4 Ağustos 2010

SICAK, ÇOK SICAK, SICAK DAHA DA SICAK OLACAK...

Yazamıyorummmm anacım... Klavye elime yapışıyorrr... Tek-vücut oluyoruz. Biraz şansım yaver giderse 11-13 Beylerbeyi, 32-48 yatak odası koordinatlarında bulunan yatağımın yolunu bulup içine kendimi atıyor ve tüm mitolojilerdeki güneş, ateş, nem tanrılarına küfrederek uyumaya çalışıyorum. Sonra bir de yaz düğüncüleri var malum. Bütün nüfus Beylerbeyi’nde evlenmek için taaa zemheri kıştan sözleşmiş sanki. Yok, anacım, çekilir şey değil. Her gece sabaha kadar beynimin içinde damat halayı çekiyorlar. Bir de havai fişekler var. Uzaktan güzel görünüyor. 50 metre dibinizde patlayınca heyecanı bir de siz görün. Korkudan tavana yapışıyor insan. Her gece aynı telefon konuşmasından ben de sıkıldım. “Alooo?? Sabancı Öğretmenevi mi? Manyak mısınız kardeşim? O havai fişeklerin hepsi....” Cevap hakkı doğmadan çattt, tabii. Velhasıl, Roma için final countdown! Kurtarın beni bu Nea Roma’dan! Hatırladım da 2003 yılında da aynen böyle demiş kendimi Roma’ya atmış, sonra 24 saat çiçek sulama aparatıyla dolaşmıştım. Kahvaltıdan sonra kendimizi sadece ineklerin bildiği tepelere atıp nefes alma egzersizleri yapıyorduk. Ohh, noo!!


Cumartesi sabahı buharlaşmadan kalkıp Galata’dan okula intikal edebilmiş olduğuma mı şaşayım, yoksa her sabah kahvaltı yaptığım simitçideki tatlı amcanın bana “hocam, dün gece mangal mı yaptınız?” demesine mi bilemedim. “Evet”, dedim kocaman bir şaşkınlıkla, “nereden bildiniz?”. Adamcağız daha büyük bir şaşkınlıkla, “aaa, ben uydurdum”, demez mi? Her gün mangal yapıyor olsam, anlarım, ama anacım kırk yılın başı bir mangal yapalım o da dışarıdan anlaşılsın. Zaten etsevergillerden değilimdir. Üstelik Galata’nın en yüksek teraslarından birinde yapmışız mangalı, kimseciklerin görmüş olması ihtimali yok. Sabahın o saatinde dünkü mangal ekibinden ayağa kalkabilen de olamayacağına göre, kimseden duymuş da olamaz. Buz gibi bir limonata içince aklım yerine geldi. (Allah bilir ne yerine geldi de ben onu akıl sandım, orası muğlak anacım). Sonra düşündüm de son zamanlarda bana kahve falı bakan herkes çılgın bir isabet içinde. Ruhum açık da ondan! Transparan bir ruhla dolaştığım için herkes herşeyi görüyor! Olay budur.

Dün tam takım Galata’da terastaydık. Mangalalı mangal partisi yaptık. Bozcaada’nın bütün şarap stoklarını tükettik. Mr. Mutluluk Hattı kendisini dizilerden tanıdığımız (hatta Merviş’in pek bir sevdiği) harika bir oyuncu dostunun Sultan’ın Mutfağı’nı okuyup çok sevdiğini, film yapılması için operasyona giriştiğini söylemişti. Dün gece güzel eşiyle birlikte geldiler. Kahkahalar Kule’ye yükseldi. Çılgın bir pozitif enerji üredi orta yerde. Sonra kahveler içildi ve misafirler Kule’nin dibinden kalkan bir taksiye bindirildi. Biz de uyumadan önce şöyle bir dolaşalım demiştik ki, bankta oturan bir adam arkamızdan “arkadaşınız hep kötü rollerde mi çıkacak?” deyince makaraları salıverdik tabii.

Gezegen ve pek bir faal bir hafta geçirdim. Cuma günü Hronis’in enfes mantarlarını bir güzel löpürdettikten sonra Abbasağa Parkı’ndaki Baba Zula konserine gittik. Bütün fakülte oradaydı. En öne konuşlanıp kurtlarımızı döktük. Hronis baba Zula’ya Pırasa’yı bile çaldırdı. Osmanlıca kursundan her türlü yazıyı ışık hızıyla okuyan Solmazcığımız da oradaymış. Sürpriz yapıp uzaktan bir resmimizi çekmiş. (Tesadüf diye birşey yoktur. Aynı sularda yüzmek vardır). Hronis’in favorilerinin altında bir yerlerde çıkmışım. Ya Leone’nin Baba Zula fanı olduğuna, Paris’te konserlerini kaçırmadığına kim şaşırsın? Yıllar önce (daha Zen iken) kitaplarını yazmaya niyetlenmiştim. Sevgili Murat Ertel bana kocaman bir dosya vermişti. Zaman aşımı denen lanet şey yüzünden benim kitap da yarım kaldı. 90’a merdiven dayayan Shakespeare hocamın da öğrencisi olmuş. Yoklama kağıdında imzasını M şeklinde atmış yıllarca. Ercüment Hoca unutur mu?

Van’da CIEPO vardı malum. Haldur huldur koşturdum. Uzun zamandır bu kadar eğlenceli bir sempozyum kadrosuna denk gelmemiştim. Hele son gece otele dönerken geçirdiğimiz gülme krizini Van unutmayacaktır herhalde. En güzel sürprizlerden biri de Balıkersir’den bir hocamızın öğrencilerine Türk Korkusu’nu ders kitabı olarak okuttuğunu öğrenmem oldu. Sevgili arkadaşım Cihancığım bütün gün baklava sayıkladığımı bu nazik hocamıza söyleyince o da elinde devasa bir baklava tepsisiyle çıkageldi. Koca bir arabaya doluşup göl kenarında semaver semaver çay içmeye gittik. Yol boyunca elimdeki koca tepsiyi kimselere vermedim. Araba duracak olsaydı tepsiyle ormanın karanlığında kaybolmaya da karar vermiştim hani. Üç haftadır rejimdeyim... Bir gram zayıflayamadım. Nedenini bildiniz değil mi? Oradan’da Yalova’ya... Lakin aklım fikrim Van’da kaldı. Amma Yalova dönüşü sevgili Derya’yla minübüs ve deniz otobüsünde iyi kaynattık, kahkaha saçtık. Yüzyılın dedikodularına şahit olunca “kaptana söyleyelim de bir tur daha atsın bari” deri. Anlatacaklarım bitmeti bittabi.

Bu hafta kimsecikler beni Leone kadar şaşırtamadı. Van’a gittiğimi söyleyip bir de ona coğrafya dersi çekince çocukcağız “sen şimdi şaşıracaksın ama, ben yıllar önce Erzurum, Van, Trabzon, Samsun, Sinop başta olmak üzere bir ay boyunca “Turchia profonda”yı (Türkiye’nin derinlikleri) gezdim” dedi. Ne denir? Sono impressionata! İşte dedim, bu! Adam budur.

Ama haftanın esas divası Kılıçdaroğlu kanımca. “Sayın Arınç’ı Penguen ve Leman dergilerine havale ediyorum”. İşte, nicedir böyle özlü söz duymamıştım. Tam anlamıyla koptum. Heyecanla haftaya çıkacak olan dergileri bekliyoruz.

Müzeyyen Teyze’yle spor salonunu beklemeye devam ediyoruz. Bir baktım, farkında olmadan ağırlık sapığı oluvermişim. Bütün hırsımı oradan çıkarınca günün kalan kısmını ortalıkta kahkaha atmakla geçirmem gayet normal tabii. Geçen sene bir gün kardeşim eve gelip, “Abla, ben de şöyle bir şey çıktı” diyerek arka bicepste hasıl oluveren Arnoldish bir kası gösterince pek bir korkmuştuk. Haftada yedi gün ağırlık çalışmaktan mütevellit metamorfoza uğramıştı. Benim ise “bende şöyle bir şey çıktı” diyebildiğim tek şey “gecekondu” baklava göbeği. Pizza, gnocchi, sınırsız makarna! Heyooo! Geliyorum. Hatta belki culurgionis! İtalya’da moratoryum ilan ettireceğim, tüm yemek kaynaklarını sömürüp semireceğim. (Leone'nin bundan henüz haberi yok tabii)

Bu akşam yeni tarih programımızın kanat alıştırmalarını yapacağız. Sekizde NTV’deyiz. Enfes bir fıkra anlatasım var konuyla ilgili, ama zaten Arap diskriminatörü oldum apansızın, postum sağlam kalsın diye size anlatayım bari. (Sokakta Araplara dil çıkarıyor, omuz atıyor, mümkünse ana-babaları kuşa bakarken veletlerini cimciriyorum). Fıkra İspanyolca olduğu için küçük bir yerine müdahele edeceğim: Efendim, İspanya’da yaşayan bir Arap göçmen bürosuna gelir. Şöyle bir dialog geçer:

-İsim?

-Abdülkadir.

-Cinsiyet (Sexo).

-Haftada dört defa.

-Öyle değil be adam, kadın mı, erkek mi?

-Kadın, erkek, bazen de deve.



Göbeğimi tuta tuta güldüm. (Baktım da klimalı ortamda gülebiliyorum). Sizin için seçtiğim şarkıyı bırakıyor ve buharlaşıyorum... “Get the money, Mr. Potato!”