26 Mayıs 2011

JÜPİTER’DE HALAY ÇEKMEK…

Anacım, hepinizin adına yaşıyorum vallahi… Nancy’cesi:  Al dunya helwa ! Benden iyisi yok. Hafta sonu yine Poseidon deniz fenerindeydik tüm Yücelistler olarak. Yedik, içtik, bol bol güldük ve gecenin 2’sine kadar Don Kişot konuştuk. Daha ziyade ben anlattım, ahali de kaçacak delik aradı. Dersimiz ara sıra çocukların “Deniz Abla, koş!!” çığlıklarıyla bölündü. Fener ailesinin köpeği –kendini bir rahibe gibi yıllar yılı iyi konserve etmişti- sonunda bu bekleyişi beyhude bulmuş olsa gerek, yakışıklı bir köpekle romantik bir sahada buluşmuş. Sabah kahvaltı sırasında Reçel (the kuçu) çimleri kemirmeye başlayınca –köpekler başları ağrıyınca çimen yermiş- doktorumuz da “dün gece hiç öyle demiyordun ama”, dedi Reçel’e. Çaresiz dağıldık gülmekten.


Sabah erkenden kalktık. Oymakbaşı hocamız kumandasında dere tepe yürüdük. Dar bir yolda bir inek sürüsüyle karşılaşınca hiç şansımızı zorlamadık. Ben fenerin inek kellesinden mamul korkuluğunda aradığım erkeği buldum: Sigara içmez, okur-yazar, dırdır-proof, hedonist….

Börtü böcek ortamı sevmeye başladım. Kendi içimde yeterince vahşi bir doğa yaşadığı için fazlasını bünye kaldırmıyor doğal olarak. Portekiz’den bir sempozyumdan dönerken Salamanca’ya uğramıştım. Çok sevdiğim dostum Adolfo bana bir sürpriz yapmış, gece yürüyüşü ısmarlamıştı bana. 45 insan evladı gecenin bir vakti dağ kenarın toplanıyor, gece boyunca dağı çepeçevre geçiyor, dereler atlıyor, kıçını dikenlere sokuyor, ellerinde fenerlerle gün ağarana dek ordu pozisyonunda yürüyor. Değişik bir fantezi anlayacağınız, walakin hiç benlik değil anacım! Kurt sesleri, karanlık delikler, bir taraf derin uçurum… Başladım ağlamaya. Gece boyu sızlanıp zırıldadım. Uçurum kenarında küçük bir meydan çıkınca karşımıza orada gece tiyatrosu oynandı interaktif bir şekilde. Buna bile kanmadım. Son nokta minicik bir köyün harika bir ahşap restoranında toprak sürahilerden içtiğimiz sıcak çikolata ve löpürdettiğimiz kedidilleri idi. (Orası tam benlikti). Bir daha da nah bana gece gezisi, nah bana sürpriz tabii, doğal olarak… (Şey, bir bardak daha sıcak çikolata alabilir miyim aciba? Kedidilinden de kaldıysa…)

Vağarşak Bey’in bir arkadaşı Türklerin akıllarını hayırlı işlerde kullanmış olsalardı şimdi Jüpiter’de halay çekeceklerini söylemiş. Pek bir güldüm.

Pür-azim rejime devam. Hiç de demokratik olmayan bu rejimle bakalım nereye kadar. İncecik olup derilerimi Türk Hava Kurumu’na bağışlayacak forma gelene dek yola devam.

Başbakan da altın çilek kullanıyormuş. Sağlığının sırrını buna borçluymuş! İster misiniz şimdi bende de bir metamorfoz görülsün? Ben de diyorum içimdeki bu satıp savma arzusu nereden geliyor? O evi satalım, bu arsayı satalım, onu satıp bunu alalım. (Neyse ki evde beni kaale alan bir insan evladı yok, yoksa kuzenimin nasihat ettiği gibi annemler evde yokken evi satıp Brezilya’ya kaçardım beş kere –en iyi ihtimalle-.) İki kutu sonunda şöyle bir hale gelirsem daha fazla topluma zarar vermeden çaremi bulun anacıımm: Tam sekiz hafta sonra Haydarpaşa’ya beş yıldızlı bir otel yaptırıyorum. Sonra YÖK, ÖSYM, ne varsa özelleştirip hepsini Araplara veriyorum, sonra da akıllı tahtanın önüne geçip (dengeyi sağlamak için, malum bu aralar mitingler de pek bir bahseder oldular akıllı tahtalardan, biz üniversiteye aldık, tam anlamıyla bir moka yaramayan bir halt olduğunu ilk hafta anlayıverdik) elimde akıllı tahta kalemimle size Arap harflerini öğreten “ilk öğretmen” pozu veriyorum. “Benim belediyelerim”e yollarda mağazaların korkunç “reklam evleri” yapmasına izin verip yayaya yol bırakmıyorum, internetle yurdum insanın bağını yavaş yavaş kesmeye başlıyor bir İran modeli yaratıyorum, google alt logosu olarak da kendi resimlerimi yayınlıyorum gece gündüz ve daha neler neler… Anneciğimmm, bu muhtemel müstakbel halimden çok tırsıyorum ve hemen altın çilek kutularını imha ediyorum. Alo sağlık bakanlığııı mı? Ne, Arapça için 2’ye mi basayım?

Hayatta sadece ve sadece benim başıma geldiğinden hiç şüphe etmediğim bir sürü şey vardır, lakin her gün her gün de vukuat olamaz ki anacııım! Haftada bir sabah tam anlamıyla kargalarla kalkıp kör bir saatte Niça’yla 3 saat Yunanca laflıyor, ders (daha ziyade kahvaltı) yapıyoruz Eyüpcüğüm’le. Bu sabah dersin ortasında kapı çaldı. Niça’yla Antoş bir birilerine bakıp koptular. Eski sevgilim gelmiş, bir zarf bırakmış Niça’ya. Sabahın kör saatinde! (O da Niça’dan Yunanca ders almıştı). Zarfın içinde de ondan da eski Yunan sevgilime ait evraklar var! (Birbirlerinden nefret eder bu iki genç, hatta telefonda uzun uzun birbirlerine küfretmişlikleri var benim yüzümden, “düş peşinden kızın”, diyerekten. Aşk hayatımın uluslar arası krizlere sebep olduğu zamanlar, - tarihten sayfalar-.) Sabah sabah içtiğim/içemediğim çayla boğuluyordum gülmekten. Tanrım sen beni film yapıp izliyor musun ya?

Rebel Moves dinliyorum bu aralar, özlemişim. 18 yaşındayken bir Rock dergisindeki ilk röportajımı Ömer Ahunbay’la yapmıştım. China Band adlı enfes bir grupları vardı o zamanlar. Ahunbay hâlâ leziz müzikler yapmaya devam ediyor. Bu aralar deli gibi şehir şehir –haftada iki şehir!- dolaştığım için, eski travmatik günlerimi hatırlayıp Rebel Moves’dan kendime “oh be, sevgilim yok rahatım” şarkısını söylüyor, zıp zıp zıplayarak bavullarımı hazırlıyorum. Nerdesin? Kim var yanında? Yine mi seyahat? Ne zaman döncennnn? Höyyyyyyt! Bu ne be, sahibinden satılık, az kullanılmış, temiz ruh mu? Ben dağıtmadan çabuk kendiniz dağılın! Daaalın!

Bu akşam Denizciğim’le biricik doktorcuğumuz/felsefe hocamız Levent geldi. Kahkahada sınır tanımayan doktorlardan kendisi. Stokları doldurduk. Evlendiklerinde hocamız onlara ev hediyesi olarak güzel bir Osmanlıca hat vermiş. Üzerinde de “Bu da geçer ya hu!” yazıyormuş. Deniz günler sonra bu güzel yazının anlamını öğrenince eve heyecan gelmiş  Ercüment Hoca’nın evinde de duvarda Arapça bir yazı vardır. “Bir Shakespeare hocasının evinde ne işi olur?” derseniz, işte el-cevap: Herkes uhrevi bir şey sanar, oysa ki: “Aklın kadar konuş” yazar.

Levent gelince konu felsefeye kaydı tabii. Ama gecenin bir yarısı birayla yapılan felsefe sohbetinde en derin konu Sokrat’ın cadaloz karısından çektikleri oldu. Yine Ercüment hoca’nın tarihi sözü geldi aklıma: “Wise men stay at home: Sokrates, Kafka, Kant…” O an ışığım yandı, anladım neden Sokrat’ın evde oturduğunu/-mak zorunda kaldığını. Onu da Nereye gidiyorsun? Ne zaman döneceksin? Nerde kalacaksın? Yanında kim var? Diyerek etkisiz hale getiren biri varmış, adamcağız da çaresiz evde oturup felsefe yapmış. Levent’in yaptığı karikatürlerden birine de değinmeden geçmeyelim. Küfedeki Diyojen’e karısı gelir, “Kocacım, kuaföre gidiyorum, ne yaptırayım?” Akabinde de meşhur cevap!

Evlilik, çocuk deyince çaresiz aklıma geldi. Geçen yıllarda yeni bir Live-Aid yapılmıştı. Roman kahramanlarımdan biriyle hezeyan halinde izlemiştik. Konserin bir kaydını alsak deyip, sonradan ne işe yarayacağını düşünmüştük. Eee, ezelden beri çocuk mocuk da istemediğimiz için kime seyrettirecektik acaba da saklayacaktık kaydı? Aklıma geleceğimizin parlaklığını kısaca özetleyen güzel bir fikir gelmişti. Yaşlanınca cama çıkıp mahallenin ufaklıklarından birine “pişşşt, gel sana bir şey seyrettireceğim” diyerek çocuğu etkisiz hale getirerek Live-Aid’e maruz bırakacaktık.

Hayat bir maç olsa, kritik yapsak, tekrar tekrar izlesek. Şansalsal bir şekilde dondursak görüntüyü, 70 milyon üşüşsek ekranın başına, düşünsek. Kırmızı kart rekorlarını kimseciklere bırakmazdım herhalde.

Mantar avı vaktimiz yaklaştı. Süper Mario gibi mantarlarla büyüme ihtimalim var mı sizce? “Ben nasıl büyük adam olucam?” Aslında daha fazla büyümek istemiyorum! Mesela cinsim buymuş, mesela en fazla bu kadar büyüyormuşum… Yeni bir mantar partisi de vuku bulduktan sonra son bir sene içinde en çok gittiğim şehir unvanını Sakarya kazanacak. Çocukluğumu bedelli yapmış gibi gülüyorum orada. Çılgın Sakarya akademisyen taifesiyle Ormandiya’ya gitsek, şarkılar söylesek, gözü açılmadık fıkralar anlatsak…

Bugün enfes bir Efes-Pilsen tişörtü gördüm: “Göbek bu tişörtün altındadır”. Göbekli sarı bir ecnebi giymişti ve anlaşıldığı kadarıyla ne giydiğini bilincinden değildi.

Ben Bodrum’a gidiyorum anacıııım. Beni özleyin ve bekleyin!