4 Temmuz 2010

“SENSİZ GEÇEN YILLARIM ROKASIZ SALATAYA BENZER"


Kardeşimi ne zamandır göremiyordum. “Abla, blog’undan takip ediyorum seni. İyi olduğunu görüp rahatlıyorum”, dedi geçenlerde telefonda. Dün gece evde tesadüfen karşılaştık. Evet, dolu dolu (hatta istiap haddini fazlaca aşmış) bir haftanın sonuna geldik. Haftayı da fiyakalı kapattık. Dün Galata Kulesi dibinde yeni açılan bir mahzende enfes şaraplar tatmaya götürdü bizi Serkan. İçerideki kutup ortamına enfes şaraplar ve peynir çeşitleri de eklenince insanın hiç dışarı çıkası gelmiyor doğrusu. Sensus namlı mekâna gerçekten bayıldık. Bu sade-şık mekânın özelliği sadece ve sadece Türk şarapları ve peynirlerinin olması. Dolayısıyla vinofil ecnebi misafirlerinizi göğsünüzü gere gere götürebileceğiniz bir yeriniz mevcut artık.


Macbeth’in Üç Cadısı olarak günbatımını Galata’nın (ve kanımca İstanbul’un) en harika terasında izledik. Korkarım bu yaz Serkan’ın terası benden kolay kurtulamayacak. Romantizm damarlarımı yüzyıllar önce aldırmış ve kalbimi Balkanlardan gelen soğuk hava dalgasına açmış olmama rağmen yaptığım dj’lik sonunda kalbimde hâlâ canlı hücreler bulunduğunu fark ettim. “Çıplak Tango” filminden “Esperanza” şarkısını bütün bir hafta dinleyen Nilüfer Hoca’nın ritminden enfes şarkılarla devam ettik akşamüstüne. İtalya, Portekiz ve İspanya dolaylarında gezindik. Tatlı tatlı sohbet ettik.

Yusuf Hoca caz festivali için abonelik almış. Bütün konserler için plastik bir bilezik vermişler. Festival boyunca takıyorsun. Muhtemelen banyoda da çıkarmıyorsun. Resmen pire tasmasına benziyor. Yusuf Hoca’nın dünyayla derdi olmadığı için takıyor. Ben de takarım takmasına, ama ayıp canım. Kim akıl etti bunu kardeşim? Kolye, küpe verseydiniz, bir işe yarardı bari. Zaten misofelin günler geçiriyoruz şurada.

Simay ve dünya tatlısı ailesi çılgın mezeleriyle geldiklerinde esas bayram başlamıştı. Bütün malzemeleri İzmir’den gelen benzersiz lezzetler. Hepsi de ev yapımı. Daha önce hiç yoğurtlu deniz börülcesi yememiştim. (Aslına bakarsanız dün gece de yiyemedim, tabakta kalan siluetini gördüm.) Geceye en sakininden Haliç, Boğaz ve Kule manzarası karşısında Egesel bir sohbetle devam ettik. Simay’ın babasından İzmir’de çok kullanılan (ama benim hiç duymadığım) bir deyim duydum: “Sensiz geçen yıllarım rokasız salataya benzer”. Dünyanın sayılı rokakoliklerden olduğum ve yaz-kış deli gibi roka yediğim için olsa gerek, pek bir bayıldım doğrusu. Ekstra bir bilgi daha, roka İzmir’de 20 kuruşmuş. İspanya’daki son süpermarket alışverişimde her şeyin İstanbul’dan ucuz olduğunu görüp şok geçirmiştim. Bunu Yunanistan’da da doğruladım iki ay önce. Çok pis kazıklanıyoruz gençler.

Gece boyunca atraksiyon hiç bitmedi. (İşte bu yüzden aşığım bu şehre) Kabataş-Üsküdar motorunda arkamda haince konuşlanan üç kişiden mürekkep musiki grubu beni öldürdüler. Yolculuk boyunca devam eden kavun konusunda bilgi değiş-tokuşu eylemlerine bir süre sonra büsbütün kahkaha bazında tepki gösterdim. Manisa’nın Kırkağaç kavunu varmış efenim. “Bembeyaz tenli, ağzına atınca mideye kayar ve suları da ağzından dışarı akar”. Aynen bu kelimelerle! Bir de Halil Bey kavunu varmış: sert, kokulu ve sapsarı çizgili… Bir kavun ansiklopedisinin en az iki fasikülünü oluşturacak kadar bilgi edindim. Bırakın musikiyi anacım, yazar olun.

Çok hareketli bir hafta oldu gerçekten. Çarşamba akşamı Tophane-i Amire’de Cervantes’in La Gran Sultana’sını izledik. Benim gibi bir Cervantesperest’in nasıl heyecanlandığını tahmin edebilirsiniz. Özellikle de altı su olan saydam bir cam sahne üzerinde! Madrigal’i oynayan Cüneyt Mete’nin tek kelimeyle muhteşem performansı ve Sultan Murat rolündeki Durukan Ordu’nun sahneyi ve kalplerimizi dolduran yakışıklılığından bahsetmeyeceğim. Türkiye’de de yakışıklı olduğunu yıllar sonra hatırladık. (İyi ki tiyatro eleştirmeni olmamışım, oyun tahliline bak! ) Her ne kadar ses tesisatı oyuna seslendirilmiş bir film tadı kazandırsa da Cervantes’imin parmakları yeter. En sevdiğim dörtlüğü de katmayı unutmamışlar: “Nerede görülmüş senyör / İki kişi bir yatakta / Birinin kalbinde İsa / Diğerinin Muhammed?”

Lakin Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Lemi Bilgin’in oyun kitapçığına yazdığı yazıyı okunca darma duman oldum. Cümle aynen şöyleydi: “Pessoa’nın, Unamuno’nun, Lorca’nın, Alberti’nin ışıltılı sesinin yeryüzüne yayıldığı yerdir İspanya”. Efenim Pessoa, Comões’ten sonra Portekiz topraklarında yetişen en büyük yazardır kanımca ve dolayısıyla Portekizlidir. Bu bir sınır komşuluğu meselesiyse, Kazancakis’e Türk, Pirandello’ya Fransız demek kadar acıklıdır.

Pessoa deyince romantik oluverdim apansızın. Bir Mayıs akşamı günbatımında Portekiz’in minicik bir şehrinde, Evora’da, şehrin minicik meydanında tarifsiz bir gökyüzünün altında Nilüfer Hoca’yla yemek yediğimiz an geldi aklıma. Birden sokaklardan birinden devasa bir Pessoa balonu çıkıvermişti. Beş-altı insan büyüklüğünde, güzel bir kadının ipinden tutup götürdüğü, Pessoa’nın o kimseciklerle karıştırılamayacak şapkalı, gözlüklü balonu bütün sokakları dolaşıp şimdi de meydana gelmişti. Yeşil şarap, akşamın dokuzunda bile hala turkuvaz bir gökyüzü, meydanı süsleyen sütbeyaz bir kilise ve Pessoa… Portekiz’e gidelim, n’olurrr...

Cuma akşamı da malumunuz Opera Şehre İndi. Festivalin açılışı için Rossini’den Fatih Sultan Mehmet seçilmiş. Çok majestik bir açılış oldu gerçekten. Hele hele Fatih’i canlandıran Macar Istvan Kovacs’ın sahneye beyaz bir atla gelmesi kalplerimizde heyecan yarattı. Küçükken kereviz sevmezdim. Pırasa, ıspanak ve karnabahar da. Sonradan müptelası oldum hepsinin. Ama operayı hep sevdim. Sonradan sevenlerden de değilim. Belki de daha bacak kadar çocukken altı sesli koroda söylediğimiz madrigallerin bunda payı vardır. Gastoldi, Gibbons ve Zuckmayer’den söylerdik. Vay be! Ne günlermiş. Şimdiki çocukların neden opera sevemedikleri belli. Yavrucaklar ses kirliliği içinde büyüyorlar. Tanrım, acı onlara.

Nitekim bir haftada iki tane konusu ecnebi kıza aşık Türk erkeği olan eser gördük. Uzun/sıkıcı tarihsel/sosyolojik yorumlarımızla sıkmayacağım sizi. Sadede geleceğim. Bu sadece tiyatro ve operayı süsleyen bir tema olarak kalmalı bence. Bir arkadaşım diyordu dün, “şu gavurlarla evlenen Türk kızlarını anlayamıyorum”, diye. Ben de onun neden anlayamadığını anlayamıyorum doğrusu.

Evet, şortlu günler devam ediyor. Çocuklarımıza şort giyilecek bir Türkiye bırakalım derken postu deldireceğiz, bir şey değil. Dozu da arttırıyoruz, çaktırmadan. Dün gece kardeşim eve dönünce “Bu şortu bir daha giyeceğin zaman haber ver, helalleşelim”, dedi. Hiç korkmamaktan korkuyorum. Neyse, kitabe-i seng-i mezar hazır.

Günün parçası Rebel Moves’dan geliyor… “Oh be, sevgilim yok rahatım”. Bunu da mutlaka bulun, dinleyin ve eğlenin anacım... Biz öyle yaptık. Post scriptum (ya da post secret): bu enfes fotoların faili Yusuf Hoca'dır.