7 Aralık 2010

VE DAHA INTERMEZZO…

Uyku tutmayınca böyle oluyor anacım. Yıllar önce hayatta kıdemli bir dostum şöyle demişti: “başını yastığa koyduğunda uyuyabilen insan ne mutlu insandır”. Nerdeee? Kafada kuyruğu birbirine değmeyen kırk tilki olunca uyku bana “yabancı” spor oluveriyor. Hal böyle olunca, bana da gül yapraklı çay yapıp size bağlanmak kalıyor tabii. (Olan size oluyor bu perdede).


Yine bol atraksiyonlu birkaç gün geçirdim. Vağarşak Bey hazretleri sağolsun beni enfes bir polifonik Ermeni korosu konserine davet etti. Gomidas nam dahi din adamı-kompozitörlerinden seçilmiş parçalar dinledik. Bayıldım. Eski günleri yad ettim yek başıma. Altı sesli bir polifonik koronun çılgın sopranolarıydık. (Bir daha da İstanbul sınırları içinde altı sesli koroya denk gelmedim). Eskiden de hafif terelelli olduğum için canparemiz Mustafa hocamızı az çileden çıkarmamışımdır.

Evet, anacım, eskiden de böylemişim. Haydi bunu biliyoruz, bari aile sırrımız olsaydı ya. Olamadı. Geçenlerde annemle babam teşrif etti. Almanca ve Yunanca hocam da gelince cümbüş başladı. Annem cüşuhürüşa gelip geçmişe gömdüğüm tüm kirli çamaşırlarımı bir bir anlatıp sırılsıklam rezil etti beni. Üç yaşındayken gecenin üçünden sabahın körüne kadar uzun bir yeşil yastığın üzerinde bir o yana bir bu yana zıplayıp “ben sıcak ekmek isterim” diye ağlayarak hayatı ev sakinlerine cehennem ettiğim günlerle başladı işe. Zavallı babam Beylerbeyi’nin ilk fırını açılana kadar avuturmuş beni. (Gördüğünüz gibi ta o zamanlardan çekilecek kahır değilmişim.) Hocam Niça’nın kocası Antoş tüm hikâyeleri dinleyip tek bir yorumla hepimizi darma duman etti: “Problem ta o zaman başlamış!” Nurten Hoca ise annemi avuttu. “Ama günden güne akıllanıyor”. Kim? Ben mi? Hiç sesimi çıkarmadım. İçimden “nı ha ha ha” demekle yetindim. “Akıl” kelimesi Arapça devenin ayaklarını çapraz olarak bağlamak fiilinden geliyormuş. Neden akıl makıl istemediğimi o an anlamıştım. Benim ayaklarımı öyle bağlamak zor zanaat, anacım… (Fonda Nea-Malgara'da Niça ve Antoş'la sürpriz bir yemekteyiz. Öyle bir geçer zaman ki...)

Nurten Hoca’nın muhalefetine rağmen Hırvat ve Sloven ellerinden taşıdığım envai çeşit peyniri ve baharatlı şarapları mideye indirdik. “Ne taşıyorsun, deli misin?” diye kızıp durmuştu yol boyunca. (Cevap veriyorum: evet) Annemin son İran seyahatinden neler getirdiğini dinleyince kadıncağıza ayıp olmasın diye yorumda bulunmayı kesti: (alınabilecek türlü klasik katı nesnenin yanı sıra) badem ezmesi, kutu kutu bal, tereyağı, pet şişede nane suyu! İki de halı… Evlenince verecekmiş! Öyle bir durum söz konusu olamayacağı için halı çürüyecek. (Ama İspanyolların da dediği gibi, umut en son ölen şeydir malum) Yok, eğer şimdi vermeye kalkarsa, ben o halıyı satıp iki kez Arjantin’e, bir kez de Venezüela’ya giderim. Zavallı kadın beni birilerine kakalamak hayaliyle gittiği yerlerde kesenin ağzını açıyor. Emekli olunca evin envai odalarına mevzilediği eşyalarla bir çeyiz dükkânı açıp ömür boyu refah içinde yaşamak hayalindeyim anacıımmm. İşte böyle uzun mesafe taşımacılık bizde aile sporu, gençler. Bir bakıma ırsi sayılır.

Laf lafı açtı bütün gece, güldük, eğlendik. Antoş, arkadaşımız Hristo’nun öteki dünya yerine “Buenos Aires” dediğini söyleyince hikâyeler birbirini kovaladı. Önce pek sevdiğim bir Yunanca deyimi hatırladık. “Radikyaları ters taraftan görmek”. Sonra da aklıma uzun süre İspanyollar içinde yaşadıktan sonra kesin dönüş yaptığım zamanlarda çok yakın bir arkadaşımın yatıya geldiği bir gün geldi. Ayşeciğim’le çene çalıp sızmışız, sabah olup da gözlerimi açınca istemsizce kızcağıza “Buenos días” (günaydın) demişim. Ayşe de tek gözünü açıp olabildiğince anlamsızca bakmış ve “Buenos Aires” diyerek sırtını dönüp uyumaya devam etmişti haklı olarak. (Bu anı kaçırmayıp bir romanımda kullandım pek tabii.)

Cumartesi akşamı çok sevdiğimiz bir dostumuza yemeğe davetliydik. Hocamız resim sanatı icraatına başlamış. Enfes parçalar yapıyor. En güzellerinden birini hediye etti, mutlu mutlu eve geldim. (Çocuklar gibi şendim). Resim ve kitap: Hayatta beni en çok mutlu eden iki hediye. Hiç tanımadığım yazarlarla tanışmanın en afili yoludur. Övgücüğüm bu sabah fiyakalı bir kitap verdi bana, dün sabah da Can Yayınları Tabucchi’nin tek nefeslik “Fernando Pessoa’nın son üç günü” adlı ballı kitabını. Pessoa’nın hastasıyım. Kitapta Pessoa’nın hayatı boyunca adlarını kullandığı “gizemli kişilikler” hastanede onu ziyarete gelirler. Düşündüm de, ben de tek kimlik içinde en az yedi-sekiz deli ediyorum. Hiçbiri birbirine benzemeyen bir sürü kişilik! Hâlâ aklıma devlet tiyatroları genel müdürünün kırdığı pot geliyor a dostlar. Benim Pessoa’mı İspanyol yapmış, bir de kalkmış yazmış. Pessoa, kanımca ve pek çok edebiyatçının/tarihçinin kanaatince- Comões’tan sonra Portekiz’in en büyük kalemidir. Sadece şair demek ayıp olur. Kelâmın piridir. “Çok” Portekizlidir. “ Á minha pátria é a língua portuguesa” (vatanım Portekiz dilidir) diyecek kadar. Şehirlerle anılan büyük dünya kalemşorlarının başında gelir: Lizbon’un eşanlamlısıdır. Portekizliler “Portekiz’in üç F’si vardır”, derler: “Fado, futbol, Fatima”. Bana sorarsanız dört F’si vardır. Buna Fernando Pessoa da dâhildir. Bu karışıklık eğer coğrafi sınırdan kaynaklanıyorsa, Pessoa’ya İspanyol demek Kazantzákis’e Türk, Pratolini’ye Fransız demek gibi bir şeydir. Off, kaçacağım bu memleketten.

Pazar sabahı Vatan Kitap’ın yazarlar kahvaltısı vardı. Pek bir renkli geçti. Buket bu işi iyi yapıyor. Kendime en güzel yeri kapıp Hakan Hoca’nın (Erdem) ve Nilüfer Hoca’nın arasında konuşlandım. Hakan Erdem memleket sınırları içinde kurgu yazarı olarak ilk üç favorimdendir. Hâlâ okumadıysanız okumadan ölmeyin derim. Oradan çıkıp da Mr Mutluluk Hattı’na kahveye kaçtık. Baskın basanındır. Macbeth’in üç cadısı olarak kaynattık. Cumartesi sabahı ise Bomonti’deki Fransız fakirhanesinin kermesinde tam anlamıyla dünyayı satın aldık. Enfes İtalyanca kitaplar buldum. Alışverişten yoruldukça envai çeşit ecnebi rahibenin arasında, enfes bir avluda satılan çılgın yiyeceklerden yedik. Samosaları löpürdettik.

Bir arabayı doldurup boş kalan yerlere sığarak eve döndük. Bütün kameralara gülümsedim. (Patronumuz fakirhanedeki halimizi görüp de bize zam yapar hayaliyle tabii…)

Bize ayrılan bir uykusuz gecenin de burada sonuna sonuna geldik. Sizlere Shantel’den “fige kai aseme” adlı şıkırdak parçayı hediye ediyor ve pijamalarımı çekiştirerek uyku denemeleri yapmaya gidiyorum. Rüyanızda beni görün anacıımm…