13 Aralık 2010

DÜŞÜNCE-İ ARABİ'YE GİRİŞ: BUKRA İNŞALLAH!

Ehlen ve sehlen, anacım. Görüldüğü üzere paketi taze açılmış Arapça kursundan geliyorum. Bundan on yıl evvel elimi bulaştırmıştım lisan-ı Arabî’ye. Sonra tekil, ikil, çoğul fiil çekimlerini görünce “eh bana müsaade” diyerek ufak ufak kaçmıştım. Amr Diab, Cheb Mami, Khaled, Rachid Taha dinledikçe heveslenip duruyordum nice zamandır. Buraya kadarmış anacım. Dayanamadım yine. Kandırdım partner-ül lisanımı, canım ciğerim Eyüpcüğüm’ü. En son Portekizcede kalmıştık. Ben evde Evora’dan aldığım Pessoa’ları, Portekiz mimarisi tarihlerini okurken kendisi sınırsız Brezilya gezisi yapıp bolca pratik yaptı. (Yorumsuz) Bugün bu pratik yapma durumundaki haksız/eşitsiz dağılımı fark ettim, arayı en kısa zamanda kapatacağım. Birlikte Yunancayı dört yılda, Portekizceyi dört ayda hakladıktan sıradakiler listesinin ilk maddesine başlayıverdik apansızın. (Pek bir ani oldu) “Ben Arapça’yla oturumu kapatıyorum”, dedi. On yedi yaşındaki yeğeni de geliyor kursa. Sonra da çocuğu gösterip “sen bunun çocuklarıyla diğerlerini öğrenmeye devam edersin” deyip bastı kahkahayı. Ederim tabii. Elimde değil. Olsa dükkan senin.


Evveeet, çocuklar gibi şendik derste. Yok böyle seksi bir dil anacımmm. Namevcut. Arapçayı Araplar konuşmasa daha başka bir güzel olacak, ama neyse. Bir saniye susmadık derste. “Ohh, pek bir iyi yaptık gelmekle” yorumlarıyla sınıfı canından bezdirdik. Buna en çok annem sevinecek. Hayatı boyunca hep beni bir Arap şeyhine kakalamak istemişti. Biz burada ideal peşinde koşarken, annem olayı çoktan çözmüş. Tecrübe vesselam. Bu işi sevdim, üç hatun daha buldum mu arkayı dörtlerim. Pek güzel, dört günde bir sıra gelir bana. Kalan günlerde kitabımı yazar, çil çil riyalleri saçarım kitapçılarda, müzik dükkânlarında, konserlerde. Annem hayat denen bu işten anlıyor galiba.

Dün gece Pessoa’yla duygusal saatler geçirdim. (Şu anda erkek faunasından birlikte duygusal saatler geçirebileceğim tek numune o.) Son zamanlarda hayli bunalım olduğum için halet-i ruhiyeme pek bir uygun bulduğum “Huzursuzluğun Kitabı”nı okuyorum. İspanya’dayken okumuştum yıllar önce, tadına varamamışım. (Öğrencilerime de okutuyorum. Zavallı yavrum geçen gün gelmiş “Hocam, bir kitap okuttunuz, hayatımı kararttınız” diyor.) Yüzyıl önce başka bir bedende yaşamış gibiyim onu okurken. Hayranlıkla, tadına vara vara okurken bir cümlede takıldım. “Kalp düşünebilseydi, atmaktan vazgeçerdi”. Hah! Budur. Bu yüzden atıyor benimkisi yirmi dört saat nöbetçi halde. Otuz altı yıldır şaşmadı. Çünkü düşünmüyor. Mr. Mutluluk Hattı’yla dertleşiyorduk. Sevebilen halimi takdir ediyormuş. Şu her halden heyecan duyabilme kapasitemi onaylıyormuş. Tıkır tıkır çalışıyor kalbim, pıtır pıtır atıyor. Bazen şu aşk damarlarımı aldırsam diyorum. (Ana arterler kalsın, kılcallardan bir iki tane aldırsam hafiflerim) Mevcut halimle memleketin ruhsuz, korkak haline fazla geliyorum. Dünyanın iki yüz küsür memleketinden birileri acil gelip şu akılsız Türk erkeklerine sevme, heyecan duyma, aşktan korkmama dersleri versin, hâlihazırda çekilmez haldeler. Aşk çiş gibidir anacım, geldi mi gelir. Öyle tutup kasmadan yapacaksın hazır gelmişken.

Çok küçük yaşta âşık olmaya başladım ben. Hele Törkiye şartları için hayli arkaik sayılır. Öyle herkese de değil. Tipim belliydi. Bıyıklı, saçını ortadan ayıran, feminen erkeklere hastaydım. İki üç örnek vardı semtimizde bu cins, uzaktan takdirle izlerdim onları. Küçükken de böyle salak-duygusal bir halim vardı. Baki kaldı. Kardeşim ise annem gibi hep kalbini “düşündürdü”. Daha ilkokul birinci sınıftayken her hafta sevgili değiştirirdi. Önce isimleri yanlış hatırlıyorum zannettim. Bir gün şüphe içinde sordum. “Yahu Merve, seninkinin adı Mahmut değil miydi?” “Evet, ama o geçen haftaydı”. “????” “Bu hafta Türkçe sınavı var abla, Mahmut’un Türkçesi iyi değil.” Misak-i milli sınırların içinden benden başka herkesi kafası tıkır tıkır çalışıyor. Bir Yiğit Özgür karikatürü gibiyim. “Bi de bana bak”.

Yasemin güldürdü beni. “Mikail. Sen yetkili birine benziyorsun. Üşüdüm ben ya!” demiş. Ev sınırları içinde dönen en sık geyiktir Mikoş’la diyaloglar. “Hacı, yanlış düğmeye bastın galiba. Bi baksana yeğenim, donduk lan burada.” “Mikoş, bi de yeşile bas bakiiim.”

Biz gülmeye dünden başladık aslında. Enfes bir kadroyla yemeğe gömüldük bizde. Yıllar önce içtiğim bir Azeri şarabını ısmarlamıştım Övgü’ye. Sağolsun bulmuş. Markası: Sevgilim. Son anda bir de şişesine bakma gafletinde bulunduk. “Medrese üzümünden klassik texnologiya esasında hazırlanmış qırmızı tebii kemşirin üzüm şarabı”. Burada bitse yine iyi, evet, ama yetmez: “18 yaşına çatmamış genclerin, sükan arxasında olan sürücülerin ve hamile qadınların spirtli içkiler içmeyi meslehet görülmür.” Dağıldık tabii. Bunun üzerine bir Azerice hikâyesi silsilesi başladı ki sormayın. Ne hikâyeler varmış. Arif Hoca her zamanki performansıyla kahkahaya boğdu bizi. Efenim, Azeriler tereyağına “kere” derlermiş. Nitekim eski mutfak defterlerinde de “kere” olarak geçiyormuş. Bir sabah bakkala gönderilen bir Azeri’nin bakkala “bana bir kere verir misin?” demesi pek tabii bakkalın çocuğu kovalamasıyla son bulmuş.

Tarih hocaları bir araya gelince muhabbet tadından yenmiyor. Sınavlarda yapılan hatalardan silsile-i kahkahalar oluştu. Az önce yemek tarihi dersi sınavlarını okurken güzel ekler buldum dünkü neşe tufanına. Soru: “Maestro de ceremonias” olarak Vatel ve Leonardo’yı karşılaştırın”. El-cevap: “Vatel masa düzenine ve erbabına çok önem verirdi. Masada nasıl oturulması gerektiğine dair fetva bile yayınlatmıştır”. Yorum-suznuz. Yorum-sizsiniz, anacım! Akşam akşam güleceğim varmış meğer. Sınav kâğıtlarına naçizane yorumlarımı yazmadan edemedim: “Emin miyiz?”, “Bu el yazısıyla hayat geçmez” cinsi cümleler yapıştırdım oraya buraya. Tanrım, aklıma mukayyet ol.

Giannis Ploutharhos’un pek sevdiğim bir şarkısını dinliyorum. Afieromeno... Dinlerken ezberlemişim. Nakaratı tam benlik. “As katastrefome siga siga ap ta dika tis ta lathi”. Kıro mıro ama âşık olma ve bunu ifade edebilme yeteneği onda anacımmmm... Neşter! Yok, yok… Jilet!

Haydi ben kaçtım. Bukra inşallah!