Öğleden sonra eve geldim, babam şaşkınlıkla
açtı kapıyı: “Aa be ya! Ben seni içeride uyuyorsun sanıyorum?” “Evet baba,” dedim, “ben de öyle kendimi içeride
uyuyor zannediyordum.” 48 saattir toplam iki buçuk saatlik uykuyla dolaştığım
için ben de hayal, gerçek ve rüyayı karıştırma kıvamındayım. Alter egom içeride
sıcacık uyurken ben dünyanın işini halledip eve gelmişim. Rüyasında kelebek olduğunu gören bir kelebek
yani, Borges’çesi. Meğer bende devreler çoktan yanmış. Düşünsene bir de gerçek
olsam, hiç çekilmem. (Tıpta bir adım yok. O derece.)
Ha, başlık mı? Daniel
Arasse’ın tablo okumak üzerine muhteşem bir kitabını okudum, tek celsede. Kitapta
Omnia Vincit Amor’a müthiş bir alternatif getirmiş Latin atalarından: Amorem
Vincit Amor: Aşk aşkı yener. Kitaba ayrı, buna ayrı bayıldım!
Kardeş diye besledik, içinden gurme çıktı.
Neler yapıyor, neler. En son yaptığı yulaflı, hindistancevizli-muzlu
pancake’ler, hurmalı labneler, fesleğenli, kaşkavallı kanepeler, pekmezli
fıstık ezmeleri yaktı bizi. Kardeş gibi
kardeş. Yemiyor yediriyor, içmiyor içiriyor. O diyette, biz olduk mu yüzer
kilo! Şiştim of a Down. O sporda, biz babamla iki kişi bir tepsi kıymalı
böreğin başında. Resmen içimizde birer Mehmet Yaşin yaşıyormuş. Humburlop, gitti
mi köylünün rızkı mideye…
Soyağacı
sorgulama hezeyanı geçmeyeydi iyiydi. Bize iyi eğlence kapısı açılmıştı. Burhan
Altıntop’un Sikendinav kokenleri gibi bir şey oldu Türkiye’de. Hande’nin derin
Muş kökeni ortaya çıkınca telefonlara “HDP mitingindeyim, canım “ diye çıkmaya
başlamaları filan. Zılgıtlarla yaşıyor. Onur’un büyük ninesi Ermeni çıkmış, adı
Viktorya. Genetik yatkınlıktan ne topik yapar ama! Trabzonlu olduğunu bilmeyen bir
gencin bu gerçeğe uyanması üzerine Fenerbahçe’yi tag’leyip “Verin lan kupamızı
geri” demesine yıkıldım. Elif’in “Biz sadece Temmuz’da meyve veren bir aileyiz”
yorumuna da az gülmedim. (Soyağacı okuma hatalarında favorim). Yozgatlı çıkmadı
Türkiye’de. Herkes Balkanlar’dan geliyor. Soğuk hava gibi. Bizimkisi ayrı
şenlikli çıktı. Anne tarafında herkes Havva.
Biz artık evrimi kabul etmek zorundayız, siz kaçıp kendinizi kurtarın. Havva’dan
geliyoruz biz, kaçarımız yok. Annemin anneannesinin anneannesi 1859 doğumlu
olup boşanmış! Hey yavrum hey, Aytuğ’un dediği gibi daha Medeni Kanun yokken
ortada… Medeni yolu bulmuş atalarım. Sonra biz neden evde kaldık. Genetik
yatkınlıktan mütevellit. Anne tarafı Konya, baba tarafı Selanik/Serez.
Sorarlarsa Selanikliyiz diyoruz. Herkes böyle yaparsa yakında İç Anadolu’dan
gelen kimse kalmayacak memlekette. Topluca Balkanlıyız, AB’liyiz. Peki Balkan
kelimesinin dağ, hatta sıradağ demek olduğunu biliyor muydunuz? Dağlıyız biz. Ha,
bir de babamın dedesinin babasının adı Halil. Babam Ali sanıyormuş. Kardeşim çözdü
olayı. “Baba, ona herkes Alil diyordur da ondan”. Trakya’ya oş geldiniz.
Yakışıklılar yakışıklısı Birol Ünel’in de
oynadığı Transilvanya filmini izledikten sonra hayallerimin tepelerini
süslemeye başlayan pagan festivali Kuker’e gittim sonunda. Aşırı aşırı güzel
bir şeydi… Trakların kıştan kalan kötülüklerden arınmak, baharı kutlamak ve kötü
ruhları kovmak için düzenlediği bu şenlik Bulgaristan’ın Yambol’unda kutlanıyor.
Devasa hayvan maskeleri, rengarenk zır deli kıyafetler, çatlak teatral bir
düzenle akıl kaçırası bir güzellik. Diyonizos şenliklerine kadar geri gidiyor
tarihi. Olm, toprakların güzelliğine bak, Diyonizos şenliği filan! Merve
korkunç maskeleri görünce “Abla, bence sadece kötü ruhları değil iyi ruhları da
korkutuyordur bunlar,” dedi. Çocuk haklı. Bence tam da korkutamamış, çünkü
Balkanlar’dan gelen soğuk havayı hiç böyle görmediniz. Hangi baharı
karşılıyorlar ben anlamadım. Soğuktan burnum düşüyordu. Yakutsk’u ayağınıza
getiriyor Mikail. N’aptın sen Mikail? Böyle soğuk mu olur?
Sadece
köyün bekâr erkeklerinin katıldığı şenlikte gençler bellerinde taşıdıkları
kemerlerde 20-30 çan taşıyor. Yetişkin bir kuker tek başına 30-40 kiloluk
çanlarla zıplayıp saçma sesler çıkarabiliyor. Zaten festivalden memlekete
döndüğünüzde beyniniz zonkluyor, ziller hâlâ kafanızın içinde çalıyor. Favorim
kadın kılığındaki erkekler oldu. Bu festival zaten bizim memlekette olmazmış.
Köyün erkeklerini saçlarında çiçek, dudaklarında kırmızı rujla görünce
anlıyorsunuz. Türk erkeğini bozar. O role girecek abi bulamazsınız. Paganlık
güzel şey arkadaş. Bir de bize bak: Kurban bayramı, Ramazan bayramı.
Yambol’dan
sonra Trakların başkenti Kabile’ye götürdü bizi güzel gençler. Adını Kibele’den
alıyormuş. Trak dediğin halkın başkenti adını nerden alacağıdı? Antropoloji
diye bir bilim olmasa atalarımın Trak olduğuna yemin edebilirim. Kabile Müzesi’nde
binlerce yıllık bigudiler gördüm. Boy boy. Üç yaşındayken kafama taktığım
bigudileri sokağa çıkarken bile kafamdan çıkartamazlardı. Annemle babam olmak
da zor işmiş ha! Düşünsene, bigudili çocuk İffet ve İsmail’in ellerinden tutmuş
yürüyor, yüzünde saçma bir mutluluk hali, kafasında bigudiler. O yaşımdan beri
değişmeyen tek şey inadım galiba. 80’lerden kalma büyük bir kompozitörün de
dediği gibi: nerde Trak, orda bırak J
Biricik Metin Uca için yazdığım oyun artık
sahnelerde. İlk gösterim için birlikte İzmir’e gittik. Çok Püsürlü Komedi.
“Bunu mu demek istedim?” Metin zaten fazla zekâdan gidecek giderse. Yetenek
küpü. Kültür, yetek, espri anlayışı fazlası ile bu ülkeye fazla adam. En çok
ben gülmüş olabilirim. Ön sırada kahkahadan boğulan ayı bendim. Yok canım,
kendi yazdığıma gülmedim. Metinde olmayan, ama Metin’de olan şeylere koptum.
Padişahların “very gut” beslendikleri için gut’tan gitmelerini duyunca
dağıldık. Papa X. Leo’nun dalkavuğuna cüppesini sosa bandırarak yedirdiğini
anlatırken o an aklına gelen şey de öyle: Ama düşünsenize dalkavukların bugünkü
halini. “Ye benim ceketi” deyince kareli ceketi lak diye yutuyor.
İzmir’de, ilk oyunumda beni yalnız bırakmayan
canım arkadaşlarıma selam olsun. Nuri Hoca’dan bu arada enfes bir etimolojik
sürpriz kaptım. “Sayesinde” Arapça’dan geliyormuş. “Saye” gölge anlamında
olunca, bir işi diğerinin gölgesinde yapıyoruz. Gayet anlaşılabülü. Düşünsene
50 derece sıcakta bir işi ancak diğerinin gölgesinde yaparsın zaten. Mantuklu. Trakların
Balkanlardan gelen soğuk havayı kovması gibi bişiii yani.
Tarkan kuşum 20 yıl İstanbul’a konser vermeye
geldi. Pek tatlı gece oldu. Gelmeden önce Aytuğ’un kızarttığı enfes küçük balıklardan
yüz kilo yiyip Bulgar ve Macar biralarını galonla içtiğim için gereğince
zıplayıp hakkını veremedim konserin. ( Bknz. Burhan Altıntop’un balkon savaşı. Balıkların
en küçüğü, en kokulusu. Bana küçük balıklarla gelin.) Çağlan, Metalium Mazhar da Witchtrap’i yalnız
bırakmadı. Geceden hatırladığım en güzel karede Tarkan’ın hard case’ini alan
Aytuğ, ben ve Tarkan Pera sokaklarında arabaya ulaşmaya çalışıyorduk. Gülmeli,
yalpalamalı bir şeydi. Son karede de yıllar sonra 48 saat içinde 3 defa
girdiğim Otogar’da Tarkan’la vedalaşıyorduk. Tam 90’ların Otogar uğurlamaları.
Olm, ne güzel geceydi ha! Pardon, son sahnede Tarkan cebinden çıkardığı
Paskalya yumurtasını bana uzatıp, “Vika gönderdi. Kime emanet edeceğini sonra
söyleriz”, diyordu. Normal bir tek arkadaşım yok, di mi? Siz de haklısınız. Bu
yüzden hayat bana güzel. Ha, bu sahne çaresizce bana bir Erdil Yaşaroğlu
karikatürü hatırlattı.
-007, sana gizli bir
görev veriyoruz.
-Nedir?
-Söyleyemeyiz, çok
gizli.
Bu aralar bünyemdeki mutluluk fazlasını
ihraç edip zengin olmayı düşünüyorum. Varsa
bir mutluluk siparişiniz, alırım.