23 Aralık 2010

ETİMOLOJİK TAKINTILAR

Item. Sabah kargalardan önce kalkıp günlük üç yüz safiheyi hatmedip Arapça vacib-ul beytimi (ev ödevi, anacııım) icra edip Doğuş Üniversitesi’nde bir de konferans verdikten sonra okula intikal edebildim. Posta kutusuna elimi daldırdım. Bir makalem daha çıkmış leziz bir kitapta. Onu da görünce sordum kendi kendime: Bu mudur? Oku, yaz, yayınla, öğren… Ayy, Özlem Kumrular, sıkıntı âleminde eşsizlik özlemisin, diye içimden geçirirken sonra gelen postayı karıştıra karıştıra gidiyordum ki İrini Hoca kolumdan beni odasına çekti. Tam o esnada gelen mektuplardan birindeki Gön: kısmında Rahip Yanni ibaresini görünce bastım yaygarayı. “Umutsuz ruhani aşkımdan mektup gelmiş”, dedim. Hunharca açtım heyecanla. Şahsı yakından tanıyan tek kişinin de İrini Hoca olması komik tesadüftü. Noel Babalı leziz bir kart, içi ise gayet enfes bir Türkçe. Topu topu iki aydır görmediğim Yanni kendini aşıp bu sürede kusursuz bir Türkçe öğrenmediyse, bu işte başka bir iş vardı. Sonra soyadı kısmına baktım ve ossaat durum aydınlandı. Yüksek sesle düşünüvermişim: “Yok, yok. Bu başka rahip Yanni”. İrini Hoca’yla göz göze gelince 9.8 şiddetinde senkronize bir kahkaha patlattık. Multi içerikli bir kahkahaydı tabii bu. İçi tecahül-i arif doluydu. “Şu memleket sınırları içinde umutsuz aşkı rahip olan kaç kişi vardır?” “Kaç kişinin Rahip Yanni adında birden fazla arkadaşı vardır?” “Kaç kişi bir rahipten Noel kartı alır?” Bu Rum ruhanilerinin hastasıyım. Nezakete bak, hizaya gel. Hangi centilmen kart göndermeyi akıl eder. (Bizdekilerde “akl”, devenin ayaklarının çapraz bağlanması babında sadece). Bana bakın Fata’lar, manyak kader tanrıçaları! Rahat bırakın artık beni.


Item. Açılan gedikten konuya girelim bari. Efendim, şaka bir yana (şaka filan değil, ama idare edin artık) bizim peder Yanni (kart atmayan) yeryüzünde etimoloji ilmi konusunda beni şaşırtan sayılı insanoğlundandır. Sayısız dil bilir. Onunla terasta oturup bir şişe şarap içimi sürede 24 ciltlik bilgi yutarım. Tam bir etimopat benim gibi. (Yunan leksikonuna kattığım bu kelimeyi takdir edin, lütfen.) Uzun zamandır onu birlikte “Kelimelerin seyahati” başlıklı bir kitap yazma konusunda ikna etmeye çalışıyorum. Konuda hayli başarısızım. Ama bu arada bakın neler öğrendim ondan? Bandırma ve Palermo Yunanca’dan geliyor. Pan-ormo, yani “her tarafı liman” demek. Antik Yunanca’da Karadeniz “herkesi misafir etmek” kökünden çıkmış. Monaco ve Münih aynı kelimeden bozma: Monaxos (keşiş). İtalyanda “chiesa” (kilise) kelimesi ise Yunanca kiriaki’den (Pazar) geliyor. Pazar günü ayin yapılan yer anlamında. Müzik ve müze’nin Musa’dan (İlham perisi) geldiğini biliyordum. Lakin müzikten önce musiki olan kelimenin “Mousiki texni”den (Musical art) geldiğini ondan bir otobüs yolcuğundan öğrendim. Bunlarla dolu bir defterim oldu.

Item. Etimopatoloji bulaşıcıdır. Bulaşmama halinde ise çevreye zarar verir. Nitekim bugün Arapça dersinde parlak buluşlarım yüzünden canım dil partnerim Eyüp’süz kalıyordum. “Hocam, başka bir yere oturtun beni Allah aşkına”, diyene kadar susmadım. Müennnes (dişil)-Müzekker (eril) konusu açılınca bir ne göreyim, baktım ki müzekker kelimesi içinde “zikir” kelimesi gizli. Ne olacak anacıımm, “kalp” kelimesi gizli olacak değil ya? (Biraz zorlarsan “kalb” belki. Oradan da kalpazan.) Sonra Yunancada müzekkerin “arseniko” olduğu geldi aklıma. Eril tabii, doğrudan arsenik işte! Bu etimoloji çok şey diyor, ama anlayan yok. Sonra ders kitabında hata bile buldum. İdrak yollarım açıldı durduk yere. Arapça’da şahıs zamirleri bol keseden. Tekil, ikil, çoğul, ayrıca eril/dişil değişiyor: 6 yerine tam 14 adetler. Bir saniye, açıklayabilirim: Bu Arapların çölde canı çok sıkılmış, şekerim. Gelecek hafta nurtopu gibi iki İtalyanımız oluyormuş sınıfta. Biz haydi neyse, vokabülerden yırtıyoruz, Tanrı onları görsün, şekerim. (Bu arada gelecek İtalyanlara sevinemeyecek kadar yaşlanmışım. İyice bilim kadını oldum yok yere. Bir de sınıfa bak, gül gibi, heyecan dolu. Herkes müzekker/müennes bir bekleyiş içinde.)

Item. Yanni derken aklıma Yorgo Amcam düştü. Hayatının son demlerinde içine tüm mutluluğu depolamış gibi. Her gelişinde İstanbul’u gören güzel bir yere gider, yer içeriz. Eski bir Dalaras şarkısından duyduğum o güzel cümleyi kuran tek Yunanlı odur: “Tanrı seni öpsün”.

Item. İsveç rejimi konusunda bir inkişaf yok. Listemi yapıp masama koydum. Bilen bilir. Bu dünyada ölümün eş anlamlısıdır İsveç diyeti. Yanında “hiçbir şey” yazan öğünleri var. İnsan tire filan çeker, anacım. Bu diyetisyenler psikoloji ilminden hiç anlamıyor. Cabeca manyak terimlerle doldurulmuş. (Hocammm, cabeca’yı cümle içinde kullandım.) Bir de tavsiyeler kısmı var ki evlere şenlik. “Brokoli bulmazsanız karnabahar yiyebilirsiniz”, onlardan biri. Kardeşim gizlice bir parantez açarak yanına yorum yazıp kaçmış, gördüğümde yerle bir oldum: “Ekmek bulamazsanız pasta yiyebilirsiniz”. Bir de buzdolabının üzerine yapıştırdığı, annem tarafından telefonda dikte ettirilmiş yemek tarifleri var ki takdireşayan. Çerkes tavuğu gibi. Şöyle parantezler açmış minik şebek: Tavukları did. (Yes, I did)…

Item. Eyüp bugün “kim 500 milyon ister” cinsinden bir yarışmaya katılmam konusunda şiddetli baskı yaptı. Fena fikir değil, diyeceğim, ama ben şahsen istemem. Değil 500 milyon, üç kuruş para harcayacak vaktim kalmadı kaşla göz arasında. Olsa harcayacak halim namevcut. Annemin bir arkadaşının çatlak kocası bize “kafa kaşıma” aleti getirmiş. (Hiç üstüme alınmadım). Kelimeler yetmez anlatmaya, öyle de bir komik. Büyük bir yumurta çırpma teli gibi, doğrudan kafaya takılıyor. Kafama takmam pek yakın görünüyor. Arifesindeyim. Bugün konferanstan çıkınca nasıl bir fırladıysam, Doğuş-Bahçeşehir arasını 355 sefer sayılı uçuşla yapmışım. Ofise girdim, telefon çaldı. Öğrenci dekanı. “Özlem Hanım, çıkarken sizi göremedik. Çiçeğiniz ve plaketiniz kaldı. Nereye gönderelim?” deyince gülesim geldi. 24 saat içinde 48 saat yaşayınca böyle oluyor vaziyet. Neyse, plaketi boş verin de çiçekler iyi geldi.

Item. Bugün hatmettiğim kitabın kahramanı Tepedelen’li Ali Paşa’ydı. Zavallı Tepelena şehrine neden Tepedelen dendiğini daha iyi anlamak için birebir. Lord Byron’ın Ali Paşa’yla tanıştığını bilmiyordum, şok be şok okudum kitabı birkaç saatte. Övgü’nün neden uzun zamandır bana layık gördüğü adamın Lord Byron olduğunu bir kez daha anladım. Çılgın-zade İşkiptarlara bile ne dizeler düzmüş. Bana sorarsanız fazla romantizm cildi bozar, lakin Övgü bu konuda ısrarlı. (İki yüzyıl kadar geciktim Byron için, ama Övgü için bu önemsiz bir detay) Bu arada Tepelena dâhil kitapta geçen bütün Epir şehirlerini, kasabalarını gördüğümü dehşetle fark ettim. Yollarda ölesim var.

Item. Bugün Arapça’da öğrendiğim en faideli keliem “saur” oldu. Öküz, yani. Gün ve hayat içinde en çok ihtiyacım olan bu sözcüğü erkenden öğrendiğim iyi oldu. Anacım, bu Arapça’nın sadece sentaksı değil, psiko-morfolojik hali de bünyeme ters. Bugün diyaloglara başladık. “Nasılız?” sorusunun cevabına bakın hele bir, protest doğama ters: “Elhamdulillah ala kulli hal” (Her halime şükürler olsun)… Neyse, en sevdiğim kotasyonla bugünlük kotamı doldurayım. Leonardo’dan geliyor. Vinci’li yârim benim: “İyi yaşanan bir yaşam yeteri kadar uzundur.”