12 Temmuz 2010

TOP YUVARLAKTIR, AMA İSPANYAM DEĞİL…

Koalaları koalalıklarından utandıracak tembelniyazi bir tatilden sonra güzel Türkçemizde “rahat hat” ya da “suit” tabir edilen koca koltuklu bir otobüsün orta yerinde ön koltuğa yapışık ekranda iki yüz yılda bir taktığım gözlüklerimle, kalbim elimde izledim İspanya-Hollanda maçını. Kulaklar tıkalı olunca otobüste yaptığım gürültüyü ve savurduğum küfürleri de duymadım tabii. Anacım, bu Türkler de garip. Herkesin önünde bir ekran, devasa otobüste maçı tek izleyen delikanlı bendim. Olacak iş değil. Halkım alışmış kötü futbola, olay göze hitap edince erkekliği bozuyor galiba.


Detaylara takıldım. Ağzında sakızıyla dört dönen memleketlim del Bosque’ye (Salamancalıdır kendisi) baktım bir, bir de boynunda Fransız stil bağlanmış atkısı ve rüzgârda uçan saçları ile poz kesen (ne yalan söyleyeyim pek de yakışıklıymış) Hollanda teknik direktörüne… İspanyolları neden sevdiğimi bir kez daha anladım. Sayısını unuttuğum faulle maç fair-play’den çıkıp Ramos ve Puyol’un sayesinde tam bir hair-play oldu. (Çam terebentin havuzunda yatsam, ısırgan otunda yüzsem öyle saçlarım olamaz). Severim saçlarını paçalarına kadar uzatan futbolcuları. Sporun da bir estetiği olmalı anacım. Bende de bu sene şans yok. 2010 yılında topu topu iki maç izledim, skorum bir gol!

Diğeri de hayatımda capcanlı izlediğim ilk maçtı. Ayyy, ayrı bir şenlikti. Meslekten bir arkadaşımın yaptığı enfes bir sürprizdi. Ali Sami Yen’de bir GS-Bursa Spor maçıydı. İkimiz de ne GS’li ne de BS’li idik. Üstelik de partiye gider gibi giyinmiştik. O da TV’de canlı bir programdan çıktığı için yüzü gözü pudra içindeydi. (Erkek olduğu için bunu açıklaması biraz zor olabilirdi. Ben de onu kurtaracak kaslara sahip değildim) Neyse, cillop gibi kıyafetlerimiz, arkadaşın pudralı yüzü, bıçak gibi ütülenmiş bembeyaz gömleği ve benim hiçbir yere yetişmeyen boyumla tam bir maceraydı. Kale arkasındaydık bir de, siz düşünün. Üstümüze üstümüze gelen “bağırmazsanız ölümlerden ölüm beğenin” ifadeli, en az sekiz leşi varmış tadındaki ızbandutlar yaklaştığında ben de hemen kollar havaya yapıp bağırıyordum korkudan. Ay, ne diyeyim, ölüm korkusuyla ben de“Yemyeşil Bursa’nın bembeyaz oğlanları” diye bağırmışsam, affola. Postu deldirme korku kaynaklıdır tamamen.

Dönelim kupaya. Mola yerinde ekranlar da kapanınca otobüsten tamgaz fırlayarak ilk bulduğum ekrana çöreklendim. Ve golü buradaki beş dakikada kuyruğundan yakaladım. Çocuklar gibi şendim, o gün Alçak Ülkeleri yendim. Tüm İspanyol dostlara mesaj çekip “gazamız mübarek olsun”, dedim. “¡Arriba España! İlk cevap eski sevgilimden geldi. “Ben Katalanım.” O an uzayda kavga rekorları kıran Jordi’yle evlenmemiş, sekiz de çocuk yapmamış olduğum için çok sevindim. (Düğüne tam tamına on gün kala kaçmış ve otantik bir runaway bride olmuştum). Sonra fırsatı ganimet bilip hemen telefon açtı. Bir gece önce bir buçuk milyon Katalan Barselona’da gösteri yapmış. İspanyolların onlara neler yaptıklarını ben bilemezmişim. Sürünüyorlarmış. Ne kupasıymış! Kapısında bir BMW Z4 cabrio, şehrin en süper semtinde iki koca ev ve zengin gurmelerin yuvası Xoxo üyeliğiyle Jordi’nin sürünmesi benim de böğrümü deliyor, ama elden de bir şey gelmiyor ki anacım. Allah kurtarsın. Sadece maçı alan takımın yarısının Katalan olduğunu söylemekle yetindim.

Mola mekânında mevcut olan tüm Türklerin İspanyamı tutmasına şaşırmadım. Geçenlerde bir canlı yayında “Türk halkı futbolda kimi, neden tutar?” sorusuna çok cevap vermek istemiş, sonra babam kemiklerimi kırmasın diye dizimi kırıp oturmuştum. Efendim, sanırım Avrupa kupası idi, birkaç yıl önce. Portekiz ve Yunanistan oynayacaktı. Babam da koltuğa vakitlice kurulmuş, havaya girmişti. “Kimi tutuyorsun, baba?” dedim. “Hiçbirini”, dedi. Bir Selanik göçmeni olarak Yunanistan’ı tutmamasını anlayamamıştım, ama buna takılmadım. Portekiz gibi zararsız, uslu, sempatik bir ülkeyi neden tutmuyordu babam? İşte cevap: “Bize yıllardır Örovizyon’da tek bir puan vermedi herifler!”

Babamla futbol izlemek kardeşimle benim için eşsiz benzersiz bir eğlencedir. Mesela babamın Rüştü’yle yıldızı hiç barışmamıştır. Onun gibi muhlis, beşinci archangel bir adamın Rüştü’nün her gafı ile üç boyutlu bir canavara dönüştüğünü görmek bize imkânsızdan hallice gelmiş, koltuğun arkasına pusu kurup maç boyunca kırılmışızdır Merve’yle. Daha bitmedi, durun. Bir de İsveç, Norveç, Danimarka gibi ülkelerin maçlarında yanlış pas veren, gol kaçıran bahtsızlara takar, maç bittikten sonra “şerefsiz sarışın” diye zavallılara bir kızışı vardır ki dillere destan. “Baba, hangi sarışın? Hepsi sarışın bunların”.

Bu arada, maçı Hollanda alacak olsaydı, tam bir tarihi rezalet olurdu bence. Sen gel adamları sömür, sonra da kupasını al git. Sonuç böyle güzel oldu kanımca.

Dört yıl önce İtalya’nın kupayı aldığı gün İtalya’daydım. Canım arkadaşım Antonello ile arabayla Roma’dan yola çıkmış, çizmeyi boydan boya geçmiş, Malta’ya gidecek olan feribota binmek üzere Sicilya’yı geçiyorduk. Messina’dan Catania’ya giden kıyı boyu dağlar içine oyulmuş bitmek tükenmek bilmeyen tünellere girdikçe (ve kilometrelerce çıkamadıkça) radyomuz çekmiyordu, biz de hızlı çıkalım diye çılgınca basıyorduk gaza. Maçı dinleyeceğiz diye Alitalia'yla yarışıyorduk. Messina-Catania karayolu böyle hız görmemiştir yakın tarihinde. Çok şanslıydık, çünkü polisler de aynı işle iştigal ettiklerinden hız manyaklarıyla uğraşacak durumları yoktu. Tam Taxi III’ten bir sahne oluvermiştik. Kupayı almış bir İtalya’nın sokaklarında o gece yaşanan manzarayı anlatmaya ne Türkçem, ne de İtalyamcam yetmez.

İtalyancam deyince… Özdenciğim sabah ofisime geldi. Masamın üzerinde yığılan nesnelerin genelde son durumumu belirtir nitelikte olduğunu keşfedeli yıllar olmuş. Komik kızdır Özden. O daha kapıdan içeri girmeden gülmeye başlarım desem yalandan ölmem. Sözlük yığının üzerinde duran “İtalyanca fiil çekimleri” sözlüğünü görüp bastı kahkahayı. (Faydalı işlerde kullandığımı hemen anladı, cadaloz). Doğrudur, sözlüklerin sırası aşk haritam gibidir. Woody Allen’ı hatırladım. Düzensiz, kıllı bir İspanyolca fiil tarafından kovalanıyormuş. Nereden gelir bu adamın aklına bunca saçmalık! Bayılıyorum ona. Hangi kitabındaydı, sormayın. Ama ille de soracaksınız, ben şahsen düzenli, (mümkünse kılsız), yakışıklı bir İtalyan tarafından kovalanmayı (ve mümkünse yakalanmayı) isterim.

İtalyan deyince… Leone (bundan sonra Mimar Mambo olarak anılacaktır) bir avukatlık bürosu yapıyormuş bu aralar. Paris’te sıcaktan bayılıyormuş. Deniz kenarında çekilmiş bir resmini göndermiş bugün. Gözlerinde t-a-t-i-l yazıyordu resmen. Roma’sını özlemiş. Gelse de bana, kedilerin ve saz arkadaşlarının giremeyeceği, hani şu Karadeniz’deki mısır depoları gibi bir ofis yapsa eli değmişken. Biletim ve takvimim beni şaşırtmıyorsa gelecek ay bugün, bu saatlerde elimde dünya kadar bir dondurmayla Trastevere sokaklarında cirit atıyor ve en cırtlak sesimle “semo romani, trasteverini” şarkısını söylüyor olacağım. (Leone bunu henüz bilmiyor, aramızda kalsın). Roma’nın saçaklarına yapışacağım, çelik kuvvetle çıkaramayacaklar beni, anaacııımmm…