17 Mayıs 2011

BALİNA CİF’TİR BENİM ADIM… RUHLARI TEMİZLER PARLATIRIM… Ya da ESKİ YAZI-YENİ RAKI

Evet, gençler. Hayatımın kadınını buldum. (Ne kadınını olacak! Temizlikçi kadınını tabii!) Hayatımın erkeğini bulma konusunda tüm umutlarımı yitirince böyle oldu. (37 yıldır anlayabildiğim kadarıyla o bu galakside yaşamıyor). Tanrı avunayım diye bana hayatımın kadınını gönderdi. İyi temizlediğinden filan değil tabii ki. (Sonuçta temizlik dediğimiz şey tozları az görünecek bir yerlere sıvama işleminden başka nedir ki? O da bunu çok iyi biliyor), pek güzel küfrediyor tatlı şey. Bizim evi kapının ağzından görüp de kaçmayacak kadın, en gerçek kadındır, anacıım. Şöyle bir başını uzatan korkudan Çin’e kaçıyor. Güneş sisteminde British Museum’dan sonra en çok nesne bulunan mekân bizim ev. (Galaksiyle süper-latif olayına girince duramadım birden). Hal böyle olunca hafta sonları, iş başa düşüyor. (O hafta babam bize acımışsa ara sıra bir temizlikçi erkeğimiz oluyor hiç yoktan.)“Siz daha önce böyle curcuna bir ev gördünüz mü?”, dedim. “Yok, anacııım”, dedi. Sonra hemen yapıştırdı. “Bana versen, hepsini camdan atarım”. Neee? O gördüğü saçma şeyleri ben nerelerden topladım bir bilse.


Temizlikçi erkek deyince düşündüm de kimlere ne evler temizlettim ben. Kardeşimin dediği gibi kendilerine Niran Ünsal’dan “Bazen uğra bize yok hiç kötü niyetim” şarkısını söyleyip kapıdan içeri girenleri etkisiz hale getirerek ellerine balerina cif, camsil, İskoçyalı Bright tutuşturuyorum. Aslınada bu iş İspanya’da daha bir kolay oluyordu. İspanyol erkeklerine ev temizletmenin altın kuralları konulu bir tez yazmak üzereydim. Taaa Barcelona’dan gelenleri bile elleri boş göndermezdim. (Fırça, vileda, süpürge).

Buzlu camlarımı medeni-saydam camlara döndürme operasyonumun geçerli bir açıklaması vardı. Lisan-i Osmanî sınıfım, hocamız önderliğinde bize geldiler. Anlayacağınız tüm Yücelistler toplandık yeniden. Yedik, içtik, eğlendik… Yücelizm denen ekolün tüm gereklerini yerine getirdik. Neyse ki hiç fire vermedik. Gençler serumlarını da yanlarına getirmeyi planlamışlardı, gerek kalmadı. Hocamız evde iki adet doktor olduğuna güvenerek geldiğini itiraf etti. 10.000 km. yolu bavulda gelen sidra şampanyasından sonra “bana bu münasebetsiz şeyi de içirdiniz ya!” yorumunda bulundu.

Bu yaz sonu tüm Yücelistler mavi yolcuğa çıkıyoruz. Sloganımız Yeni Rakı-Eski Yazı. Hocamız bayrak bile yaptırmış tekneye. Tavlamız, satrancımız, iskambil kâğıtlarımız, her türlü birinci dereceden önemli ihtiyacımız mevcutmuş. On iki dev adam, efsanevi kadroyuz. Ya biz tekneyi unutamayacağız, ya da tekne bizi. Lakin her durumda da civar teknelerin bizi sonsuza kadar hafızalarından silmelerinin tek şartı Alzheimer olmaları olacak korkarım. Yunan bandıralı teknelerden Yunanlar bize gerek kalmadan geleneksel olarak kendi kendilerini Ege’nin sularına dökecekler.

Haftada bir neşemizi bulalım diye Niça’nın evine gidiyor, iki üç saat kesintisiz Yunanca konuşuyoruz Eyüpçüğüm’le. Arapça’ya ara verince bünye boşluk kaldırmadı tabii. Ortografimiz şenlensin diye bir de yazı yazıyoruz hafta da bir. Yunanca’da beş adet “i” harfi olduğunu düşünürseniz halimizi anlarsınız. Ben şahsen en çok Niça’nın ara sıra “Antoş, bir baksana bu ipsilonla mı, yota’yla mı yazılıyor?” diyen halini seviyorum. (Kendimi avutuyorum şekerim). Allah Helenlerime sabır ihsan eylesin. Bir Japonların, bir de onların işleri pek zor bu fani dünyada.

Yunanca’nın güzellikleri bitmiyor. Bugün Niça “bu kızın sevgilileri yüzünden kabak hep benim başımda patlıyor” diye Eyüp’e dert yanıyordu Yunanca. Yunancası “karpuz hep benim başımda patlıyor”muş. Bayıldım doğrusu. Bu arada “iki karpuz bir koltuğa sığmaz”ın Yunancası da favori deyimlerimden. Türkçe mealiyle şöyle oluyor: “İki g.t bir dona sığmaz”. Aşığıyım ben bu Yunanca’nın. Yunanlılar mezarda bitirememiş, biz ne yapalım anacııım?

Geçen gün Kuzguncuk sularında buluşup İsmet Baba’da bir güzel yedik içtik cümle ahbap çavuşlar. Adnan Özer, Metin Kaçan, Cebrail Okçu ile kesintisiz gülme krizi geçirdik. Metin ara sıra “ben sigara içiyorum, siz bir kendinize gelin”, diyerek gülerek boğulmamıza engel oldu. Gülmeye devam etmek için, Stüdyo İmge’yi bırakıp şehirden kaçan Levent Erseven’in Bodrum’daki çiftliğine baskın yapmaya karar verdik. Karar vermekle kalsak yine iyi, biletleri bile bulduk. “Yemekler benden, eğlence sizden”, diye haber göndermiş Levent. Eh, ne diyeyim, bunu o istedi. Bu yemeklerin benden olmasından daha iyi.

Adnan Abi gerçek bir filozoftur. Geçenlerde erkekler ve işkence konusunda onun fi tarihinde yaptığı çatlak bir yorum geldi aklıma. Erkekler sürekli işkence etmezlermiş, çünkü işkence devamlı yapılmaz, yirmi dakika ara verilirmiş. Çay verilir, su verilir, hayat hatırlatılırmış! Ben 15 yıldır taktikleri kimden alıyorum sanıyorsunuz. (Şimdi fark ettim de, o yüzden bir faydasını göremedim galiba!)

Özgücüğüm’le Ghetto’da Echo & the Bunnymen konserine gittik. Konser öncesi de Giritli’ye alternatif olarak bulduğumuz bir yerde Osmanlıca taifesi olarak hocamız eşliğinde demlendik. Ghetto’nun ikinci katında harp malulleri, hamileler, sakatlar ve yaşlılara ayrılan koltuklara yaşlılar kategorisinde konuşlandık. Anacıımm, bir uyku bastırdı sormayın. Gözler kaydı gitti. Özgü’yle artık bu konser âlemleri için hafiften yaşlandığımızı kabullenmenin zamanı geldiğine kanaat getirdik.

Echo & the Bunnymen müzik yaparken biz de koltuğumuzda artık hayatımız için bir office-boy gerektiğine karar verdik. Şöyle yakışıklı, her işe koşan, her şeyden anlayan, şoför, aşçı, fotokopici, uzun boylu, mümkünse Rus, mümkünse Balet Cif! (Baş balerin Hülya Aksular’ın pek hoş bir kocası vardı, Rus balet Mihail. Ah, ah! Kendisiyle çok yanlış zamanda, yanlış mekânda, yanlış şartlar altında tanışmıştık). Sonra fizibilite çalışması yaptık, fiyat raporları geliştirdik, baktık durum makul, iş ciddiye binince Özgü “sizin evde kalsın, biz kalabalığız”, demez mi! Yüz yaşına geldik, hala sosyal baskı yaa! Ukraynalı bakıcı kadına sosyal baskı yok, Rus balete var! Babacıııım, bir dakika, bir izin versen açıklayacağım…

Kadın ürkmesin diye, evin müze kabilinden olan kısmını temizlemeye devam ediyorum… Ara sıra aynaya bakıyorum da, görüyorum ki benim adım aslında Balina Cif galiba… Bu altın çilekler işe yaramazsa altın ayvalara yelken açacağım… Şu anda en yakın dostum Pierre Dukan. “5 milyon Fransız yanılıyor olamaz” sloganıyla yayınladığı protein diyetini yapıyorum. (Bu arada o 5 milyon Fransız bu dünyaya Fransız olarak gelerek ta en baştan yanılmış, anacımmm, bilsinler.) Yoğurdun bahrinde yüzüyor, hindi etine gark oluyorum. Kanatlılardan sadece ördek ve kaz yasak. (Digor’dan gelecek ikinci bir emre kadar kaz yok zaten hayatımızda. Selçuk Amca, bize kaz getir!) Gel tanışalım önce, ben kısaca BP (Bayan Protein), ama sen bana uzun uzun “açlıktan ölüyorsun” de! Tralalaa…

“Bilsinler” deyince yeri geldi yine. Bizim çılgın Burçe kızımız geçen sene hocamızın Giritli’de meşhur müdavim olarak duvarda asılı olan iki resmine bakıp bu resimlerin ne zaman çekildiğini sormuş. Hocamız da “iki yıl önce deyince”, “Aaa hocam, çok çökmüşsünüz” demez mi! Hemen müdahale etmiş civar sandalyelerde konuşlanan arkadaşlar olaya.” Kızım, öyle denir mi, düşmana bile söylenmez” deyince hocaya dönüp ne demiş dersiniz! “Aaa, ne var! Bilsin ayol!”

Bu hafta derste gençlere Don Quijote’yle işkence ederken Cervantes’in en sevdiğim sözüne denk geldik. “Aşk herkesi eşit kılar”. Daha güzelini söyleyecek varsa beri gelsin. Gerçi ben bundan şunu anlıyorum: Aşk herkesi eşit derecede salaklaştırır.

Bazen uğra bize, yok hiç kötü niyetim… Bir çift tatlı sözle evimi pırıl pırıl edeyim… Pardon, yaralı gönlümü mest edeyim … Tralalalaa..