8 Ağustos 2010

GİDERAYAK

Tikat! İtalya öncesi bir “giderayak” değil bu, sevgili okur. Şerefsiz sıcak ve nem ittifakının elinde öteki dünyaya transfer olma babında (hem de beleşe) bir giderayak. “Alçak” Basra basıncı beraberinde sadece sıcak ve nem değil küçük çaplı bir dünya dolusu da Arap getirdiği için az önce adalardan buraya heyecanlı bir yolculuk yaptım. Arap görünce nöronlarım zıplıyor. Ve bittabi erkek başına dört zifiri çarşaflının düştüğü bir vapurda her zamanki gibi terör jeneratörü formunda geldim. Mümkün mertebe hepsine saldırıp veletlerine korkunç kaş göz hareketleri yaparak ülkemin medeni insanlarına hizmette bulundum. Sevmiyorum hiçbirinizi, anacım. Zorla mı? Özgürlük, eşitlik, kardeşlik adına da sizi seviyormuş gibi görünenlerden nefret ediyorum. Neyse ki bu şehrin medeniyetsiz halinden küçük bir mola alıp bir kadına en az dört yakışıklının düştüğü, tüm yolların çıktığı şehre gidiyor; vapurda ve yollarda Arap veledi cimcirmeleri için yakın arkadaşlarımı vekil bırakıyorum. Yakında Arap turistlere ülkelerinden çıkmadan önce benim fotoğraflarımı verip “tikat” diyecekler. Nı ha ha…


Sabah sabah Mr. Mutluluk Hattı’nın doğum günümde hediye ettiği gerçek limondan küpeleri ve sırtıma en son Egiana Adası’nda giyilebilmiş (medeniyet katsayısı uygun olduğu için) bir elbise geçirip kendimi İstanbul’un sahaflarına ve kitapçılarına attım. Operasyon sonunda tam bir çuval yepisyeni kitabım oldu. Sonra da Arap-free bir deniz otobüsüyle Burgaz’a avdet ettim. Malum onlar karga bokunu yemeden yollara düşüyorlar, ben de saatlerimi onlara göre ayarlıyorum. (Dönerken bir matematik hatası yapmışım). Niça ve Antoş’un manastır içindeki, denize nazır bahçesinde devasa bir masa kurulmuştu. Kaynanam seveceğinden yetişmiş olmalıyım. Yarın ölecekmiş gibi bu dünya için yedim. İçinde enfes bir de kilisenin olduğu bu enfes dünyanın hikâyesi ayrıdır. Bir ara anlatırım. Büyük İtalyan aileleri bile bugünkü masamızla havada karada yarışamazlardı. Günün hikâyesi Niça’nın yıllar önce çok sevdiği bir arkadaşıyla İstanbul’da bir tur yaparken küçük bir kaza yapmalarıydı. Antoş kurtarmaya gelir ve durumu şöyle anlatır: “Bir şey göremedim ki. Samanlar havada uçuyordu!” Evet, işte ineklerin yollarda yediği araba: Anadol. Anladığınız gibi olay İsa’nın vaftiz edilmesinden kısa bir süre sonra geçiyor.

Akşam ise Nilüfer Hoca’nın Büyükada’daki Adaevi’nde kitap tanıtımı vardı. Adalar arası eğlenceli bir yolculukta Arapadası’na intikal ettik. Güneş batarken ceviz ağacı altında sohbet edip güldük bol keseden. Nilüfer Hoca enfes kitabı ve tango tarihinden bahsederken komik detaylar verdi. Nebi Hoca’nın anlattığı ve çoktan unuttuğum bir anı. Efendim, eskiden mini giyen kızlara Tango denirmiş. Nebi Hoca’nın eşi Nihal Abla da ilk defa kayınfamilyayla tanışmaya gelince ona sağdan soldan bakıp eltiden bahsederek “diğeri tangoydu, bu zat tango!” demişler. Son zamanlardaki şehrin göbeğindeki mevcut halimizin Türk Dil Kurumu tarafından henüz onaylanmamış hali yani. “Zat tango” hareketi başlatacağım.

Necilaaaaanım da adadaki evinden inip geldi. Ayaküstü bir fıkra ve yemek tarihi becayişi yaptık. (Becayişi geçenlerde Osmanlıca dersinde öğrendim veee gördüğünüz gibi hemen cümle içinde kullandım). Berlin’de dört adet opera varmış ve hepsinin de bir yıllık biletleri bitmiş. Şaşırdım. Dört operaya şaşırdım. Genelde Germen ellerinde volksoper ve stadtsoper olarak iki adettirler. Haftanın özlü sözü Necilaaaanım’dan geldi. “Biz hiç salonsuz idare ediyoruz”. Ne diyeyim, derdest oldum gülmekten. Beni vapura kadar geçirdi. Neden mi? “Gittiğimden emin olmak istediği için” tabii... Ya maazallah adada kalırsam! Vay o adanın haline.

Leone’ye “İstanbul’dan ne istiyorsun?” diye sordum. “Hmm… tu. Niente altro” demiş. Türkçe mealiyle, “Senden gayrı bir şey istemem”. Düşündüm de bana böyle bir soru sorsaydı, ne derdim. “Ayy nerden başlasam bilmem ki, Leoneciğim. Birkaç kutu super-fresh culurgionis, casata, Matera yapımı meloncello (Limoncello’nun kavunlusu) -mümkünse kremalı-, Güzelliğin ve hatta Çirkinliğini Tarihi, Illy, yoksa Lavazza (oro olsun), tüf şarabı, orzata, Don Camillo’nun küllisi, cümlesi, hepsi, Sardinya tatlıları, zahmet olmazsa bir de tombiş bir Napoliten mandolin, envai çeşit taze makarna, limonlu mousse’a koymak için “perle” tabir edilen gümüş toplar, gniocchi… Haaa, sen de gelmeyi unutma sakın”.

Anacım, bu devirde aşktan sevgiden anladığın bu olacak. Kötü olacaksın ki, sana kötülük yaptıklarında zaten maç çoktan 1-0 olmuş olsun. Hanım kızlarımıza hafta sonu erkeklerle mücadele kursları vereceğim. Bu ilimde iyice piştim. Mesela geçenlerde kendilerini evlenme vaatleriyle kandırdığım delikanlıların yüzüklerini ve bilumum takılarını toplayıp ailemizin kuyumcusu Hristo’ya götürdüm. “Ayy, bunu sakın vermeyin. Çok keyifli bir kolyeymiş”, “aaa, bu yüzük süper. Siz takın”, diyerek almadı çoğunu. Hatta düşen taşlarını taktı, parlattı geri verdi. Eski Katalan sevgilimin söz yüzüğünden kurtuldum sadece. (Görünüş itibariyle kısmetimi kapıyordu). Ohh, o paracıklarla diğer eski sevgilimin meşhur designer kardeşinin dükkânına gidip Leone’ye tasarım hediyeler aldım. Ben kötülük diye buna derim, anacım. Acımayın erkeklere. Maymun edin hepsini. Edemediklerinizi bana yollayın, ben haklarından gelirim. Hatta size verdikleri hediyeleri yeni sevgililerinize verin, onlarla resmini çekin, Amelie’nin babasına yolladığı gibi evine gönderin fotoğraflarını… (Türk filmlerinin kötü kadın efekti geliyor benden size)

Son üç günüm de ayrıca bol adrenalinli geçti, as usual… Osmanlıca çıkışı yine içtima yaptık. Ortadoğu ve Balkanlar’ın en harika hocasıyla ders yaptığımız için çok şanslıyız. T. C. Sınırları içinde iyiliği, nazikliği, bilgisi, alçak gönüllüğü, hayat görüşü ve espri kalitesiyle hayran olunacak bir er kişi olduğunun son örneği sanırım. Biricik numune. Yine şefimiz hariç tam kadro Giritli’ye gittik. Sınırsız kahkaha ve sınırsız topik! Karar verdim, evleneceğim erkeğin topik yapmayı bilmesini şart koşacağım. (Yanı sıra ütü). Hocamızın anlattığı sayısız hikâyenin hepsini anlatmayacağım pek tabii(“herkes bu yüzden Osmanlıca kursuna yazılır ve sınırsız kalabalık oluruz” ihtimalini göz önünde tutarak. Bizim hocamız o!). Ama bir tanesini de geçemeyeceğim. Efendim, Neyzen Tevfik bol alkollü bir gece sonrasında evine dönüyormuş. Sokağına gelmiş, yoldan geçen birine “Neyzen’in evi hangisi?” diye sormuş. “Aman efendim, neyzen sizsiniz ya!” demiş karşı taraf şaşkın şaşkın. “Onu biliyoruz be adam, ben sana evini soruyorum!” Muhteşem, değil mi? Osmanlıca denen canavara nasıl katlandığımızı sanıyorsunuz? Ben bu işi Yücel Hoca’dan öğrenmeyenlerin nasıl kotardıklarına akıl erdiremiyorum doğrusu. Hepimiz Yücelist olduk. Salı ve Perşembeleri iple çeker vaziyetteyiz.

Anlat anlat bitiremedim ki anacım. Hocamızın hediye ettiği çılgın bir Macar yazarın romanını da anlatayım da kapatayım bari. Marda Szabó. Hastası oldum kadının. Nilüfer Hoca’ya heyecanla anlatırken bunun Tatlı Hayat’taki Menekşe’nin aynısı olduğunu fark etti. Tek nefeste bitirdim. Son bir aydır günde (bazen iki günde) bir kitap okuyorum ve başarabiliyorum! Nazar etmeyin, okuyun sizin de olsun, anacım. Hocamızın uğurlu bir eli var. Geçen hafta beni bir Makedon yazarla tanıştırmıştı, hiç yoktan bir Makedonya seyahati çıktı akabinde. Roma’dan dönüp ayağımın tozuyla Makedonya’ya gideceğim. Devlet başkanıyla da tanışacakmışım… Ayy, çok heyecanlı. Size yollardan bildiririm.

Ben yokken kendinize iyi bakın güzeller. Bol bol sıvı tüketin, Arap cimcirin, güzel filmler seyredin, vişne yiyin, şapkasız sokağa çıkmayın, üstünüzü örtmeyin. Yokluğumda çok kitap okuyun anacım. Yolu sevgiden geçen herkesle bir gün Roma’da buluşuruz… İğreeeenciiiimm, biliyorum. Her halimi seviyooorummm… Bu durumda “Lasciatemi cantare” diyorum… Yani: Bırakın şarkı söyleyeyim!



Ps. Özledikçe bakın diye bir de ekte artistik bir resmimi koyuyorum. Beni unutmayın anacım!