20 Ağustos 2010

DOLCE VITA ya da ROMANTİZMA!

    Ciaooo.... Kaptanınız konuşuyor. Sadece benim değil cümlemizin heyecanla beklediği seyahat pek bir başarıyla gerçekleştirildi. Fransız elçiler Kanuni’nin “Roma’ya, Roma’ya!” dediğini söylerler. Kanuni’nin “Tutte le strade portano a Roma” atasözünü bildiğinden şüphemiz var elbet, ama ne de olsa aklın yolu birdir, değil mi? Spatulayla kazınarak geri getirildiğim Roma’dan size hergün yazmaya niyetlenmiştim. Lakin Fransızlaşma işini bütün klavyelerini A klavye yaparak abartan Leo yüzünden heyecanla başladığım bir iki yazıyı küfrederek yarım bırakıp heyecanımı dönüşe sakladım. A klavyeyi kullanan tanıdığım son ölümlü dedemdi. O bile F klavyeye dönmüştü.


Gerçekten de cümle Romalı dükkânını kapatıp tatile gitmeden önce kapılarına utanmadan astığı “tatil nedeniyle kapalıyız” (Chiuso per le ferie) yazısını özlemişim. Sonuç olarak Roma tatil nedeniyle kapalı ve hayli sakin idi. Ben havaalanına ayak basana dek tabii ki! Devasa bavulumla Leo’nun Tevere Nehri’nin yanındaki enfes Monte Verde Vecchio semtindeki aile apartmanlarına invasif bir şekilde yerleştim. Kuzenler, amcalar başta olmak üzere irili ufaklı ortaya karışık akraba çeşnisiyle çenem düşene dek konuştum. Özellikle de evi silme Botero tablolarıyla dolu olan sportif kuzenin evinde “yakın geleceğimi” gördüm adeta. Evet, bir buçuk aylık trajik rejimden sonra İtalya’nın sonumun Botero’nun koca göbekli karıları gibi olması için en ideal yer olduğunu baştan biliyordum. Ama ilk bir iki gün umutsuzca diyete devam ettik. Birinci çoğul, çünkü Leo son gün itiraf ettiğine göre tanıştığımız günden beri rejimdejmiş. Her gün kaç gr. kaybettiğini de gün be gün yazıp saklamış. (Bana gösterdi, inanamadım!) Gördüğümde tam anlamıyla transparan bir kuştüyü formundaydı. Bir kaç gün geciksem kendisinden eser kalmayacakmış, neyse ki vakitlice yetişmişim. Velhasıl üçüncü günden sonra kendimizi büsbütün Roma mutfağına teslim ettik ve hayvanları bile şaşırtacak şekil ve gramajda yedik.


Leo’nun babasının tam benle yaşıt motorunu da kapıp “Rome by night” yaptık gecelerce. 1974 yılındaki motorların numarası 34’müş. Plakası Roma-34’le başlayan hoş bir sürprizdi bu bana. Ben, Roma ve İstanbul! Yarabbim, ne tehlike! Ve doğru Elif-Mario çiftiyle Roma’nın yemek stoklarını tüketmek üzere kentin diğer ucuna avdet ettik. Yedik, içtik, güzelleştik. Bir kez daha Roma’nın zerafeti en ince uzak noktalara kadar yayılmış güzeller güzeli bir şehir olduğunu fark ettim. Eşit kalınlıkta yayılmış bir altın tabaka gibi. Her milimetre karesi bir rüya olan şehir! Hele bir de gece ışıklar arasında motor üstünde uçarak ve şarkı söyleyerek gidiyorsanız.

O kadar çok şey yaptık ki yarısını dönüş yolunda unuttum bile! Unutmadıklarımın başında hayatımın kitapçısı Feltrinelli’ye gidişimiz var. Bir hafta boyunca iki dakikalığına bakkala gittiğinde bile “Aloooo? Nerdesin?” diyerek taciz ederek zavallıya full-time invasyon uygulayan ben, Feltrinelli’ye girer girmez “haydi şekerim, görüşürüz” deyince idrak yolları kapandı bir an yavrucağın. Kendimi kaybetmişim. Aldıklarımı görünce terörize olmuş bir şekilde Elif’e “Özlem Feltrinelli’yi satın aldı” demiş. İki yanında iki devasa torbayla motor üstünde uçan bir kız tablosu Romalılar için hayli eğlenceli oldu.

Bendeki de ne şanstır! Şarap ve yemek filmleri festivali vardı Roma’da! Hem de Palazzo Valentini’de! Hem de açık havada! Abdellatif Kechiche’den Kous-kous’u izledik ve bayıldık. Geçen yıl Aix-en-Provence’deki bir sempozyum arasında, eğlenceli bir araba yolcuğunda Niyazi Öktem’in bize Bob Azzam’dan söylediği “Fais moi le cous cous, cherie” şarkısı geldi aklıma. Veee, pek tabii film çıkışı yeme operasyonumuza kaldığımız yerden devam ettik. Hem de şehrin en güzel meydanında!

Bir gece Elif ve Mario’nun harika terasında mangal partisi yaptık. Mario yüzüğü takınca mangalizasyon süreci içine giriverdi haliyle. Pek yakında onu çizgili pijamalar ve terliklerle göreceğiz. Delikanlılar romantik mumlarla donatmışlar her tarafı, Elifçiğim parmak yedirten yemekler yapmış ve cümle çatlak arkadaşlarını da çağırınca gece pek bir hoş geçti. Zanzarre tigre (Kaplan sivrisinek) tabir edilen vahşi yaratıklar beni günlerce bıkmadan usanmadan yedikleri için artık âlemlerde bacaklarıma sardığım bir peştemalla dolaşır oldum. Bacaklarım çilek tarlası gibi oldu!

Sanırım Gaudi’den sonra en sevdiğim mimar Leo. Bahçe katındaki daireye tavanı dahil olmak üzer her tarafı camdan devasa bir mutfak yapmış ki akıllara zarar. Koala gibi yapışasım geldi eve. Kızların gitmeden önceki yorumları ise koala değil daha sağlam olsun diye kene gibi yapışmam yönündeydi. Pür zevk örneğiydi mevcut evlerin her köşesi.

Bu arada son zamanlarda sosyolojik olarak cadı kazanımıza attığımız büyük araba kullanan insanoğlun zıddı olan İtalyanları görünce yeniden düşündüm. Evet, arabanın büyüklüğü aşağılık kompleksiyle doğru orantılı. Mesela kendilerinden her daim emin olan İtalyan milleti, ruhunun (ve bedenin) eksikliğini devasa arabalarla gidermeye çalışmak yerine yeryüzünde mümkün olan en küçük arabalarla şehre dağılmayı seviyor. Dolayısıyla park sorunu da kalmıyor tabii bu fındık gibi arabalarla. İtalyanımın şov yapmaya ihtiyacı yok, kendisi başlı başına sahne sanatı zaten! En sevdiğim arkadaşım bunu enfes bir fıkrayla şöyle anlatmıştı: Efendim, tilkiyle tavşan gidiyorlarmış. Tavşanın arabası bozulmuş. Tilki de onu kuyruğuna bindirip evine bırakmış. Bu arada merak etmiş tabii: “Tavşan kardeş, bu kadar büyük arabayla işin ne?”. Tavşan herşeyi açıklayan cevabı vermiş: “Kuyruğum küçük de ondan!”

Leo’nun renkli spor ayakkabısı koleksiyonu varmış Paris’teki evinde. Yüz küsür çift! Sonunda beni anlayan bir ayakkabı fetişisti buldum. Tek farkımız onun bu ayakkabıları annesinden saklamak zorunda olmayışı. Benim ise işim pek bir zor şekerim. Evin envai ücr köşesinde, kutu kutu pense! Bir kazı yapılsa kimbilir kaç çift çıkar. Sıkıyorsa gelsin dede İffet'e göstersin, kemiklerini bir bir kırar vallahi. İffetsiz ortamda koleksiyon yapmak da iş mi!

Benim tatilden anladım Yunanca “tembeliazw” fiili. Canın isteyince kalkmak, kahvaltının hazır olması, evde döne döne tembellik eylemine devam etmek, dışarı çıkınca içeri girmemek... Skalanın en altındaki fiilleri icra etmek. Ayrıca her türlü kaprisinizi çekecek bir prensin mevcut olması. Tatil dediğin şeyin kökünde bu gizlidir, anacım. Leo’nun tabiriyle “kırmızı halı serecek” birisi. Hiiiç dönesim yoktu hani, ama hayat şartları malum...

İtalya çok şanslı! Çünkü moratoryum ilan ettirmeden döndüm. Az kalsın Roma’yı bütün bütün yiecektim. Sonuç mu? Şu anda Leo’yla eskisinden iki kilo daha fazla çekiyoruz. O rejime devam ediyor, ben “pek tabii” bu âlemde artık jübile yaptım! En sevdiğim fiiller mi? Mangiare, mangiare, mangiare. Hepsini de şimdiki zamanda çekiyorum!
   Ps. Fotolar Elifçiğim'in objektifinden. Bendekiler, Arkası Yarın'da...

   Romantizma, I. Bölüm’ün sonu.