21 Temmuz 2010

AYYYY BANA BİR OTOMATİK NEŞE GELDİ...

(Lütfen bekleyiniz. Lütfen bekleyiniz. Lütfen bek...)




Öyle üj bej gün sesim çıkmadı diye benden kurtulabileceğinizi sandınız değil mi? Nı ha ha! Çoook yanıldınız. “Shake your bodyyyy!” Dum tıssss. Yok, anacım, Sortie’den filan gelmiyorum. Spor salonundan geliyorum. Karın kası yapacağım derken hafta sonu çok fena göbek yağı yaptığım için bu hafta cezalıyım, her gün telef olana kadar salondayım, ölmeden çıkmıyorum. Kışın tıka basa dolan salonda yaz sıcaklarında çok hücrelileri temsilen bir ben, bir de Müzeyyen Teyze var. Müzeyyen teyze idolüm. Yaşı sayma sayılarıyla sayılamıyor. Her gün salonda. Şeykittudırayt, şeykittudileft... Bu sabah sözlük dolusu kelimeyle anlatılamayan bir enerjiyle uyanıp okul içinde sağda solda yaptığım komikliklerle enerji deposunu tüketemeyince salona ışık hızıyla girerek gördüğüm herşeyi hızla indirip kaldırmaya başladım. Bu esnada biceps ağırlıklarında benden önce bir suaygırının çalıştığını ve kilo baremini bir katır yükünde bıraktığını farketmemişim bile. Pek yakında sinemalardayım anlayacağınız. Arnıldddddıngen.

Cuma gününden beri kesintisiz gülme hali yaşıyorum. Pek bir hedonist bir vikend geçirdim. Cuma günü bohçamı alıp Alice'lerin evine kamp kurduktan sonra, televizyonun karşısında amip gibi yayılarak televizyon seyretmekten ziyade, rejimi bozup tıka basa pizza yememin de bu mutlulukta payı var tabii... Önce bohçamı gösterip Alice ve biricik kardeşini korkutmak istemedim. Sonra çaktırmadan uyguladığım yayılma politikasıyla Pazar günü çelik kuvvetle evden atılacak hale gelene kadar eve nüfuz ettim ve son anda da halının saçaklarına yapıştım. Yedik, içtik, terliksi hayvansal şekillerde kitap okuduk, film seyrettik ve pek tabii biraz içtik. (Bu gidişle yakında kendimize birer Rus bulup huzura ereceğiz. Sevdiğim bir şarkı şöyle der: Vodka ist gut! Huzur Rus’ta anacım.) Kusturica’nın görmediğim tek filmini de izleyerek seriyi kapattım. Alice nefret etti filmden: “Hayat bir mucizedir”. Hal böyle olunca ben de bayıldığımı ancak şu friii forumda söyleyebiliyorum tabii. Ve pek tabii tatil planlarımızı yaptık... Yunan adalarını basıyoruz dört kız Ağustos sonu. Sakız’la başlıyoruz, sonra Midilli, Sisam, Allah ne verdiyse. Artık kızlar dönerken bir spatula alıp beni kazırlar. Orada da gidip sakız ağacının saçaklarına yapışırım...

Pazar günü de Tavşancıl’da Alice'çiğimin anneannesinin denize bakan enfes bahçesinde amipsel ve gastronomik faaliyetlerimize devam ettik. Salıncakta kitap okuduk. Hızımızı alamayaıp deniz kenarında balık yemeye indik. Aaa, bir baktık belediye değişince likit menüsü de değişmiş. Anlayacağınız balığın yanında zemzem suyu vardı. Allahım aklıma mukayyet ol! Yosun kokusu, deniz, balık ve nar suyu! Bir deus ex machina gelip bizi kurtacak bir gün. Biliyorum!

Pazar akşamı İzmir marşıyla evime gönderildim. Yolunu unuttuğum evimde geçirdiğim yarım saatten sonra gezegen aksiyonlarım devam etti. Memleketin ve mübalağasız gelmiş gelmiş tüm zamanların en şeker rektörüne bahçede mangala davetliydik. Dünya tatlısı hocamız ve dünya tatlısı eşinin yanı sıra dil tarihimin en bitirim, en fıstık Almanca hocası da olunca hafta sonu enfes bir kapanış yapmış oldu. Rejim de ızgara sucuklarla hayata veda etti tabii. Bahçede, ayaklarımız altında gece boyu pır pır dolaşan yumuşacık tavşancık da cabası. Fıkralar değiş tokuş edildi, karın kasları fazla mesai yaptı. Gözlerden yaş geldi. Uzaklardan gelen islamik düğün seslerine hayretler içinde şahit olundu. Artık düğünlerde müzik de yok şekerim. Aklınız şaşar! Bizimki şaştı mesela.

Dün de tarih camiasından bir arkadaşımla sınırsız dedikodu yaptık...Gündüz saatlerinde Sabancısal bir “çalışmak, çalışmak, çalışmak” sendromu yaşadığım için, saat sekizi vurunca kendimi alemlere salmayı adet belledim. Ohhh, açıldım vallahi. Beyoğlu’nda güzel bir terasta anlata anlata bitiremedik. Dört saati bulmuş laklakiyatımız. Bir o kadar daha vardı anlatacak, ama baktım arkadaşım bayılmanın arifesinde, hemen müdahele edip kalan dedikoduları başka bir tarihe sakladım. (Bu arada sanırım özel tarihimden duyduğu son dedikodular onda geçici şok etkisi yaptı). Kırdığım cevizlere bir tek kızlar arasında biz gülüyorduk sanıyordum. Meğer Big Brother was watching us!

Üç kız Sırpça kursuna başlıyoruz yapraklar dökülünce. Mişi, Elçin, ben... Malum Sırpça kursu olmadığı için uzun boylu, sarışın, yakışıklı bir hoca bulacağız. (Vallahi çaresizlikten anacımmm. Kısa boylu, esmer ve çirkin bir Sırp vardı da biz mi ders almadık ondan? Onu bulmak daha zor.) Kocaların kıskançlık yapma ihtimalini de hesaplayıp hemen çıkış yolu bulduk: Bizim Sırpski’nin gay olduğunu söyleyeceğiz. Ciniz, cin.

Kesintisiz kahkaha hattı öğlen üniversitemizin terasında devam etti. Korkarım artık orada öğlen yemeği yiyemeyeceğiz. Resimlerimiz boy boy şehrin tüm restoranlarına dağıtılacak, çok tırsssiiiyoruuumm yeaaaavrum. Neyse, bugün de kovulmadan önce kantar kantar, kental kental güldük. Kahkaha krizini kimin başlattığını söylememe sanırım gerek yok. Mr. Mutluluk Hattı hocamız hayatımızın en büyük gaflarını yarıştırdığımız bir anda son noktayı koydu. Öğrencilik yıllarında bir gün tatilde denize dalıp altan altan giderken birden yumuşak birşeye çarpmış. Bilin bakalım neymiş! Tez hocasının ta kendisi! (Ayıp olmasın diye böyle toparladım, ama bilmem toparlandı mı? ) Su üstüne çıkıp manzarayı görünce tam gaz sahile tabii. Sevgili Boorch ise kahkaha ateşini körükledi. Onun hikayesi sonunda topyekün dağılmıştık ve etrafımızda konuşlanan akademik kadroyu artık gözlükle bile göremez olmuştuk. Anglosakson bir ülkede (doktor kötü şeyleri unut dediği için hangisi olduğunu hatırlayamıyorum galiba) dalgın bir alışveriş sonrası kasiyere “thank you” diyeceğine, “fuck you” demiş! Açıklanabilitesi olmasa da o elinden geleni yapmış. Üstelik kız zenciymiş. Toparla toparlanırsa. Bizim öğle yemeği saatler sürdü haliyle.

Son zamanlarda bir de Burhan’ın “otomatik neşe” formatına bir girdim ki sormayın. Özdenciğim aradı, alo bile diyemeden kahkahayı basınca hemen teşhis koydu hastalığıma: “Sana otomatik neşe gelmiş”. Acaba diyorum hücrelerimden doğal extacy filan mı yaptırsam. Köşe olur pılıyı pırtıyı toplar Lizbon’a yerleşirim.

Ühüüü.. Artık kimse ne yapıyorsun, diye sormuyor. Serkancığım aradı. Uzun uzun maceralarını anlattı (Tabii ki, iş maceralarını) Tam anlatma sırası bana gelmişti, heyecanla başlıyordum ki (Bütün gün evde Osmanlıca çalışmıştım, çok sıkılmıştım, çooook, çok konuşmak istiyordum) ilk kelimeden sonra “biliyorum, blogdan okuyorum”, dedi. Ühüüü. Anlatamadım.

Bu da hafta’nın fotoğrafı. 2005’ten. Arkadaşımız Yorgo’nun çaldığı klas bir restoran olan Ta Nisia’ya şekilde görülen tavşan kulaklarıyla girip onu sahnede şarkı söylerken öpüp bizi tanımamısı için elimizden geleni yapmıştık. Suç arkadaşım Tuğçecim’le... Resme baktıktan sonra bu anı hiç yaşamamış sayın. Haydi öptümmm...



(Şimdi karşıya geçebilirsiniz, şimdi karşıya geçebilirsiniz, şimdi karşıya geçebilirsiniz...)