20 Aralık 2010

SINCE 1974: NECEFLİ MAŞRAPASIZ

Good evening, anacııım. Please, sit down. (Tadından yenmez bir Burhan Altıntop repliğini hatırladım apansızın ve gereksiz yere neşelendim: Sit down, stand up and sitcom) Bir baktım, bize ayrılan bir haftanın daha sonuna gelmişiz. Az önce otobüste yanımda oturan kızcağız diğer arkadaşına saati söyleyince kulak misafiri olduğumu ele verip istemsizce “Neeeee!” diye bağırmışım. “Eve mi geciktiniz?”, diye sordu şaşkın şaşkın. Ona neyse. “Yok”, dedim. “Bir hafta daha bitmiş. Hayata geciktim.” Neyse ki bir sonraki durakta indim de, daha bir kelli felli rezil olma imkânım olmadı. Kurskolik günlerime geri döndüm. Üç ayrı hoca, dört ayrı kurs… Haftanın altı günü! Yatağın yolunu içgüdüsel olarak buluyorum son bir haftadır. Yerdeki sarı okları takip ediyorum.


Babamı her sabah park ettiğim yerden alıyorum akşamları: salondaki üçlü koltuğun üzerinden. Keyfim tıkır: sarmalarım sarılıyor, ütülerim yapılıyor, evim pırıl pırıl, buzdolabı yemek dolu. Babamın sigortasını hâlâ yaptırmadım. Başına bir iş kazası gelmesin diye dua etmekle yetiniyorum. Bugün ona Talat Aydemir’in anılarını aldım. İçinde adının geçtiğini görünce pek bir duygulandı. Şu anda midesinde onun için yaptığım çıtır paçanga börekleriyle birlikte duygu seli içinde kitabını okuyor. Bu onu bir iki gün idare eder. Ortamdan bilfiil soyutlanmış durumda.

Hayat amma garip… Sen kalk yıllar yılı fiyakalı kitaplar yaz, İspanya’dan roman ödülü al, sonra kalk cümle âlemin kafasına en gayri ciddi (amma vallahi billahi pek bir komik) kitapla kazın. Olacak iş değil! Buket’in dediği gibi kitabın adı “Savulun Özlem geliyor” olarak kalacakmış. Hem de kitabın yarısından fazlası piyasadan mucizevî bir şekilde yok olmuşken. Bunca güzel şey yazdım, ama havaalanında kitapçıda gişenin yanında yığılmış bir şekilde satılan sadece bir tek kitabım oldu. Bendeki de kader olsa zaten. (Tanrım, sana bu konuyu bir kez daha düşünsen diyorum). Pamuk Prenses olacakken, Mavi Sakal oldum yahu… Her nevi kötü hikâyenize kahraman olunur. (Heyoo, üst kat beni duyuyor mu? Cebrail, Mikail, Azrail, İsrail… Hanginiz bakıyorsunuz bu kader işlerine, anacıımmm?)

Cuma gününden itibaren Nilüfer Hoca’ya hayatın saçaklarına yapışırcasına yapıştım. Cuma gecesi Giritlendik yine hayatta en sevdiklerimle. Beni kırda görmüşler, başıma çorap örmüşler, haberim yok. (Bu mevcut kara bahtımla saçıma tel örecek halleri yoktu ya). Ankara’da birileriyle kahve içerken görülmüşüm. Düşün, taşın, biraz hafıza denen paslanmış aygıtı sallayınca Ankara’da TTK kongresinden kaçıp Gramofon Cafe’de Teyf’le çay içip tavla oynadığımızı hatırladım. (Onu çok pis yendiğimi, akşam bir kez daha yendiğimi, üstüne de bir kez Derya Tulga’yı yendiğimi, sonunda ikisinin bir olup “Ooooğlum, tavladan anlamayıp da böyle ballı kazanan biri daha yoktur. Kadın milleti işte!” diyerek ceketlerini alıp çil yavrusu gibi dağıldıklarını da hatırladım bu arada. Erkek savunma mekanizmasına bayılıyorum.) Amma velâkin şahıslar ve mekânlar karışınca dedikodu heyecanlı bir hale gelmiş. Az kalsın ben bile inanıyordum. (Aaa, bu arada Gramofon Cafe’de o güzelim plaklara inat çayın yanı sıra devasa bir naylon torba dolusu çekirdeği açık hava sineması heyecanıyla yediğimi de hatırladım. O manzarayı bir gören olsa hayatta unutamazdı zaten. Başka şehirler, kendi şehrimizde yapamadığımız rezillikler için en ideal ortamlar sunar. İmza: bir dost) Bahsi geçen kafenin girişinde bir resmim, üzerinde de kocaman bir çarpı işareti de vardır büyük ihtimal. Durun, gitmeyin. Hafızam açıldı. O gün elimde çekirdek torbasıyla Gramofon’dan çıktığımda on yıllık gülmüştüm, çünkü Teyf üzerinde kerevete bağdaş kurmuş bıyıklı bir adamın elinde testiyle resmi bulunan bir 45’lik göstermişti. Hazırsanız plağın adını söylüyorum: “Testisi elinde”.

Dün akşam Kuzguncuk’ta Kozinitza nam enfes bir restoran keşfettik, Cemal Bali hocamız sağ olsun. Enfes bir Rioja içtik. Çin’den de gelse tanırım Rioja’mın kokusunu. Nilüfer ve Cemal Hoca 70’lere, 80’lere götürdüler beni. Her ikisi de Latinamerikaperest olduğu için tatlı bir muhabbet döndü, ben de keyfini çıkardım. Hocamızın yokluğunda haşerat-ı bahriye yedik. Söz ıstakoza gelince Cemal Hoca eskiden mutfaklarında üç dört tane yerde ıstakozun pıtır pıtır yürüdüğünü hatırladığını söyledi. Tam bir film karesi. (Bir romanda kullan)

Bugün sabahın körü itibariyle Galata Kulesi dibinde buluşup semtteki Yahudi dünyasını anlatan enfes bir geziye katıldık, sinagogları gezdik. (Hocamız olsa “Müslüman’a lazım değil” derdi, kulakları çınlasın.) Günün en komik hikâyesi, Nilüfer Hoca’nın mekâna varır varmaz daha şapkasını çıkarmadan dün gece benim kahramanlarımın rüyasına girmeye başlamış olduğunu söylemesiydi. Çok romantik bir rüya görmüş. Casablanca filminden bir sahne gibi. Artık halime nasıl üzülüyorsa, acılarımı rüyalarında görmeye başlamış. Daha da ürküncü, geçenlerde sevgili falcımın da bana telefon edip aynı rüyayı gördüğünü söylemesi! Sanırım artık ben de korkmaya başlasam iyi ederim.

Bugün kıdemli bir ev-siz olmanın tadını bir kez daha çıkardım. Sinagog girişinde erkekler ve evli kadınlara “kipa” nam o el kadar takkelerden giyme zorunluluğu vardı. Kız kuruları bundan muaftı. Bu güzel sebeple karizmayı sapasağlam bir şekilde bu vakte kadar getirmeyi başardık. Evsiz ve çocuksuz, kipa’sız ve yalnız. Mutluyuz bu halimizle.

Oradan da Kiva ve Retro… Hakan Vardar’ın bu sürprizle dolu dükkânını hâlâ görmeyen varsa sakın vakit kaybetmesin. Aklımız yerinden uçuyordu ki, zor attık kendimizi dışarı. Dünyanın dört bir yanından gelen çılgın kıyafetler: ikinci el, yaşam ve enerji dolu. Görevli delikanlının verdiği gazla doldurmuşum bohçamı. Oysaki bunca yıldır erkeklere inanmamayı öğrenmiş olmam gerekirdi senaryo gereği. İşte Türkçe mealiyle o anlar:

“Hanımefendi, bu elbiseyle denizkızı gibi oldunuz!”

(“Var ya, abla… Fok mu desem, ayı balığımı bilemedim. Yok ablam, balina gibi olmuşsun, ama en kibar Türkçesi ‘denizkızı’ “)

“Ay, hanımefendi. Bu 38 size büyük. Ben hemen 36 beden getiriyorum”

(“Vay denizayısı, patlattın lan elbiseyi içine gireceğim derken. Ben hemen bir 40 beden getirip, sana 36 diye kakalamazsam. Sen gözlerini aynadan ayırma sakın, balina yavrusu!”)

“Jarse çok yakıştı size. Bedeni sarıyor, çok hoş.”

(Üç beden küçük elbiseye girmeyi başarmayı o elindeki jarse denen elastik kumaşa borçlusun, ablam. Geçen gün Akrep Nalan’a da verdik ondan bir tane.)

Neyse, yavru kuşlar. Tozlu raflar arasında kaybolmuşuz. Yazın bira, kışın çay-kahve ikramlarıyla, elinizde bardağınız renk bombardımanı arasında kaybolmak istiyorsanız Retro Suriye Pasajı’nda. Bir haftayı daha heder ettik diye üzülmeyelim. Nette dolaşan güzelliklere bakın. Tiziano 99 yaşında ölmüş, Lepanto tablosunu 98 yaşında yapmış. Goethe 82’sinde Faust’u bitirmiş, Kolomb da ilk keşif yolculuğuna ellisinden sonra çıkmış. Neresine avunayım anacııım? Ben gizli gizli çekirdek yemeye gidiyorum.

Siz yine de beni izlemeye devam edin….

Özlem Kumrular: Since 1974.