorlar ve biz “made in Poland” Nutelları protesto ediyoruz. (Protesto ederken biraz da yiyoruz tabii). Polski Nutella’ya hayır! Neyse, sonra düşündüm de yahu neden orada “bi dakikanızı istirham edeceğim sayın Sloven asıllı sınır polisi” demeyip üç kişi kaşıkla dalmadık Nutella’ya. “Chocolate” filmindeki bıyıklı belediye başkanı gibi yüzümüz gözümüz çikolata, oracıkta bayılıverene dek yeseydik keşke. Pratisyeniyim bu işlerin. Londra’da on gün mahsur kalıp boğazı Euro Star nam trenle geçerek Belçika’ya varınca ilk bulduğum uçakla eve ulaşmanın arifesindeydim. Takdir edersiniz ki artık sinir sistemin darma duman olmuştu. Tam kontrolden geçerken adam deodoranımı almaya kalkınca çantamı yere bırakıp “ay son bir kere sıkiiim bari” diyerek almış, banyodaki rahatlıkla bir güzel her tarafıma sıkmıştım. Üstelik ceketimi de çıkarmıştım. Adamcağız yorumsuz kalmıştı. Müstehaktır sınır polisi kılıklı psikopata.

Yolculukta benim başıma gelen, pişmiş tavuğun başına gelmez. Geçen gün heyecanla anlatıyordum da, Baharcığım sadece yolculukta başıma gelenlerden bir kitap yapmamı önerdi. Çok fiyakalı olur bence. Bayramlık ağzımı açmışken bir tane daha anlatırdım, ama dönüşe saklıyorum hepsini.

Bugün öğlen yemekte yine çevreye verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dilemek zorunda kaldık. Ben de oku, oku, insan içine çıkınca makaraları koyuveriyorum anacım. Lakin bu sefer Özden’di sebeb-i infilakım. Sinema ve kent isimli bir ders veriyor. Öğrencilerinden biri çıkıp, “hocam ne bu ya, ‘sinema ve kent’, ‘kültür ve kent’, bu dersin sade sinemalısı yok mu şöyle filmi izleyip gidelim?” demiş. Bakmış çocuk çok ciddi soruyor, ne demiş beğenirsiniz? “Yok, kıymalı var, peynirli var”. Bence bu çocuklar daha da güzelini hak ediyor bazen.

Kıymalı, peynirli deyince aklıma yemek geliyor, elimde değil. İsveç rejimi tabir edilen insanüstü işkenceyle fidana döndüm. Artık cv’me İsveç diyeti yapmışlığım olduğunu ekleyebilirim. Altı yıl önce Yunanca’ya başladığımda Çağdaş Yunan Grameri kitabının yazarı Azmi Özsoy’un adına bakar bakar gülerdim. Doğru ya, Yunanca denen başbelası grameri yazabilecek adama da bu isim yakışırdı hani. Netekim artık ben de hak kazandım, Azmiye oldum.

Heyecanla Fidel’in nehir söyleşini okumaya devam ediyorum. Bitmesin diye yavaştan aldım, tadını çıkarıyorum. Sakal tıraşı olmaması kısmında, devrimci kimliğin bir parçası olmasının dışındaki yorumu bitirdi beni. Bakın ne demiş: “ Ayrıca sakalın pratik bir yanı da vardır: her gün tıraş olmanız gerekmez. Günlük onbeş dakikalık tıraş zamanını bir yıldaki gün sayısıyla çarparsanız bu işe yaklaşık beşbin yüz dakika ayırdığınızı görürsünüz. Bir günlük mesai dörtyüz seksen dakika olduğuna göre, tıraş olmayınca yılda on gün kazanırsınız. Bu zamanı da işinize, okumaya, spor yapmaya, ne isterseniz ona ayırabilirsiniz. Tabii jilet, sabun, krem, sıcak sudan yaptığınız tasarrufu hiç saymıyorum…” Hastasıyım Fidel’in. En “fidel” takipçisiyim. Fidel’in tam bir sportmen olduğunu bilmiyordum. Hayatı sporla geçmiş adamımın. (Dediğim gibi ben de sporcunun zeki, çevik ve ahlaklısını severim). Kızımız Özlem’i, oğlumuz Fidel’e alsak ya artık… Çiçeklerin köklerini ters taraftan görmeden olsun bu izdivaç. (Sarı devrim yıldızları altında bir izdivaç)…

Bugün spor salonundan bir arkadaşım bana salona dönmem için bir çağrı yaptı. “Özlemedin mi?” diye soruyor. Özlemez miyim, özledim tabii… Benden önce spor yapan su aygırlarının değiştirmeyi unuttukları ağırlık baremlerinde haldır huldur çalışırken “biraz ağır mı ne?” diye içimden geçirmeyi, bütün gün iş yerinde dövemediğim insanları hayalimde dolaştırarak ağırlıklara saldırmayı, EQ’su düşük duvar bozuntularının ağzını burnunu kırdığım hayalleri özledim be. Özlemez miyim, anacııım… Küba’dan dönünce duba gibi olacağım için, soluğu ikinci adresimde alacağım.

Susan Miller nam bir astrolog var, üzerinize afiyet. Ben hayatımda böyle bir şey görmedim. Bir kez okudum, sonra korktum. Bugün şöyle kapı aralığından bir bakayım dedim, tüylerim diken diken oldu. Korkmuyorsanız siz de bakın. İnternette hizmetinizde. Gün be gün, bir aylık pılınızı pırtınızı çıkarıyor. Ufak bir detay vardı ki beni kahkahaya boğdu: Bana aşk için biçtiği ve “best of all” dediği tarih 15-16 Ocak’mış ki, okurumuz hatırlayacaktır, ben o tarihte çamura gark olmuş ve “yahu zavallı prens bu ayakkabıyı burada nasıl bulacak?” şeklinde tenkitlere maruz kalmıştım. Gülmeyip ne yapacaktım acaba?

Yatmadan önce Mr. Mutluluk Hattı’nın Küba öncesi izlemem gerektiği için verdiği bir filmi izleyip Amerika’ya bolca küfredip rahatlayıp öyle uyuyacağım. Yankilerin Latin Amerika’da yedikleri naneler için bakınız: “The war on democracy” (John Pilger)...

Size Başar arkadaşımın -daha önceden bildiğiniz- özlü sözleriyle veda ediyorum:

“Küba’ya hoş geldiniz. Mevcut yönetim için bire, darbe yönetimi için ikiye basınız. Fidel’le görüşmek için lütfen bekleyiniz.”

Beni hatırlayınız anacıımmm…
ps. Fonda iştahla yediğim günlerden, bir tutam nostalji... Yunan illerinde/ellerinde balık...