9 Temmuz 2010

OBLOMOVGİLLER ya da DOLCE FARNIENTE

Yaşasın tatil! Evet, nihayet ailecek pılıyı pırtıyı toplayıp yola çıktık. Hem de öyle böyle değil. Neye ihtiyacımız yoksa arabaya tıkıp sonra da içine binmeye çalıştığımızda bize camda bir Garfield kadar bile yer kalmadığını fark ettik. Lakin çok geçti. Yolda solladığımız D, NL, B plakalı Almancıların (ve respectively diğerlerinin) bile arabalarında nefes alacak yer kalmıştı, oysa biz güneye indikçe fill in the blanks yapmaya, her gördüğümüz meyvacı-sebzeci kadın tezgâhında durmaya devam ediyorduk. Babamın yanında teddy-bear niyetine getirdiği ve kucağından indirmemekte direndiği fesleğeniyle (ve de devasa saksısıyla pek tabii) 750 km yol yapması takdirimizi kazandı. Kardeşim de babamın onu bakkala gönderirken sık sık söylediği “evin küçüğü olacağına, ayının büyüğü ol” atasözünün artık fesleğene uygulanması gerektiği konusunda ısrarlı oldu. İffet Kumrular yönetimindeki araç Antalya’ya intikal ettiğinde hiçbir kimyasal üzerimize yapışan eşyaları çözecek güçte değildi.


Yaşasın dolce farniente! Yunanca tabiriyle, tembeliazo… (Türkçe’den Yunanca’ya geçen en anlamlı fiil olduğunu düşünüyorum, bayılıyorum.) Tam bir holy-day, nasıl kutsal, nasıl kutsal! Akdeniz’in mis kokulu esintisi karşısında kendini şezlonga bırakan eklemlerim hâlâ şaşkınlık içindeler. Adaptasyon zorluğu yaşıyorlar. Ailecek Oblomovlar gibi yayıldık. Mutfaktan su getirmek için saatlerce birbirimize yalvarıyoruz. Şezlonglarla yekpare oldu vücutlarımız.

Akşamları kuzenler de gelince hikâyeler derinleşip sülalenin tüm kirli çamaşırları ortaya çıkıyor. Mesela dün gece neden bir kedigil düşmanı olduğumu bu sayede anladım. Efendim, anneannemin de beyaz bir kedisi varmış. Ama sadece ve sadece onu seviyormuş. Kedi ne zaman yavrulasa yavrucakları bir torbaya koyup trene bırakıp kaçıyormuş. Benim kedi sevmem genetik biliminin külliyen çökmesi demek olurmuş zaten. Ben bu hikâyeleri Türk filmlerinin kötü kadın kahramanları kahkahasıyla dinlerken veteriner adayı minik kuzen Meltemcik hiç gülmüyordu doğrusu. Kendisi adli tıpla ilgileniyor. Veterinerlikte ne denli heyecanlı olabileceğini ve nerede kullanılabileceğini tasavvur ederken de çok eğlendik. Ölen bir ineğin ardından sürüyle yapılan mülakatta “düşmanı var mıydı?” şeklinde olmadığı kesin. Gerçeği esef içinde öğrendik. En çok adı geçen vaka eşek tecavüzüymüş. Haydi canlarım, ben İtalya’ya kaçtım. Siz de başınızın çaresine bakın.

Bu arada Botero’ya da gidemedim. (Aslına bakarsanız annem varken pek de gerek yok, ama haydi neyse. ) Hastasıyım Botero’nun. Resimlerini toplayan kitapları yıllarca her gördüğüm yerden kapıp gelmişimdir. Botero bir yana, tam bir ayaklı Arcimboldo tablosu oldum bu aralar. Onun sebze-meyvelerden mürekkep portreleri var ya, tam o haldeyim. Olur da yanlışlıkla güzelleşirim diye sayısız meyve maskesi uyguluyorum. Yüzümde kayısılar, çilekler, salatalıklar cirit atıyor. Evet, haklısınız, sucuya kapıyı o şekilde açmam büyük bir hataydı. Hele hele karanlıkta. Adam suyun parasını almadan gitti yahu… Taktik de fena değilmiş hani. Anacım, simya bilimini fazla zorluyorum galiba. Çileklerle Claudia Schiffer olunduğu nerede görülmüş. Eldeki malzeme belli.

Kitap okumak dolce farniente’ye dâhil tabii. O da aylaklık kabilinden sayılıyor. Dün rekorumu kırarak üç buçuk kitap okudum. Hesaplarımda yanılmazsam getirdiğim bir bavul kitap bitmeden buradan ayrılmayacağım ve yine hesaplarım doğru giderse dün gece başlayan şiddetli baş ağrısı ben İstanbul’a varmadan önce migrene dönüşecek. Getirdiklerim arasında en çok Deniz Gürsoy’un bira kitabını beğendim. Herkese tavsiye olunur. Böyle lezzetli ve eğlenceli bir kitap okumamıştım ne zamandır. Tek celsede, tuvalete bile gitmeden/gidemeden bitirdim kitabı. Lakin karaciğeri nadasa bıraktığım (başka bir deyişle 10.000 bakımı yaptırdığım için) dolaptaki renk renk, desen desen biralara bakıp yanındaki diet-cola’yı kapmakla yetiniyorum çaresiz.

CNBC bana bir sürpriz yaptı geçen gün. “Gente di Roma” (Roma’nın İnsanları) filmini verdi, Roma ziyaretime bir prolog, bir mukaddime babında. Filmi izlerken Roma’nın hayatımda kaç defa gittiğimi saymadığım şehirlerden biri olduğunu fark ettim. Anacım, Trevi’ye beş Liret atmışlığım da yok, ama kaderin cilvesi işte. Tersten okununca dünyanın en anlamlı şehri olur Roma: amor. Aşığım Roma’ya. Bir aralar o denli sık gider olmuştum ki, başıma şöyle bir şey gelmişti. Alitalia’nın Roma-Madrid uçuşunda bir cam kenarı istemiştim. Uçağa bindim, baktım cam kenarında bir velet, yanında da annesi. “Ayy, çocuk işte. Cam kenarı istiyor, ağlıyor”, demişti cazgır İtalyan. Ya sabır çekip koridor koltuğuna büzülmüştüm. (içimden bol keseden küfür savurarak pek tabii). Yolculukta hiç sevmem çocuk mocuk. Mümkünse tenhalarda cimciririm onları. Aradan aylar geçti, ben yine Roma-Madrid arası gidiyorum. Yine Alitalia. Cam kenarı istiyorum. Allahım, aklıma mukayyet ol! Tam yerime oturacağım ki bunun dünyanın en imkânsız olasılık hesabının eseri olduğuna şaşarak yine aynı veledi ve annesini görüyorum. Ve pek tabii velet koltuğumda oturuyor. Ulan, siz benim başıma bela mısınız İtalyan familyası! Bu sefer yemiyorum, cebren ve hile ile ele geçirilmiş koltuğumdaki çocuğu silkeleyerek kuruluyorum cam kenarına. Bunu açıklayabilecek bir probability formülü var mı yahu? Frequent flyer değil, tortured flyer olmuşum anacım…

Ayy, size Bulutsuzluk Özlemi’nden “Güneye Giderken” şarkısını gönderiyorum. Ne ballı şarkıdır o! “Yolda güneş yükseliyordu güneye giderken”… Yıllar önce yaptığım bir röportajda Nejat Yavaşoğulları şarkının orijinal sözlerinin “solda güneş yükseliyordu” şeklinde olduğunu söylemişti. Diğer pek çok söz gibi sansüre uğramış. Korsan Mırık, Halil Amca olmuştu mesela. Neyse, güneye inenlere benden gidiyor… Esen kalın anacım...