31 Mayıs 2011

SABAH FUL WA’L YASEMİN

Evet gençler! Bavulumu çekiştirip gecenin bir saati eve girmeye çalışırken şaşkın şaşkın bana bakan komşuma “Ben aslında yoğğuuumm”, demek istedimse de bütün manyaklık kredilerimi Bodrum sahasında tükettiğim için sadeli bir “buona notte, anacııım” diyerek eve girdim. O da beni görünce bir an nereden hatırladığını çıkaramadı zaten, aylardır hayalet gibiyim. (İki aydır aidatı vermediğimden çıkarmış da olabilirdi aslında. Zaman bulsam önce annemin arkadaşının kocasının aldığı kafa kaşıyıcı aletle kafamı kaşıyıp, sonra da alt kata inip aidatımı da ödeyeceğim amma…)


Efendim, Bodrum’da Turgut Reis sempozyumunda idik. Pek bir eğlendik, her zamanki gibi. Arif Hoca (beraberinde fıkraları) da gelince kahkaha kadrosu tam oldu. Zatıâlileriniz bilirsiniz, öğleden sonra ilk oturum ölümlerden ölüm beğenmektir. Mideye istiap haddi hesaba alınmadan yapılan yiyecek ikmalinin yanı sıra ağdalı tarih konuları söz konusu olunca insana pek bir ağırlık basar. (Böyle zamanlarda hep babamı hatırlıyorum. Zavallı dört gün boyunca böyle bir işkenceye tabii tutulmuş ve kendi iddiasına göre uyku kaçıran naneli sakız ve şekerle beslenmişti onca zaman.)

İşte bu saatteki oturuma konuşmacılardan sualtı arkeologu Tufan Turanlı’nın kronometresi (“Süreölçer”i kendi kullan, manyak Word programı, rahat bırak beni gari!) ile psikopatça saniye saymak suretiyle başkanlık ederek başladım. (Beni oturum başkanı yapma gafletinde bulunmuşlar). Erol Mütercimler’in yaptığı konuşmayı da “yok anacıım, bence öyle değil böyle, ben Venedik ve Simancas Arşivi’nde hiç de öyle görmedim”, diye yorum yapınca delikanlı (Erol) dayanamayıp “Alın şu feminist ceberut kadını” başımdan demek zorunda kaldı. Salon yıkıldı tabii. Lakin doğası gereği Erol bununla yatışmadı. Ertuğrul firkateyni faciası konu olunca, neden denizcilerin bile bile lades diyerek o gemiye bindiklerini tartışmaya başladık. Konu üzerine belgeseli olan ve onların torunlarıyla röportaj yapan biri olarak bunlardan birinin karı dırdırından kaçmak için bu yolculuğa çıktığını söyleyip “bu da size cevabım sayın başkan” deyince ortalık kızıştı. Görevi kötüye kullanarak son noktayı ben koydum ve Türk erkeklerinin pek hoşlanmayacağı bir anekdot anlatıp, “oturum da burada bitmiştir” demek zorunda kaldım. Vaka gerçekten çok hoş. Ertuğrul firkateyni batıp da kurtulan bir avuç Türk denizcisi yakındaki bir adaya çıkar. Lakin köy pek fakirdir ve Japonların sadece bir çift elbisesi vardır. Biri yazlık, diğeri kışlık ve pek tabii ikisi de kimono! Nazik Japonlar karaya çıkan Türklere bir takımlarını verirler ve böylelikle Ertuğrul survivor’ları memleketimin ilk ve son kimono giyen erkekleri olurlar! Bu da size kapak olsun anacııım…

Ertuğrul deyince, Ertocuğum bizi Bodrum'da deniz kenarında hoş bir yere götürdü. Erol da "İki hafta sonra buralarda atım atacak yer kalmaz, vıcık vıcık olur" diye dert yanarken, Erto'dan tepki: "İnşaalllaaah". Çocuk turizmci, ne yapsın! Ertocuğum endorfin gibi, mutluluk veriyor insana...

Arif Hoca fitness’a vermiş kendini Serkan’la. Lakin bütün dedikodular buradan çıkınca mekânın adını “fitne centre” olarak değiştirmişler. Pek beğendim bu adı. Size istikbalde enfes bir fıkrasını anlatacağım.

Gezi boyunca Abdülhalik Hoca’dan Arapça dersleri aldım. “Benim gönlüm şarhoştur yıldızların altında” çevirisi yaptık: “Kalbi sekran taht’el nucum” Bu esnada öğrendiğim en güzel şey “sabah ful wa’l yasemin”di. (Sabahınız ful ve yasemin çiçekli olsun). Bu Araplar böyle retoriklerden buralara nasıl gelmişler, aklım almıyor doğrusu. Mevcut Araplar’ın atası olamaz bunlar anacıım… Öyle olsa bu genetik biliminin külliyen çökmesi demek olur.

Dönerken uçakta yine en gırgır tayfa tehlikeli taşlar olarak yan yana geldik. Hostes konusunda girdiğimiz bir iddia üzerine, oyuna hostesleri de bulaştırmak zorunda kaldık. Ben de tam bu esnada üniversiteden bir arkadaşın bir hostese ettiklerini hatırlayıverdim. Sık seyahat eden arkadaş uçakta bir hostese “size kartımı versem ayıp olur mu?” der. Hostes de nezaketi cebe atıp “evet, olur” deyince ısrarlı sapık arkadaşımız kartı elindeki kitabın arasına koyup steward’la yollar kıza. Akşam bir sms alır. “Ay, sen neden bana bu kitabı yolladın?” Kitabın adı mı? “Beynimizi daha etkin nasıl kullanırız?”

Katerina kendinden 18 yaş küçük birine âşık olmuş, bana dert yanıyor. (Arkadaşımın adından mütevellit iğrenç bir espri yaptığınızı duyar gibiyim, bundan hemen vazgeçin anacıım). Kızcağızı rahatlatmaya çalışıyorum birkaç gündür. (Zaten ben bu Yunanca’yı Yunan kızlarını avutmak için öğrendim ya! Kadere bak!) İşin tuhaf yanı üç yıl önce Kiklatlar’da tatile çıktığımızda da aynı dertten muzdaripti, o zaman da ikna etmiştim kendisini bunun gayet güzel bir şey olduğuna, aşkın saçma, mantıksız, saçma ve şuursuz seklinin en makbulü ve uzun süreni olduğuna, lakin akıl portatif olduğu için ara sıra yerinden çıkıyor. Kronik olarak nüksediyor. Ona Borges’in 87 yaşında öldüğünde 20’lik bir sevgilisi olduğunu, kuzenimin biraz daha abartıp kendinden 12 yaş küçük bir yakışıklıyla evlendiğini, çoluk çocuk içinde hâlâ büyük bir aşk yaşadıklarını, Picasso’nun 34’lük Jacqueline’le evlendiğinde 80 yaşında olduğunu söyledim… Ooo, daha neler neler anlattım. Şimdi de verdiğim gazla çocuk yuvasından daha ufak bir model alıp kaçmasından korkuyorum.

Geçen akşam Kardak’a tepeden bakan enfes bir terasta bira-rakı eşliğinde eğlenceli hikâyeler birbirini kovaladı. Sağ olsun Erol beni dünyalar tatlısı kuzeni ve eşiyle tanıştırdı. Ducan Abimiz ve de İsveçliler görmezken yedik, içtik. Çocukluğumuzu bedelli yapmış gibi güldük yine. Yukarıda bahsi geçen aşk ve yaş farkı söz konusu oldu, bende anlatacak bir şey olmaz mı hiç! Çatlak bir Katalan’la evlenmek üzereydim. Had safhada yakışıklı, eğlenceli, kültürlü, konservatuarlı, zevkli, uzun lafın kısası marazi kıskançlık dışında türlü erdemleri olan bir âdem evladı idi. Walakin ailede kimseciklere beğendiremedik. Annem merak edip tanışmak için yemeğe çıkardı bizi. Kardeşim zaten Jordi’ye hikâyenin başından beri kıldı, benden 18 yaş büyük olmasına da katlanamıyordu. (Kendisi malum zekâ enflasyonunda lafları tam gediğine sokmak ilminde kavrulmuştur). Masada Fransızca konuşuldu çaresiz. O zaman el kadar olan Merve’nin dediği bir şeyi annem Jordi’ye çevirdi, o da “Çocuk hindi yaşında, ondan madam”, deme gafletinde bulundu. (İspanyolca tıfıllık anlamına gelen “edad del pavo”.) Merve de kafasını yemekten kaldırmadan, “o zaman şunu da bir çeviriverin, kendisi de kaplumbağa yaşında”, dedi ve ekledi: “Kaplumbağaların 150 yıl yaşadığını da biliyordur inşallah!”.

Katerina ve tatil deyince, gezi kitabım için yazdığım bu Paros-Andiparos seyahatini bir daha okudum, güldüm çaresiz. Şöyle başlıyor: “Bu yolculuğun kahramanları dört kişi: Ben, Katerina, Yorgos ve Ioanna. Ortak yanları otuzlarında, tarihçi ve kız kurusu-müzmin bekâr olmaları. Malum, dilimiz her ne kadar cinsiyetsiz olsa da maço bir topluma ait olduğunu her fırsatta ortaya koyuyor. Kız olunca kız kurusu, erkek olunca müzmin bekâr! Oysa Yunanca’da her ikisi de aynı kefede: “Yerondokori”. Linguistik mesele her ne olursa olsun, bu dördümüzün de evde gördüğü şiddeti değiştirmiyor. Evlenme baskısı şiddeti. Evet, biraz da bundan kaçar bir halimiz var. Özellikle de Yorgo. Bizimle gelmezse Kavala’ya ailesinin yanına gidecek ve orada her yaz maruz kaldığı baskıya maruz kalacak.” Bu arada aklıma gelmişken, Yunanlar bir de evde kalanlar için “rafta kalmış” diyorlar ya, bayılıyorum. (Erol olsa, “vallahi bu kız Yunan ajanı” derdi yine) . Yazının başlarında şimdi büsbütün unuttuğum bir detay daha görüyorum: “Annem yola çıkmadan önce tek bir şey tembih ediyor bana, ‘sakın âşık filan olayım deme, uğraşamam bir daha seninle’.” Gerçekten de sıkı sıkı tembihlemişti. Kadının sözünü nasıl sıkı tuttuysam, üç yıldır bırakamadım. Son kalan âşık olma yetimi de kaybetmenin arifesindeyim. Geçen gün Mr. Mutluluk Hattı’yla birbirimize soruyorduk, biz niye böyle olduk diye. Ruhumuz kurudu vallahi.
   İşte o tatilden fotoğraflar. Annemin benim için bulduğu sıfat gereği: "Benim kızım yeldeğirmenik depresif!"



Katerinacığım gerçekten sıra dışı bir kadındır. Akıllı, güzel ve eğlencelidir. Hayatta beni en güzel tanımlayan insandır. “Kızım sen deli değilsin, tımarhanesin!” diyerek beni “trelokomio” diye vaftiz eden ta kendisidir. Ayrıca “benim küçükken koka kazanına düştüğümü” iddia eder. (Düşünün artık 37 yıldır sigara bile içmedim!) Fonda çılgın kadroyla Nice sokaklarındayız... Yorgo, Maria, Katerina ve bendeniz!

Bugün Erol “Akdeniz tarihi” dersimde harika öğrencilerime başka bir açıdan deniz tarihi anlattı. Bizi mesut etti sağ olsun. Bu arada strateji anlatırken sınıfa sordu “evlilik stratejik bir karar mıdır?”. (En önden “yok şekerim, stratejik değil katastrofik bir karardır”, demeyi çok istedim). Strateji ilmine göre bu karar dünyanın sonraki durumu üzerinde etkisi olursa stratejik oluyormuş. (En ön sıradan öyle anlaşılıyordu en azından). Yani çocuk yapıp, nüfus çoğaltmak gibi. Kendi kendime pek bir güldüm için için. Bence bu teoriye göre evlenme değil, evlenmeme kararı stratejik. Mesela bana ve evlenme vaadiyle kandırıp sonradan kaçtığım erkek faunasına bir bakalım ve sonra karar verelim: Jordi, 3000 km’lik yol yapıp, ne badireler atlatıp arabasını ve evini taşıdı, nikâha on gün kala sırra kadem bastım. (Hala İstanbul’da nerede bir kırmızı Z-3 görsem korkarım). Juan’a bakalım. Ben istiyorum diye çok tiksindiği halde kırmızı deri koltuklar, mor halılar ve daha ne rezil şeyler aldı. Şimdi çiçekli perdelerine bakıp ne küfürler savuruyordur! Başka bir zat da şu anda mor perdeleri üstüne giymiş “Cihangir delisi” olarak dolaşıyordur. (Bunun esprisini perdeleri alırken yapmıştık). Ben bir de utanmadan bu yüzüklerin hepsini takıp takıştırıyorum. Allah kimseleri benim elime düşürmesin anacccımmm. Şansal, bir de şunu durdur bakayım…

Bu ay en çok anlattığım Don Quijote oldu galiba. Lakin sonradan fark ettim ki her seferinde anlattığım en eğlenceli kısmını unutmuşum: Plato’nun en tepesinde pek tabii “platonik” versiyonu olan aşk merdivenini. Sonra da Don Quijote’ye “bize sevgilinin

buğday tanesi kadar da olsa bir resmini göster bari” diye baskı yapan adamları hatırladım ve güldüm. Anacııım, öyle bir şey bulsam dükkân senin!

Şöyle bir diyalog geçmiş birisiyle aramda, şimdi kim hatırlamıyorum. Not defterimde buldum, pek bir güldüm:


-Susam Sokağı’nı biliyor musun?

-Hayır.

-Niye? Sen çocukluğunu atladın mı?


Şekerim, ölülerin bile saçları uzar, benimkiler uzamıyor. Nerde kaldı hayallerim! Şöyle paçalarıma kadar uzatıp kaleden salacaktım ben onları aşağıya!

Bu aralar etimolojik kitaplara kaptırdım yine kendimi. Ben de ölmeden önce bir tane yazacağım. Bir arkadaşım bunun benim opus magnum’um olacağını söylüyor. Farsça gece lambası sanırım en sevdiğim kelime oldu bütün bu etimolojik yolculukta: Şahid-i macera!

Radyolarını yeni açanlar için geliyor: “Bu mudur?”
“Modern zamanlarda aşk yorulmuş mudur? Bu mudur?

Senin kalbin boş mudur? Çalsam evde kimse yok mudur? Bu mudur?”