30 Ağustos 2010

LASCIATEMI RACCONTARE… (Türkçe mealiyle, bırakın da anlatayım)

Yine ben, anacım. Üç şehir arasında yaşayan Mahmure Teyze sabah gözlerini açtığında nerede olduğunu anlayamıyormuş. Mevcut durumum bu. Apartman sakinleri beni koca bir yaz elimde devasa bir bavulla hayalet gibi merdivenlerden süzülürken gördüler. Avrupa Yakası’nın o enfes final bölümlerinden birindeki Burhan gibiyim. Karşı balkondaki adamı delirtip sonra da zavallıya bütün bunların bir halüsinasyon olduğuna inandırmaya çalışan Burhan üzerinde atleti ile sandalyeye yayılıp elindeki dondurmayı yalarken “Ben aslında yoğum” der. Bir baktım ki, ben de aslında “yoğum”. Özellikle de yönetici aidatları sorduğunda, “heeeçç yoğum”.

Deniz kenarında yapılan yaz tatilinin hası her zaman kızlar arasında yapılır. Sevgili tatile götürülmez. Ama bu tatil için müdavim yaş ortalamasının 280.9 olduğu bir otel hiç de uygun bir mekan değildir. Oysaki şartlarımız olgunlaşmıştı. Altın kızlar grubu olarak üç kafadar heyecanla Çeşme Sheraton’un deniz manzaralı odalarının birine kamp kurmuştuk. Birkaç günlük tembelizw’dan sonra Sakız’da Katerina’yla buluşacaktım. Adı Katerina olan hangi şahıstan tarihte hayır gelmiştir ki bana gelsin. Ekildik ey halkım! Hal böyle olunca ben de çok sevdiğim iki kız arkadaşımla çok yıldızlı tatil keyfine konsantre oldum. 98’den beri Türkiye sınırları içinde otel tatili yapmadığımı fark ettim. Bünye alışık olmayınca etrafta cirit atan eli kolu altın zincir dolu, peruk kafalı Rus ve Alman adamlarına, Arap Kadri tadında fake sarışınlara bakıp da kahkahayı basmamak pek bir zor oldu. Unuttuğum lezzetler bunlar. Son 12 yıldır deniz denen nesneye sadece İspanyol, İtalyan ve Yunan topraklarından girmiş olduğumu şaşkınlıkla fark ettim. Otel tatili zaten bünyeme ters. Sheraton “her şey içinde” tabir edilen sapkınlığa direnen otellerden. Dolayısıyla ehvenişer. Yani kafasını tepeleme doldurdukları tabakta unutup uyuyakalan Ruslar yok restoranda. Ex-kayınbiraderin tabiriyle, “kaldır bakalım o kafayı bir ya, belki doymuşsundur” adamları namevcut. “Her şey” olmasa da korkunç müzikler, kâbus gibi çocuk animasyonları, tek emelleri ölmeden önce Çeşme Sheraton’da kalmak olan sadece tek değil, neredeyse iki ayağı çukurda kıdemli ihtiyarlar, görünüşleriyle etrafa korku saçan erkek bozmaları hesabın “içinde” idi. Biz de haliyle kendimizi odaya kapatıp yemek saatine kadar “ağır” kitaplara dalıp bolca geyik yaptık. Tatilin kitabı Blackwater oldu. Otelin dibindeki kitapçıyı günde üç kez yemeklerden sonra “Hanefi Avcı’nın kitabı geldi mi?” diye taciz edip kadıncağızı hayatından bezdiren 150 kişi arasına girdik. Ayrıca Mergen porcini’li peynirle tanıştım. Bir peynirkolik olarak müptelası olacağım korkarım. Biz de Öz’le enfes bir hafta sonu programı yaptık! Yüzyıllık hayalimi gerçekleştirmeye karar verdim. Oktoberfest! Münich ve Passau’da –çılgın diyemiyorum, Almanların sözlüğünde böyle bir sıfat yok malum- bira dolu bir hafta sonu. Bu yıl altı milyon ziyaretçi bekleniyormuş Oktoberfest’e. Size Münich’ten bildireceğim. Kafamda koca bir şapka, üzerinde çiçek ve biradan kızarmış yanaklarla döneceğiz. Ve muhtemelen Bavyera’nın en bi sevdiğim Rock grubu Spider Murphy Gang’den bir şarkıyı söylüyor olacağız: “Ich schau dich an, Du bist so wünderschön/ Ich shau dich an, aber leider muss ich gehen!”


Bu arada Alaçatı’ya da gittik pek tabii. Sakızlı kurabiyelerinden yiyerek sakızlı şaraplarını stokladık bavullara. Roma’da “seferiyim” avuntusuyla götürdüğüm şarap, bira ve kokteylleri düşünüp daha fazla günaha girmemeye karar verdim. Kimi kandırıyorsam? Ben kronik seferiyim. Hatta İtalya’da “seferiyim” avuntusunun son demini uçağa binmeden önce süpermarketten şişe şişe aldığımız Leffe’leri Leo’nun bahçesinde mideye indirirken yaşamıştım. Edelweiser’den sonra tapındığım bir bira oldu Leffe. Psikopat yanardağ yüzünden Londra’dan kurtulmaya çalışırken kendimi Brüksel’e atmamın en güzel yanı Fethiye Hanım ve Deniz’le harika bir 24 saat geçirip bonus olarak da Leffe’yle tanışmam oldu. Manastırda doğmuş Leffe. Keşişlerin keşfiymiş. Bu sene yemek tarihi dersim pek bir eğlenceli geçecek. Hele de “applied” kısmı.

Şu anda Şarköy’de deniz kenarında, iğdeler, bağlar ve zeytin ağaçlarından ibaret küçük bir ormanın orta yerindeyim. Evimize ayak bastığımdan beri kaç saat uyuduğumu hatırlamıyorum. Ama hâlâ sınırsız gezesim var. Loto çıkarsa bu fani dünyayı bırakacağım. Bu arada, meğer Leo’nun meşhur fal hikâyesinden haberi varmış. Bir de benden duyunca heyecanla son gün koşa koşa Loto almaya götürdü beni. Çıkarsa bana Galata’da bir teras alacak, kendisi de on bir çocuğa bakacak kadar bakıcı… Çocukları kakalayıp biz “aperatif hayata” devam edecekmişiz. Ne demek istedi inanın hiçbirimiz anlamadık. Bu aralar açıklanmış olması lazım. Leo’nun on bir tane Letonya ve Ukraynalı çocuk bakıcısıyla kaçmış olmasından korkuyorum.

Tam tatil havasındayız. Babam nalbur üstü bir insan oldu. Mösyö Bricolage! Ne zaman sokağa çıksak sırra kadem basıyor ve bir sonraki karede köşe başındaki nalburdan elinden gizemli bir torbayla çıkarken görülüyor. En son eseri Beylerbeyi’ndeki eve sineklik projesiydi. Tam bir Zihni Sinir projesiydi gerçekten. Çünkü babam sinekliği çerçeveye denk getirene dek günlerce apartmanın önünde elinde çekiçle “Amman beyaaaa” feryatlarıyla uğraşıp didinmiş mahalle sakinlerine heyecanlı anlar yaşamıştı. Şu anda sokağın girişinde bir tabela üzerinde babamın çekiçli bir resmi, üzerinde de çarpı işareti var. No İsmail, no bricolage!

Babamın bu hobisel faaliyetleri asla duvarlar gerisinde kalmaz. Ataköy’de otururken, annemin bir arkadaşı kullanmadığı hobi bahçesini babama vermek gibi bir hata yapmıştı. Babam işten gelip şortunu geçiriyor ve Ataköy 9 ve 10. kısımları boydan boya geçerek bahçesine ulaşıyordu. O zamanlarda civarda yaşayan arkadaşlardan en çok duyduğum cümle şuydu: “Özlem, dün babanı gördüm. Elinde kazma kürekle Atrium’dan geçiyordu.” Babam bütün yaz bir ordu Ataköylü bahçefille birlikte salatalık, domates ve sair zerzevat yetiştirdi. Yaz sonunda eve elinde tam bir adet domates ve iki adet salatalıkla geldi. Çingeneler hepsini indragandi yapmışlar! Zavallı babama tadımlık bırakmışlar vicdan sahibi sebzevat hırsızları. Babam pek tabii bunun üzerine jübile yaptı. Biz de salatalığı yemedik, evlat edindik onu, hatta isim bile verdik. Kardeş belledik. Orak, çekiç, kalem! İşte Kore bayrağı, işte babam!

Bu sene de Toscana’ya gitmek kısmet değilmiş. Leo’nun evde büyük restorasyon işine girişmesi bana yaramadı. Ama Şarköy yollarında nazarı dikkatimi celbetti de Trakya aslında Toscana’nın kardeşi. Bağları, zeytinlikleri ve ayçiçeği tarlalarıyla onun bu diyarlardaki ikizi. Seneye üç aile koca bir taş ev kiralayacağız Toscana ellerinde. Ver elini Siena, Floransa, hatta ve hatta Giglio adası. Milyon defa gitsem bıkmam. Hele hele Giglio (Zambak) adasına! Toscana’da yaşayan Paris nam bir ressam arkadaşım var. Mantarların meşhur ressamı. Ben de oğlumun adını Paris koyacağım. Hem onun gibi yakışıklı ve yetenekli olsun, hem de mitolojik seçicilik onda kalsın, elmayı o versin diye. Geçen gün yeni bir mitoloji kitabı okurken bu kararımı sağlama bağladım. Kendisini seçmesi için Hera ona krallık verir, Athena sınırsız zekâ sunar, Afrodit ise aşkına kavuşturmayı teklif eder. Ve Paris pek tabii ki Aşk’ı seçer. Benim oğlum da böyle olmalı. Bwaaa, üçün birini seçsin de görsün gününü evladım benim! Pehh, Aşk’mış!

Aradığımız kriterlerde Arapça hocası bulunmuştur. Arkadaş Filistinli. Haftaya operasyon başlıyor. Çılgın arkadaşım Eyüp’le kahkaha komaları arasında öğreneceğim üçüncü dil olacak bu. Bundan akdem Amr Diab, Cheb Mami, Khaled, Faudel, Tamer ve bilumum Arabî dilindeki şarkıyı bülbül gibi söyleyebileceğim, Ada vapurlarındaki yer tutan, loca yapan ve gürültü jeneratörü olarak işlev gören Araplarla çatır çatır (saç saça, baş başa) kavga edebileceğim, el Arab î turistlere anlayacakları dilden sevgi gösterisinde bulunacağım. Bir baktım da son bir yıl içinde üç Arapcin ülkesine gitmişim, artık el arabiye zamanın gelmiş de geçiyor a dostlar…

Okumanın istiap haddini aştık bu aralar. Kardeşim Çölaşan sapığı oldu. Sanırım son iki haftada adamın külliyatını bitirdi. Bugün bir çuval kitap aldık. Unutulmuş kitaplar arasında iki Don Camillo buldu Merve. Pantervari atladık. Yücel Hoca’ya sözüm vardı, nereden bulacağımı bilemiyordum. Kitaplar beni buldu. Guareschi okumamış insan gençliğini atlamıştır.

Sevgili Burçeciğim çok geziyorum diye “saçınıza taktığınız toka olayım” demiş sms’le. Mesajı aldığımda Şarköy’ün virajlı yollarında kafamda her gece pavyonda sahne alan dokuzuncu sınıf şarkıcıların bile takmadan önce en az iki kez düşüneceği koca siyah bir gül ve kuştüyünden mürekkep korku salan bir toka vardı. Yek başıma çok güldüm. Bu sene sınırsız rüküş olmak istiyorum. Yanımda dolaşmaktan utanacağınız kadar hem de. Leo’yla Tevere kıyısında bir tasarım butikten aldığımız 30 yıl öncesinin fotomanlarından yapılmış çılgın bir çantayla başladım ise. Ben diğer sapkın kıyafetleri bir bir denerken, Leo da bir saniyede kaç kelime telaffuz edebileceğini deneyerek zavallı yakışıklı modacıyı hayatından bezdirmekle meşguldü. İşte o modacıdan bu yazda duyduğum en güzel cümleyi duydum: “İstanbul için Roma’yı terk ederdim!”

Evde hediye kabilinden pek çok müzik aleti olmasına rağmen teknofobik olarak hiçbirini çalıştıramadığımız için hâlâ eski dostlarla dolaşıyoruz. Bizim kızlar beni geçen gün bu hayatın saçaklarına sıkı sıkı tutunan eski dostum cd-çalarla görünce “Aaa, Özlem! Hâlâ kaldı mı bunlardan yaaa?” deyince fark ettim durumu. El cevab: “Bir de bana bak. Benden kaldı mı hâlâ?”

Haftanın şarkısı: “Hani benim Recebim Recebim, hayır oyu vereceğim!” Zaten pek sevdiğim bir türküydü, artık daha çok seviyorum. Çin’e de gitsek 12 Eylül’de sandık başındayız.