23 Temmuz 2010

YÜKSEK YÜKSEK UMUTSUZ TEPELER

-Hiç evlenmediniz mi?


-Ayy, unuttumm..



Güzel replik değil mi? Mr. Mutluluk Hattı’nın kendisine şaşkınlıkla yukarıdaki saçma soruyu yönelten kadına verdiği cevap bu. Süper bence. Ben de sevmem “Hiç evlenmedin mi?” sorusunu. Alternatif yanıt, “Biraz evlendim, çok değil”, olabilir. Evde yıllardır süren ve şiddeti maalesef gittikçe yükselen bir parabolle gösterilebilen baskıya rağmen hâlâ hiç mi hiç evlenmedim. Toplum baskısı dediğiniz nedir ki? İffet baskısıyla tanışsanız toplum baskısı denen şeyin devede kulak olduğunu görürsünüz. Sen şu güzel hayatı bırak, evlen. Akıl yok bunlarda anacım. Düşünüyordum da evli olsaydım ve kocam olacak bahtsız adama geçen hafta sonunda şöyle deseydim nasıl olurdu acaba? “Kocacım, ben hafta sonu bir arkadaşımın evinde kamp kuracağım, Pazar akşamı mangala davetliyim, Pazartesi dans kursu var, Salı akşamı Osmanlıca kursu çıkışı bir tarihçi arkadaşımla kaynatıp dedikodu yapacağım, Çarşamba spor çıkışı bir yere davetliyim, Perşembe akşamı kurs çıkışı hocamızla Giritli’de içmeye ve sohbete gidiyoruz, bu akşam da eski sevgilim bana yemek hazırlamış, gitmesem olmaz. Kahvaltıda görüşelim diyeceğim, ama sabahları de deniz kenarında Mişi’yle kahvaltı yapmayı pek bir seviyorum, yunoowwww... Sen en iyisi bi resmini çek, bana mail’le. Haydi, öptüm anacım. Siyuleytırrrr”, deyip çantamı da koluma takıp kapıdan çıksam, çıkabilir miyim sizce? Bence çıkarım, ama bir daha girebilir miyim meçhul. Sonra da benden bir daha haber alamazsınız bittabi. Failiün failün meçhulün oluveririm maazallah. Dolayısıyla benim evlenebilitem ve şu güzeller güzeli hayattan vazgeçebilitem yok. Biri anneme anlatırsa sevinirim.

Şimdi duyacağınız hikâye sizi dağıtabilir, tikat. Efenim, beş yaşındaydım ve renkli televizyon tabir edilen çok gelişmiş aygıt daha yeni yeni memleketten içeri giriyordu. Rengarenk bir televizyon hayaliyle yanıp tutuşuyordum. Hatta geceleri sık sık gördüğüm bir rüya vardı: televizyonumuza iki tane pil takıyordum ve renkli oluyordu! Lakin bu mutluluk sadece bir rüya boyu sürdüğü için beni pek tatmim etmiyordu. Neyse, bir gün annemle babam sabahın köründe kayıplara karıştılar. Akşam üstü geri geldiklerinde ellerinde o güne kadar hayatta gördüğüm en büyük kutu vardı. “Aşağı gel de yardım et”, dediler. Evet, işte bu, dedim. İşte renkli televizyon, bana sürpriz yapacaklar. Sizi gidi sempatik ana-baba, dedim. Mutluluğum kutuyu açana dek sürdü. Gözlerime inanamıyordum. Hiçbir yerde bu kadar çok tabak ve çanağı yan yana görmemiştim. Annem tarifsiz bir gururla kutunun yanında dikilip “yemek takımı”, dedi. “Hem de 120 parça”. O kadar üzgündüm ki, o an o yemek takımını tam tamına 240 parça haline getirmediysem annem bunu yıkılmışlığıma borçluydu. Ama müthiş final bu değildi. “Sana çeyiz aldık”. Sanırım evlilikle aramdaki nahoş ilişki ilk o zaman başladı. Ve korkarım ıslah olabilitesi de yok.

Siz daha önce çocuğu beş yaşındayken çeyize başlayan bir anne gördünüz mü? Benden kurtulma azmi neler yaptırdı kadıncağıza. Oh, annemin bu çılgın faaliyetleri artarak sürdü. Dolapların üstleri, altları, hurçlar, bohçalar derken yeni bir dolap yaptırıldı boydan boya. Ve pek tabii tıka basa dolduruldu. Evde bize yer kalmayana dek alındı o çeyiz. Türkiye’nin ve dünyanın dört bir yanında bu umutsuz koleksiyona ekler yapıldı. Bir gün açık arttırmayla hepsini satıp Güney Amerika’ya kaçmayı düşünüyorum. (Ne de olsa çoğu artık nadir eser). Bu arada, hurçların en derinlerinde bugün kahkaha komalarına girmemize sebep olan ve "tanımlanamayan çürüyen nesneler" bulduk. (URO). Malum, hurcun içinde 80lerin başına doğru inildikçe tarifsiz şeyler çıktı. Üzerinde “Lüks televizyon örtüsü” yazan bir nesne bulduk bir gün mesela. Nasıl kullanılacağı da bir fotoğrafla gösterilmiş: Televizyon üstüne çapraz örtülüyor. Çoook yorumsuzdu anacııım...

Dün gece Giritli’de şehrin en eğlenceli masasında anlatırken hatırladığım başka bir an daha. Yunanca kursuna başlamışız. Tarütaze kelimelerimizle cümlecikler kurmaya çalışıyoruz. Pek yakışıklı bir hocamız var. Fazla yakışıklı olduğu için kızlar biraz çekiniyorlar. Ama ben ormanda şebekler tarafından büyütüldüğüm için doğama karşı koyamıyorum. Hoca herkese “evli misin?” diye soruyor, gençler de “evli” ya da “bekar” cevabı veriyor haliyle. Sıra amansızca bize yaklaşıyor. Biz de eh geçkince sayılan üç kız bir kenarda oturuyoruz. (Otuz yaşın o zaman geçkin olduğunu sanıyordum) Delikanlılar cevaplarken ben de aradan parazitleyip hocaya “Ayy, sıra bize gelmeden kızkurusu nasıl deniyor söyleyin de biz de cümle kuralım”, diyorum. Arkadaşlardan biri “aaa, ne münasebet. Ben evlendim, boşandım” deyince “affferin sana” dememek için zor tutuyorum kendimi. Ama şunu dememe kendim bile engel olamıyorum: “O zaman şendul nasıl deniyor arkadaşa söyleyin vakitlice de, cümlesini kursun”. Ohhh, she hated me!!!

Bilinen evrenin en harika Osmanlıca hocasını hafta iki gün görünce hiçbir şeyciğimiz kalmıyor. Mr. Mutluluk Hattı hocamız şimdi diyecek ki, “Öööözlem, süperlatiflerle en kullanılmaz. Onların zaten kendileri ‘en’”. Doğrudur. Ama bizim hocamızı tanısaydı her türlü süperlatife gelecek en’e layık olduğuna o da kanaat getirirdi. Süper Latif. (Espri için özür dilerim, dayanamadım). Dönelim hocamıza. Efendim, hocamız Osmanlıca gibi öğrenilmesinin Nazi işkencesinden beter olduğu bir dili öyle bir öğretiyor ki, işi gücü bırakıp her gün derse gitmek istiyorsunuz. Her saat bir yıllık kahkaha stoğunuza denk düşüyor. Hele bir de ders çıkışı cümbür cemaat güzel bir yerde yemeye, içmeye ve sohbete gitmişsek bu bir ömürlük stok demektir.

Son iki seferdir Giritli’ye gidiyoruz. Ben yarın ölecekmiş gibi ahiret için öyle bir topik yiyorum ki sormayın. Hocamız haşerat-ı bahriye sevmediğini beyan etti dün, dolayısıyla ahtapot ve kalamarlara elini sürmedi. Ada börülcesi, fava, peynirli turşu dolması, cevizli zeytin.... Ay daha fazla sayamayacağım, umutsuz bir rejimdeyim. Dünya tatlısı bir Ermeni papaz, kahkaha makinası tatlı mı tatlı bir gazeteci, gönlümüzün sultanı şefimiz, tariflere sığmayan hocamız ve deliler âlemini temsilen de bendenizden ibaret bir masa düşünebiliyor musunuz? Yok, yok. Ben gerçekten kahkaha ihracatına başlayacağım. Bünyem kaldırmıyor fazlasını. Excess baggage resmen. Dün bir ara yığılıp kalacağım diye çok korktum. Papaz fıkraları başta olmak üzere sayısız fıkra anlatıldı. Ruhumuzun sultanı şefimiz ise derse elinde kocaman bir borcam dolusu “akademik yaprak sarması”yla gelince onu da garsonların şaşkın bakışları içinde masamıza koyduk. Bunu açıklayabilirdik, ama şefimizin bahçesinde özel yetiştirdiği dikenli salatalıklardan en büyüğünün masanın baş köşesindeki konumunu açıklamakta zorlandık. Sonunda “poşete” girdi. Gece boyunca kontrolsüz güldüğüm sayısız hikâyeyi anlatmama imkân olmadığı için bir iki tanesini anlatayım bari. Efenim, papaz arkadaşımızın bir dostu Kör Agop’un meyhanesinin telefonunu almak üzere 118’i aramış zamanında. 118’deki memur da “Kolsuz Agop’u arıyor olmayasın?” demiş. Ukala dümbeleği. “Hayır”, demiş ısrarla dostu. Memurdan cevap: “Kardeşim, sizin de biriniz kör, biriniz kolsuz. Sağlamınız yok mu hiç!”. Dağıldım izninizle. Bir de şuna bayıldım. Hocamızın arkadaşlarından biri ona “Hocam, sana dua da edilmez. Dua senden seker”, demiş. Çooook süper. Süper Latif. Bundan sonra şarap yasak malum, üzüm neyinize yetmiyor. Sevgili gazeteci arkadaşımız da kahkaha tufanına İstanbul yöresinden bir parça ile katıldı: “Dün akşam bütün manavlarını dolaştım İstanbul’un”. Bundan sonra RTÜK şarkıları değiştirip, onları “zararsız” bir hale getirecek korkarım.

Bir, ki, üç deyip kendi kendimi imha ediyorum. Ama önce size Meksikalı grup Molotov’tan “Gimme the Power” geliyor. Sert günümdeyim. Protest bir şarkı gider size.

Bir, ki, üç....