10 Aralık 2010

İFFET! BEN ANNEMİN EVİNE GİDİYORUMMM!

Akşama doğru annem aradı ve haftanın flaş haberini verdi. “Baban evden kaçtı”. Evden kaçan babamın kaç güzergâhı ve kaç destinasyonu vardı acaba? Cevap veriyorum: Sadece bir. Bir saat sonra babam elinde koca siyah çantasıyla kapıda belirmişti bile. Çantayı görünce biraz korkmadım desem yalan olur. Çünkü babamın evden kaçma geleneği çerçevesinde elinde içinde pijamaları ve diş fırçası olan bir Migros poşetiyle -mümkünse gecenin ilerleyen saatlerinde- kapıyı çalması daha alışılmış bir şeydir. Eldeki tüm veriler –içi tıka basa dolu koca çanta- babamın hoş kubbede baki kalmak istediğini gösteriyor.


Az önce de Buket aradı (Aşçı). “Özlem, bu akşam ne yapıyoruz?” “Seni bilmem ama ben babamla yaprak sarması sarıyorum, Buketçim”. Bir anlık soru işaretli bir sessizlik. “Aynen duyduğun gibi, canım”. Babamı ayağının tozuyla masaya oturttum, önüne de koca bir tencere sarma içi ve sınırsız yaprak koydum. (Bu kesinlikle yıldırma operasyonun ilk parçası değil). Oh, be. Babamı Allah göndermiş. Özge Samancı tarifiyle vişneli zeytinyağlı yaprak sarması yaptık iki tencere. Ben de bu arada babasıyla lisan-ı Osmanî hocası için yaprak saran altın öğrenciler literatürüne ilk sıradan girmiş oldum. Sonra hızımı alamayıp bir de damla sakızlı balkabaklı pie yaptım. Hindistan cevizi sütüyle hem de. Pek leziz oldu. Sonra Osmanî kursundan arkadaşlar yaptığım şeylerin tarifini soruyorlar. Ah bir hatırlasam. “İçine ne koydun?” sorularını “Acı Çikolata” filminden bir replikle daha ne kadar savuşturabilirim bilmiyorum: “Sevgi”. Ya da bir Temel fıkrası gibi. ( Hatırla oni! Hatırla oni!) Olay aslında şöyle oluyor:

Bir yemeğe soyunurken önce dolabı açar bir bakar (korku içinde gerisin geriye kapamadıysam) kafama göre kombinasyonlar yaparım. Genel olarak buzdolabımda akla yatan bir şey bulunmaz. Geçen gün kardeşim beyaz peynir, yumurta, süt başta olmak üzere faideli tek bir şey olmayan buzdolabının önünde bağırıyordu. “Abla bu ne ya!” Çocuk yine haklıydı. Kafamı sokup bir de ben bakayım dedim. Dolap tıka basa doluydu: ama neyle? Niça’nın Macaristan getirdiği Macar salamı, paprikalar, Selanik’ten getirdiği kremalı börek, sevgiyle Azerbeycan’dan getirilmiş renk renk, desen desen havyarlar, annemin İran’da başka bir şey yokmuş gibi getirdiği Ahmedi Nejat menşeli dereotu (yanlış duymadınız), badem, fıstık, Nice’ten gelme cipolette, kilosunun 29 lira olduğu görülen yeşil kuşkonmazın 5 yetelelik beyaz konservesi, Teyf’in pek bir bereketli çıkan kaya koruğu turşusu… Devam etmeye korkuyorum. (Alfonso’nun elleriyle yaptığı şaraba yatırılmış küçük biber-i zehir konservesi size ders olsun) Hal böyle olunca benim yemeklerin tarifini arif bile hatırlayamıyor tabii.

İyi ki babam var. Yoksa yemeklerime bir müşteri bulamıyorum ev sınırları içinde. Kardeşim geleneksel olarak “geleneksel” şeyler seviyor. Ben de geleneksel olarak “geleneksel” şeyler yaparken sıkılıyorum anacııım. Beyin hücrelerimi çalıştırmayacaksam yemek yapmanın anlamı ne? Neyse ki babam bu gastronomik faaliyetlerimi destekliyor. (Şu anda kendisi televizyon karşısında muzlu kurabiyelerimi löpürdetmekle meşgul.) Kardeşim eve girip de mutfağı dolduran parmak gibi sarılmış sarmaları görünce babama bakıp “baba, ablam sigortanı yaptırdı mı?” diye sordu çaresiz. Mutfaksal faaliyetler hafta sonu devam edecek. Pazar günü meslekten misafirlerim var. Üstelik son Türk mutfak sempozyumunda fiyakalı sunumlar yapan hocalar hepsi. Hata yapmamak lazım. Nitekim Serkan “sofra düzeninden başlarız,” diye mesaj göndermiş. Yemekteyiz ya.

Salamanca’dan ballı misafirlerim vardı bugün. Üniversitemizin denize nazır terasında kahvelerimizi içip sohbetimizi ettik. Robert bir çuval şarap getirmiş bana. O da zeki bir Fransız ve hakikatli bir gurme olarak İspanyol şaraplarının Fransız şaraplarından iyi olduğunu iddia ediyor. Arapların giderken İspanyol mutfağının tezgâhına bırakıp kaçtıkları en enfes tatlardan olan turron’lardan da getirmiş, badem ezmesi de.(Benim buzdolabı böyle böyle şişiyor işte). İngilizler için hindi ne ise, İspanyollar içinde turron ve şampanya odur. İspanyolum Noel günü öğlen masaya oturur ve gece yarısına kadar hiç kalkmadan yer. (Aynen duyduğunuz gibi!) Tatbik etmişliğim çoktur, insan bedeni nelere kadirmiş ben de gördüm. Bu esnada İspanyol televizyasının da açık olması adettendir.

Kanat komik bir yazı yazmış yine. Pek bir güldüm. Bizim hikmetinden sual olmayan lisan-ı Osmanî hocamızı da anmış. Ne işe yaratığı Ruşen Bey tarafından kursun başından beri anlaşılamayan, fonksiyonları şüpheli olan “ayın” harfinin hiç seveni olmadığını açık ve net doğrulamış sevgili Kanat: “Bir de “ayın” vardır, yatacak yeri yoktur”. İlahi Kanat. Hiç güleceğim yoktu son haftalarda. ( Linkini vereyim, siz de neşelenin: http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=16486944&tarih=2010-12-09)

Bütün bunlara gülerken bir de baktım ki, zaman denen şey pek fena bir hızla geçiyor. Süreyya’nın arabasında hızla yeni köprünün (Yeni Galata) üzerinden geçerken Kanat’ın camdan sarkarak “ibneee köprrüüü” diye bağırdığı an hafızamda ayna gibi netleşti. Süreyya ve Kanat’ın uzun saçları olduğu zamanlardı. Çağlan’la (Tekil) arkadaydık. Köprüaltı Kemancı da köprüyle birlikte yok olduğu için pek kızgındık. On sekiz yaşındaydım: demek ki tam on sekiz yıl geçmiş üzerinden. Gereksiz bir nostaljiye kapıldım akşam akşam. Laneth nam eğlenceli ağır müzik dergisinde yazardık hepimiz. Hepsi ayrı bir dilbazdı. Özledim delikanlıların yazılarını.

Aaaa, babam muzlu kurabiyeleri tepsisiyle yemiş. İki adet resim ve ikametgâhla yanı başımda kendisi şu anda. Hep bu çocuk sokuyor kafasına böyle SSK türü şeyler… Haydi, kali nihta anacııım.