4 Temmuz 2010

KEDİGİLLERE TEKZİP

Geçen akşam Hande’yle konuştum. Pia bana küsmüş. Pia hayatımın felin familyasından tek erkeği. Kedilerle ilgili vahşi planlarım ürkütmüş onu. Gerçekten de aslan ve kaplan formatında fakültede dolaşan canavar kediler yüzünden onu da es geçmişim. Hayatımda sevdiğim tek kedidir Pia. Hande onu “Macar Konsolosu” olarak vaftiz etti. Sadece sarışın ve renkli gözlü olması açısından değil, tarif edilmez bir Macar konsolosu havası olmasından. Valla ne yalan söyleyeyim, hayatımda hiç Macar konsolosu görmedim, ama Pia’ya bakınca “Evet, gerçek bir Macar Konsolosu” diyebiliyorum.( Korkarım bu hissi açıklayamayacağım.) Hronis’in beni salya sümük ağlamaya gark ettiği ve Hande’nin beni iyleştirmeye mahkum olduğu günlerde hep yanımda olmuştur. Kızcağazın bana hazırladığı yatağa benden önce girip ayak ucunda izolasyon ve ısıtma işlemlerine başlamıştır. Dolayısıyla geceyi bir Macar Konsolosu’yla aynı yatakta geçirmiş olduğum gerçeği Hronis için sonradan travmatik kalmış, Macar konsolosunun felin familyasından olduğunu öğrenecek şansı asla olmamıştır.


Hande’nin oğlu 17 aylık oldu: Massimo. Türkçesi Battal. Massimeddo (yani Sardo’da Massimocuk) deniyor daha ziyade. Hande Ona Moşimoto demeyi tercih ediyor. Bunu da ancak bir Avrupayakasıkolik anlayabilir. Neyse, Pia Moşimoto’yu kıskandığı için artık yatakta dört kişi yatıyorlarmış: Massimo, Hande, Moşimoto ve Pia. “Belediye otobüsü gibi”, diyor Hande. “Yatağa girerken akbil basıyoruz.” Komiktir Hande. Netekim dün çok güldürdü beni. Babası yolda giderken kollarının altında iki koca karpuz taşıyan birine yol soruyor. O da sakince Mete Amca’ya “şunları bir dakika tut”, dedikten sonra boşalan kollarını havaya kaldırıp “ne bileyim ben!” diyor. Bir gün bir film yaparsam bu sahneyi kullanmam farz oldu.

Korkarım bundan sonra en sevdiğim felin Leone olacak (Vahşi kedilerin günlüğü). Gönderdiği maillerin altına Mambo Leo diye imza atıyor artık. (Mambo Italiano yazımı görmüş, araştırmacı gençlik. Şükürler olsun ki tek kelime anlama olasılığı yok. Türkçe öğrenene kadar rahatız.) Darma duman oldum gülmekten. Mambolizm başladı yakın çevrede. “İtalya senin yüzünden Türklere vizeye çeşitli engeller çıkaracak”, korkusu içinde Hande. “1974 doğumlu Boğaziçililer ayvayı yedi, dolayısıyla ben de”, dedi. “Senin yüzünden İtalya’ya giden Türklerin kulaklarının arkasında Orman Bakanlığı damgalı bir çiple dolaşmaları gerekecek”. Yedi yıldır uğraşmadığı İtalya vatandaşlığını hızlandırmaya karar verdi. Benim yüzümden kayınfamilyasını görmeye gidemeyecek Sardinya’ya. Buna en çok dört ayaklılar ve Sardinya sakinleri sevinecek. Kayınfamilyası toprak ağası olduğundan her gelişlerinde adadaki tüm dört ayaklılar bahçede cızbız oluyor. Bir milyon nüfuslu adada moratoryum ilan ediliyor. (Yukarıdaki fotoda post-moratoryum hallerini görebilirsiniz).

Bu aralar İtalyan olan herşeye konsantre yaşıyorum. Yarım kalmış Pirandello ve Pratoloni'lerimi okuyorum. (Birisi çevirsin şu güzel adamları Türkçe’ye yahuuu.) Eski şarkıları dinliyorum. Osmanlıca okurken sevgili hocamız yanlış okuduğumuzda “bir de bakarak oku”, diyor. Ben de bu sefer duyarak dinledim şarkıları. İtalyanların pek bir nefret ettiği, buram buram çocukluğum kokan bir şarkıyı dinledim yeniden. “Lasciatemi cantare”. Sözlerine dikkat kesilince bakın ne güzel şeyler buldum. “Buongiorno Dio… Sai che ci sono anch’io”, Yani “İyi günler Tanrım, biliyorsun ki ben de varım”... Heyyy, ben de buradayım, gör beni, anlamında. Buradan Tanrı’ya sesleniyorum. Beni hep gördüğün için sana teşekkür ederim.

Hande pek bir bahtsız çıktı. (Sardinya’nın besin ve doğal kaynaklarını kurutma girişimleri konusundaki ekstra şansını saymazsak tabii) Kocası Maurizio tam bir denizkestanesi canavarı. Dolayısıyla Maldivleri solda sıfır bırakan Sardinya sahillerinde yapılabilecek en korkunç tatili yapıyor her yaz. Malumunuz denizkestanesi tabir edilen hayvanlar kayalıkların arasında yaşıyorlar. Maurizio keçi gibi kayadan kayaya atlayıp bulduğu kestaneleri oracıkta mideye indirirken, Hande de kertenkele gibi en yakın kayaya hayata tutunur gibi yapışıp denize ve dünyaya 45 derece eğik bir şekilde güneşlenmeye çalışıyor bütün bir yaz. Genç kızlarımıza duyurulur. İtalyan’ın deniz kestanesi sevemeyeni makbuldür, anacım. Evlenmeden önce teste tabi tutun, komşulara sorun soruşturun, damat adayı yaz günü kayalıklarda elinde dikenli bir nesneyle sıçrarken görülmüşse bir sonraki yakışıklı aday’a doğru yelken açtırın umutlarınıza.

Felinlerden açılmışken ve sabahtan beri bitirmeye çalıştığım tarih makalemi bitiremezken İbrahim Tatlıses’ten de bahsedeyim. (Bu adı ona fakülte sakinleri koymuş) Fakültemizin en yeni elemanı. Kaplan görünümlü kedi. Sadace görünümlü de değil aromalı ve efektli. Tam konsantrasyon denen şey (ve asla sağlanamayan) ele geçirilmişken kafasını açık camdan içeri uzatıp kükrüyor. Aslanhaneye götüreceğim onu. Vahşi yaratığın tek sevilebilir yanı renkleri: siyah-beyaz. Siyah-beyaz demişken, yüzyıllık bir Beşiktaşlı olarak İnönü Stadı’na ilk defa bu bugün mezuniyet töreni sebebiyle girecek olmam çok trajik, değil mi. Böyle olsun istemezdim.

Dün yolda bir kelime ürettim. “Trelog”. Sanıldığı gibi monolog ve diyalog gibi konuşmayı yapan kişi sayısıyla ilintili değil. Yani burada üç kişi yok. “Trelog”, trelos’tan (τρελός) yani “deli”den geliyor. Kendisiyle diyalog kurmanın imkansız olduğu bir arkadaşım var, “a” dediğimde cevaben “ğ” diyor. Aslında beni hiç dinlemeden kendi kendine konuşuyor. (Bir çeşit tre-soliloque da denebilir buna galiba) Onunla neden hiçbir zaman bir sonuca varamadığımızı anladım. Çünkü o bir deli (psikiyatristler daha tıbbi bir açıklama getireceklerdir eminim) ve sadece kendini düşünerek konuşuyor. Etrafındaki herkes de aynı Shakespeare’in dediği gibi: (And all the men and women merely players). Böyle hasta kafalılardan sakınınız anacım. Kelimeyi de bu arada hiçbir ücret talep etmeden Yunan Dil Kurumu’na hediye ediyorum.

Tatilimin ilk bölümüne Pazartesi günü giriyorum. Bir bavul kitapla “hadi Güneye, hadi denize”. ( “Sana selâm getirsem güneyden biraz/ Bu kalbimin sesi, bu da arkadaşım yaz”, güzel sözlermiş.) Tam bu işte bir yanlışlık var, diye düşünürken baktım başka bir arkadaş da kendini kaptırmış çalışıyor. Bu ne biçim yaz, bu ne biçim tatil? Neden senenin 365 günü çalışıyorum? Ercüment Hoca’nın dediği gibi işkolik mi oldum? Nasıl kurtulurum? Sınavlardan önce bir doz (sadece bir öğün) çalışan ve çatır çatır geçen (hem de Çapa Tıp gibi mekânda) kardeşimden geçmiş olamaz. Bütün bu soruları düşünürken Kitabe-i Seng-i Mezar çıktı ortaya. Evet, evet, mezar taşıma ne yazdıracağımı biliyorum artık: BUNU BEN İSTEDİM. Nasıl? (Arkadaşımızın dediği gibi: “You asked for it and you got it!” Bir de şu eskiden katiplerin giydiği siyah kolluklardan yaptıracağım kendime. Dirseklerim eskidi anacım.

Radyosunu yeni açanlar için: Celentano’dan geliyor “il tempo se ne va”. Celentano’yu sevmem, ama eski bir arkadaşımın keşfi olan bu parçasına bayıldım. Siz de bayılın anacım. Bulun dinleyin, İtalya düşleyin. Benim biletim hazır valla. Alitalia’dan. Neyin kısaltması olduğunu da Napoli uçağında bir İtalyandan öğrendim: Always Late In Taking off, Always Late In Arriving!

PS. Şu anda (Bir Pazar sabahı) fakültede bir kediyle yapayalnızım ve buraya gelmeden önce Adli Tıp’ta okuyan bir arkadaşla karşılaştım. Nı ha ha...