4 Mart 2013

EVDEKİ TEK HAYVAN

  
-Rüyada Serdar Ortaç'ı görmek neye delalettir acaba?
Sabah 8.30 dersi. İspanyolca. Çocuklar uykularını da beraberlerinde getirmişler derse. Sınıftan içeri girip “Buenos días” bile demeden gençlere bu soruyu sorarsan adın hafif kontağa çıkar tabii Özlem Kumrular.
-Haa, rüya tabirleri kitabında böyle bir madde yok da. Siz de haklısınız,  elimi korkak alıştırmasaydım değil mi? Şöyle bir Antonio Banderas, bir Fele Martínez.
   (İyice sıyırdım bu aralar. Geçen gün çok konuşan bir öğrencimin dibine kadar yaklaşıp “Ben senin susma ihtimalini sevmiştim” dedim. Çocuklar iyice deli olduğumu anladılar çaresiz.)
      Vallahi bana bir haller oluyor. (Emrah’ın dediği gibi, o haller bana 40 yıldır oluyor zaten). Geçen gece üzerinize afiyet eski Kargo şarkıları dinledim, ağla ağla bir hal oldum. Rüyamda Serdar Ortaç’ı simsiyah dişlerle gördüm. Beni güzel bir restorana götürüyordu. Hayatta her şeyin bir açıklaması vardır diyen dostum. Al güzelim, bunu açıkla.
        9.30, ders çıkışı. Güvenlik.
-Hocam, siz dersteyken sizi görmeye bir yabancı geldi. (“Net ölçü birimleriyle konuşabilir misiniz?” demek istedim. Hangi yabancı? Kime yabancı? Yabancıysa zaten bana yabancı değildir, ama kim bu?)
-Yabancı derken?
-Yunan gibi, Rum gibi. (Hah, buradan yak. Bana yabancı değil ki! )
-Yaşlı bir amca mı? Kel.
-Hayır.
-Gözlüklü, uzun boylu, yakışıklı bir herif mi? (Peder Yannis olabilir, gerçi kiliseyle üniversitenin yolunu karıştırmayacak kadar zeki. Ayrıca rüyasında beni görme ihtimali, vaftiz kurnası görme ihtimalinden çok daha düşük ama olsun umut en son kaybedilen şeydir.)
-Hayır. (Dedim size, niye görsün beni rüyasında. Yoksa cüppeyi asardı zaten, biz de mutlu mesut etimolojik yuvamızda yaşar, etimolojik çocuklar yapardık.)
-Biraz dolaşıp tekrar gelecekmiş. (Hey yavrum! Azme bak.)
      Velhasıl çıkaramadım kim. Az sonra elinde bir adet gülle Haris çıkageldi. Nezaket, romantizm, sürpriz  büyüyor tabii bünyelerinde. (Bu arada güvenlikteki güzel kızlarda anlamlı bakışlar göründü.) Çay, kahve içmeden hatırımı sorup gülü bırakıp gitti. Film karesi gibiydi. (Sebastian, bunu not al, ileride film yaparsak kullanırız. ) “Açıklayabilirim” diyecek halde değildim fakültedekilere, bıraktım dağınık kaldı. Artık hiçbir şeye şaşırmıyorlar zaten. (Onu bunu bırak da esas ben şaşırdım duruma. İşin garibi de bu bence.)
       Ertesi gece de rüyamda sırtıma yorganımı sarınıp Napoli’de üniversitede derse gidiyordum. Allahım sen bunca insana akıl dağıtırken ben neredeydim? Rüya tabirleri kitabında “Rüyada Napoli’de yorganla ders vermek” diye bir madde var mıdır ki? Merak ettim, yorgana baktım. Evlenmeye delaletmiş. Olay Napoli’de geçiyorsa bence sorun yok. (İtalyanlarca var tabii). Bu yıl Mart ayında Napoli’de ders vermeye gitmedim, ondan mı gördüm acaba rüyayı.
        Evlilik geyiklerimizin ortasında durmaya devam ediyor. Cafer’e sözüm var, nikah şahidim olacak. (Nalı bulduk, eksikler: 3 nal daha, bir at, bir de prens). Vaka bu yıl için tasarlandığına göre (Benim tarafımdan değil, kader tanrıçaları tarafından) Cafer’in kilo vermesi gerekiyor. Senaryoyu kurduk hemen. Cafer son ana kadar zayıflamayıp sonunda İsveç diyeti yapıyor. (Sevgili okur hatırlayacaktır. İsveç diyeti dünya nüfusunu kırmak için İsveçliler tarafından tasarlanmış, lakin hiçbir İsveçli tarafından uygulanmayan  bir diyet, ölümün kız kardeşi. 2 haftada 4-10 kg). Cafer’in nikah masasında tansiyonu düşüyor ve tam “evet” diyecekken bayılıyor. Nikah memuru, diğer nikah şahitleri ve bahtsız damat ile birlikte hastaneye gidiyoruz. Bir ‘sí’ bile diyiveremeden gidiyor Cafer. Ben de doğama dönüyorum. Bu arada nikah şahitleri hayli “çoğul”lar çünkü benim nikahıma şahitlik etmek ağır iş. En az 10 şahit var, her şahide de ayrı bir şahit atanmış. (Arkamı dönüp kaçarsam birisinden biri available olsun maksat.) Kaçmışlığım yok değil malum. (Cafer, ayılmazsan senle yüzükleri fifty fifty paylaşırız. Ben de Allahı var o koleksiyonun nasıl olsa J Yarısını satıp tatile bile gittim. )
      Eski günleri anma haftamız. Mazi, Niyazi durumları (Arapça Past Tense’e Mazi denmesine ne demeli?) Caferciğim’in Ünye’de geçen çocukluğundan manzaralar izledik. Telefonla adam işletmek bizim milli sporumuz malum.
-Alo? Aslan Bey evde mi?
-Yanlış numara.
-Ya Kaplan Bey?
-Yanlış.
-Evdeki tek hayvan siz misiniz?
   Ünye küçük yer olduğundan beklenmedik vakalar da olabiliyormuş tabii.
-Alo? Aslan Bey evde mi?
-Caferrr. Oğlum sen misin?
-Hııı, Kemal Amca, siz misiniz? Evet benim L
      Tatlıdır bu evladiyan sporları. Biz de neler yapardık. Yaş 15. Kültür Koleji’nden can arkadaşım Özlem’le daha okulu kırıp Köprüaltı Kemancı’ya dadanmamışız. Lokal eğlencelerle avunuyoruz. Süleyman isimli adamları arayıp “Kanuni Sultan Süleyman”la görüşmek istiyoruz. Akıl sır ermez. Nasıl bir hasta milletsek (bu arada karşı taraf hasta da biz sağlıklıyız sanki ) Süleyman Abiler’de bir heyecan oluyor, Allahın bir Süleyman’ı da kalkıp “de get, manyak mısın!” demiyor. Hepsi kulağa varan ağızlarıyla “hele benimmm” diyor.  (Milletin bu marazi noktasını dizi iyi kaptı ha, biz akıl edemedik J ) Biz de adamları mutlu halleriyle bırakıp kapatıyoruz telefonu. Böyle anlardan birinde telefonu kapatalı uzun zaman olmuş. Köşede kikirdeşiyoruz. Derinden bir ses geliyorrr, Allahım nereden geliyor bu ses! Olacak iş değil! Kulaklarımıza inanamıyoruz: “Evet, benim, Sultan Süleyman benim, buyrun, benim, alooo? Sultan Süleyman’ım ben!”  Telefon tam kapanmamış, herif son on dakikadır kendisine iki telefon sapığı tarafından verilen payenin tadını çıkarıyormuş. Kelimelerin bittiği yer bence. Kanunimania denen bir hastalık var genlerimizde yeavrooomm...
        Derya beni Bünyat adlı bir arkadaşına yemeğe götürdü. Kanlıca’ya geldim, telefonla yönlendirdiler. İçeri bir girdim veeee... Ancak benim başıma gelebilecek bir tesadüf. 17 milyonluk İstanbul’da insan daha önce yakın bir arkadaşının oturduğu eve misafirliğe giderse el altından oha denmez mi buna anacımm? Özcan’n (Yüksek) evi bu anamm! Aşkın Beş Hali’nde anlattığım Ozan’ın  evi: sabah uyandığınızda yattığınız yerden üzerinize Rus gemileri geliyor gibi olan uçuk odalar. Hayatta diş fırçamın olduğu toplam dört ev vardır, biri de oydu.  Benden başka kimin başına böyle bir tesadüf gelme olasılığı vardır sizce? Ay kız, bir hüzünlendim durduk yere sorma.
       “Aa, anlatın anlatın, yarın blog’da okursunuz”, dedi Derya. Hee, yalan yok. Yazıyorum ne yapayım.  Gecenin üçü: “Şimdi eve gider, 10 sayfa yazı yazar, öyle yatar” dedi. Sen anlat komik şeyler, ben yazmayayaım. Olur mu ciğerim! Derya da eski Berlerbeyili. Yalıdan denize girdikleri günler.  Dedesi bir gün denizde yüzerken diğer uçta kel kafalı abiler görüyor ve “dur şu emekli subayların yanına gidip onlarla birlikte yüzeyim” diyor. Yaklaşıyor parlak kafalılara. Ne çıksa beğenirsiniz? Fok balıkları!
     “İyi yaşanmış bir hayat yeterince uzundur”, demiş Vinci’li Leonardo.Son bir haftadır hayatım bir şey şeridi gibi gözümün önünden geçiyor, bre ne şerididir bu? :=) (Bknz. Selçuk Erdem) Sen yıllar yılı müzik dünyasında çalış, Rock alemlerinde gününü gün et, sonra sıkıcı tarihçiler arasına düş. Kader tanrıçalarınına oyunu mu bu? Bana bakın Fata’lar, buraya kadarmış. Hafta sonu Ankara’ya gidiyorum ben arkadaş. Tarkan’la coşarız dans ederiz, eski günleri anarız. Toptopum’la koparız. Tarkan 90’ların Ankaralı ilah gruplarından Witchtrap’in babası. Dire Straits’i bile bilmeyen cahil gençlerden onları bilmesini bekleyemeyiz tabii. (Sınıfta köpürdüm geçen gün, Dire Straits’i bilmeyen üniversite öğrencisi mi olur looo! Kalibre dibe vurdu iyice.) Witchtrap deyince akla dalaklı konser gelir.  Bizim çatlak gençler konserlerden birinde seyirciye sakatat atmışlardı. Bittabi pişirmeye gerek duymadan. Türk Rock tarihinin en unutulmayan (unutulamayan) konserlerinden olmuştu.
       Bir otobüs dolusu grupla Antalya’ya konsere gitmiştik. Ben de konserin resmi müzik yazarı olarak katılmıştım. (Konser gecesi hastalanıp konseri odamda derinden uyuyarak geçirmiştim, o başka). Dönüş yolunda konser otobüsünde aşık olmuş, bunun yanı sıra pek çok muhteşem dost edinmiştim. Ascreaus Emir sanırım hayatımın ilk ve son aşkı olmuştu. (Ben İspanya’dayken 3 ay boyunca günde 4 sayfa mektup yazmış, her birini renkli zarfa koymuştu. İspanya öncesi bitirmem gereken çeviriyi yetiştiremediğim için ben uyurken işini gücünü bırakıp çevirime o devam etmişti. ) Canımın içi Tarkan’la yıllar yılı mektuplaştık. Evimde onun mektuplarından oluşan özel dosyalar hâlâ durur. Bir insan evladının okuyup okuyabileceği en komik şeylerdi bunlar. Türk Rock tarihinin de canlı kaynakları tabii. Size izin verirse o mektuplardan alıntı yaparım. Konser sonrası en yakın dostum olan Parricide’ın davulcusu Serdar ve dünya tatlısı ev arkadaşı beni defalarca prenses gibi ağırlamışlardır. Harbiye’deki evlerinde kamp kurmuşluğum vardır.  Bana inanılmaz yemekler, müzikler ve hikayeler dolu günler yaşatan bu dostlara buradan selam olsun. O konserin organizatörü Tayfuncuğum’a da buradan el sallayayım. (Kendisi  geçen gün beni bu nostaljik günlerimde en çok avutan muhteşem cümleyi kurdu: “Özlem Kumrular’a ait şeyler eskimez, klasik olur”. Yürrrüüü be, adamın dibisin Tayfunum.
          Kargo dinliyorum. Sadece dinlesem iyi, biraz da zırlıyorum dinlerken. 1993’te ilk albümleri çıktığında ilk röportajlarını ben yapmıştım. (Türkcell reklamındaki velet gibiyim, “ben ağlıycam galiba” L Ne güzel şarkılar yeavroom onlar öyle, ne güzel sözler. MŞŞ’min alnından öpesim geldi yine. Ankara’ya koca bir tren dolusu grupla gitmiştik. Kargo, Bulutsuzluk Özlemi, Kesmeşeker, ohh, kimler kimler (diğer grupları hatırlayamadım, böyle de bağ yaptım araya.) trenin restoranı istila etmiş, yiye, içe, güle güle gitmiştik. Sandalyeler döner sandalye, dolayısıyla aynı anda diğer üç masada birden olabiliyordun sağa, sola ve arkaya dönerek J Hayatında ilk defa yayla çorbası içen Hilmi garsonu “ne bu ya, beyaz çorba mı oluri kutup çorbası mı bu ya!” diye haşlamıştı. Hâlâ her seferinde aklıma gelir.
      Alice Cooper dağılmış diye bir espri yapardık. Sınıfa sorsam bir anlayan çıkar mı acaba? Anacııım, eğitin bu gençleri.
       Dün gece yemekte Derya’ya  “ay, kim kaldı sigara içmeyen, bir sen, bir ben, bir de bebek” diyerek Ayşegül’ü gösterdim. Biz çok güldük. Derya hiç gülmedi. Çünkü onun içine henüz benimkine olduğu gibi popüler kültür kaçmamış. N’olcak benim halimm ya? Haydi bunu bildim, açıklayabilirim biraz zorlasam. Ya geçen gün kendimi okulun koridorlarında Ebru Gündeş’ten “sen yolunaaa, ben yolumaa” diye bir şarkı tutturarak gidiyor bulmama ne demeli? Hacı nerden öğreniyorum bu şarkıları ben? Maurizio gibi geceleri birileri bana radyo mu dinletiyor.
      İyi yaşanmış bir hayat yeterince uzunsa, ben sanırım onlardan fiyakalı birkaç tane yaşamışımdır di mi? Hayat bana güzel be...
      Bu kez adalet benden yana, sen yoluna, ben yolumaaaa, ooooo... İmdat, çıkarın içimden bunu! Arıtın, dezenfekte edin beni.