29 Aralık 2016

ÖZLEM, NOEL BABA’YI NASIL BULUYORSUN?



   “Her yerde saç var, yerlerde saçlar! Kimin bu saçlar!”… Hökömetin yeni Mekke saati uygulamasıyla günün aydınlık saatini göremediğimiz günlerin sabahında el yordamıyla evden çıkıp kardeşimin arabasında kısmen bu sesle uyanıyoruz. Her seferinde tam popom koltukla tar-ü taze temas etmişken “Leynnnnn, annemmmm bu!” iç sesi ve korku efektiyle irkilmelere doymadım.  Ayyy resmen, Sahibimin Sesi. Hem de sabahın köründe. Neyse ki korkulacak bir şey yokmuş. Kalben’in yeni şarkısıymış.(CD’nin parası kaç bin defa dinlemeyle çıkar bilmiyorum, ama ben yaşlandım albümde, o derece). Bir on yıl içinde  “Bııııııktım bu saçlardan. Keseceğim o saçları sen uyurken” repliğinin yarım asrını kutlayacağız. Kardeşim saçları kazıtıp annemin en sevdiği çocuğu oldu durduk yere. Sütlü Nuri. Damatları da kellerden seçecek korkarım. Temiz iş.  Ahvalimiz bu iken sabahın kör karanlığında, buz tutan camlar çözülmeden “Her yerde saç vaaaaaar!” nidasının bende yarattığı travmayı hayal edebilirsiniz kanımca. Gidelim Gaffur!

       Allah kimseyi Hande’nin diline düşürmesin. Biraz olgun bir beyzadeyi beğenmeye kalkarsanız o anda sizi yok eder. Enrico Macias’ı beğenirseniz -misal- Mervemon “Mezardan izin alıp gelmiş” der. Hiç girmeyin o işe. Tuna da bir Bulgar atasözü paylaşmış: “Erkeğin üç safhası vardır: “Noel Baba’ya inandığı, Noel Baba’ya inanmadığı, Noel Baba olduğu”. Pek bir yerinde. Bir de Klasik Filoloji hocalarımızda Cengiz Çevik leziz bir Roma atasözü yazmış: “Yaşlıyken uzun süre yaşamak istiyorsan, erken yaşlan”… Atasözünün de diline düşmeyeceksin bence. Hatırlarsınız. Biricik hocam taksiye binip de taksiciye “Ben ölmeden şunu da yapacağım, bunu da yapacağım” diye sayınca şöyle bir durup “Eee, fazla bir şey kalmamış” demişti. Adamın o taksiden sağ çıkmış olması basit bir fizik mucizesi diyelim.

      Dünyada Noel Baba’nın dayak yediği tek ülke olarak listedeki tek kişilik yerimizi kimselere kaptırmıyoruz. Leyn, ne istiyon hediye dağıtan sevimli bir ihtiyardan. Onlar kurban bayramında gelip senin koyunlarına tebelleş oluyor, danana giriyorlar mı? Ot Dergi’ya tatlı bir Noel Baba tarihi yazdım. Düşünsene, üç koca mezhebin toplam iki farklı Noel Babası da Türkiye sınırları içinde doğmuş: Aziz Nicolas Demre’de, Aziz Vasilis de Kayseri’de. (Kayserililerin şehir adlarının Kayzer’den geldiğini öğrenip gidip nüfus müdürünü dövdükleri gün gelse bende şaşıracak mecal kalmadı). Ortodoksların Noel Babası olan Aziz Vasilis’in de diğeri gibi herkese yardım eden, fakirlere para ve eşya biri olması Noel Baba imgesinin doğumunun sebepleri. Kapadokya Rumlarında ise Noel’de bacadan indirilen sepetle hediye verilip karşılığında zengin ailelerden altın, para alınması da Noel Baba’nın neden bacadan girdiğini açıklıyor işte. Diyeceksiniz ki o geyik arabası neden uçuyor o zaman. Diyeceğim ki magic mushroom etkisi. İddia benim değil zaten, en bana mikoloğumuz Jilber Barutçuyan’ın yalancısıyım. Ren geyiklerinin pek sevdiği, lakin insanlar üzerinde hayli güçlü halüsinasyon etkisi olan, hatta zehirli olabilen Amanita muscaria’mış buna sebep. Kuzey Kutup dairesi civarında sıkça görülen,  Laponların tüketerek trans haline geçme alışkanlığı edindikleri bu mantar türü Noel Baba’yı uçuran hayalleri kurdurmakla suçlu yani. Haydi Noel Baba dövücüleri. Yallah Laponya’ya. Bi gidin bakalım orada dövecek mantar kalmış mı?  Haftanın protestosunu ateistler yapmış. “Ateist Noel kutlamaz”. Hayli sarkastik. Bayıldım. Hey ataizzzler… Bu da mı tesadüf?

        Yokluğunuzda hiç kitap okumayıp Anvers’e gittik. Bu sürede de okuduğum tek kitap fiyakalı bir Anvers rehberi oldu. Çünkü bir geleneğimi yıkıp şehri mal beyanı gibi gezdik. Günler öncesinden listesini yaptığım hiçbir şeyi görmeyerek bir ilke imza attık. Şapşik şapşik şehri gezmek, deli deli dolaşmak ne tatlı şeymiş arkadaş.  En sevdiğim ressam olma unvanını asla yitirmeyen Brueghel’in enfes tablolarıyla dolu Güzel Sanatlar Müzesi’ne gidemedik. Çünkü elleri dert görmesin restorasyon nedeniyle kapatmışlar eşşşek kadar müzeyi. AKM kadar sürmez tabii, ezelden ebede.  Rubens’in evinden 100 metre uzakta kalmamıza rağmen müzenin kapandığı saatte yetişmeyi başardık. Onu da göremedik. Salamanca’da sinemaya adını veren ve hiçbir İspanyolun asla telaffuz etmeyi başaramadığı Van Dyck’in tablolarını da göremedik. (Fan Dik yerine İspanyolca Ban Dik derler, kahkahayı yüzlerine püskürmemek için başka yere bakarsın.) Göremediklerimizin listesi uzun. 

      Ne mi yaptık? Schelde Nehri kıyısında kar makinalarında fotoğraf çektik, şatoya doğru oturup kutsal belediyenin koyduğu dev sobaların kenarındaki banklarda amip gibi genişleyip bol baharatlı sıcak şarap içtik. Noel pazarlarında postu deldirmeden gezdik, patates ülkesinin çıtır patateslerinden yedik, ahşap barlarda biraya bira demedik. Kasteel birasının rouge’una gark olduk, velhasıl vişneli biraya doyduk. Gazoz gibi içerken biranın 8 derece olduğunu unutup bardakları ardı ardına devirirsen evi haritada bile bulamazsın. Arpa suyunun bahrinde yüzdük. Biz at sırtında Anadolu fethedeceğiz diye debelenirken adamlar manastıra kapanıp huzur içinde renk renk, desen desen bira üretmişler: Averbode. Üretim tarihi 1134. Flaman resmi, Flaman halısı da bir yere kadar. Ben birasına bakarım, arkadaş.

       Hansel ve Gratel’den düşüp gelmişe benzeyen dükkânlar arasında dolaştık, mango sirkesinden baharat yağlarına kadar her şeyin tadına baktık, semt pazarı soyduk. Tatlı turuncu patates, enginar kalbi,  kök rezene alıp ziyafetler çektik. Mangolar, guayabalar, çarkıfelekler, chirimoyalar bedavadan biraz pahalı. (Bendeki cennet hayali malum: Ekvador’da sahilde döne döne chirimoya yiyerek yaşlanmak. ) Deli Petro’nun heykelini de affetmedik tabii. Gemi inşaatı öğrenmek için kılık değiştirerek bu suların limanlarında çalışan deli bir adam. Hastasıyım. Küçükken Petro’nun  günlerini anlatan bir roman okumuştum: Floris. Milletin gemi yapan çarı var, adaletsiz dünya. Bizde de gemicikler dünyası düştü düşe düşe.

     Tam bir Türk gibi Belçika’da İspanyol restoranına gidip İspanya’dan çıkıp dünyayı saran Galisya’nın ağına takıldık. (Kuzey Kutbunda bile Galisya’dan çok Galisyalı vardır.) Padrón biberlere, bebek kalamarlara ve pulpo gallego’ya (Galisya usulü ahtapot) yumulduk. Elma şarabının şahını yapan Galisyalılar köpürtmek için yeni bir alet geliştirmişler. Masada köpüklü elma şarabını kendin yapıyorsun. Galisya’nın dev hizmeti :P Galiçya köylerinde, kasabalarında dolaşırsanız barda ayaklarınız altında yalak kıvamında bir tahta havza görürsünüz. Barmen sidrayı bir metre yukarıdan köpürtmek suretiyle devasa bardaklara doldururken dökülenlerden sel olmasın diye. Türkiye’deki Laz fıkralarının bir muadili de Galisyalılardır. Detaya girmeyeceğim.

      Semt pazarında domateslerin, soğanların yanında kurulan şampanya standına ne demeli? Adamlar sabahın on birinde kurulan kokteyl masalarında toplanmış şampanya içiyorlardı. Öleceğini öğrenince yapamadığı her şeyi yaparak kilt giyip saçını sarıya boyayan Burhan Altıntop’u sabahın köründe dans ederken nasıl hatırlamazsınız! “Hep kahvaltıda şampanya içmek istemişimdir, sonunda gerçek oldu. Ohh, cızır cızır”. Valla adamlar cızır cızır şampanya içiyordu pazarda. Arkadaş, yanlış topraklarda doğmanın da bir sınır var, di mi?

          Anneme fiyakalı bir araba alıyoruz. Üç harflilerden bakıyor ihtiyar.  Hayatımda sadece iki araba hayali kurdum. Biri Transam, en sevmediğim ülkeyi boydan boya geçmek için üretilmiş Trans America. Vardı bir numune, Bahçeşehir’deki evimin önünde park ederdi hep. Sahibiyle tanışamadım. (O da beni tanısaydı kesin çok severdi. ) Diğerine gelince yeryüzünde sadece ve sadece 1 (yazı ile bir)  yıl boyunca üretilmiş ve satışı durmuş. Arabadan ne kadar anladığımın en güzel kanıtıdır o cabrio. Arabasını park ettiği yeri unutup eve başka yoldan dönüp ertesi gün kapı önünde araba olmayınca polisi arayan bir kadınla karşı karşıyasınız. Velhasıl bu hafta galeri galeri dolaşırken pek eğlendik. “Nasıl bir araba bakmıştınız?” sorusunun tek cevabı var bizim ailede: “Bagajı böyüük ossun”. “Binek araba mı arıyorsunuz?” Yooo, biz aslında bildiğin inek araba arıyoruz. (Fifi-İsmail ikilisi Antalya’dan dönerken bir çuval Afyon patatesi, Uşak’tan volüm hesabı yapmadan battaniye,  çift haneli rakamlarda kangal sucuk, bilumum iç Ege ve İç Anadolu’nun şanlı yiteceklerinden alır, kardeşimin vecizesiyle “Bi Denizli horozu almadık” kıvamında eve dönerler. Yani ailecek Antalya’dan dönüyorsak, yani arkayı ikilemişsek (babamın kucağına aldığı ve üşenmeden 700 km taşıdığı ailemizin 5. üyesi fesleğen ile birlikte) Fifi ile İsmail bizi yolda görecekleri bir çuval Çumra kavununa ya da bir kasa Bursa şeftalisini sığdırmak için oracıktaki en yakın camiye bırakmaktan çekinmezler. Bizde böyle. Yersen.) “Bir arabadan beklediğiniz nedir?” Bugüne bugün bir galeride kulaklarınız maruz kalacağı ilk soru. Beklentimiz? Minimum 110 beygirde 110.000 beygirin aynı anda yiyebileceği yemeği ezilmeden eve getirmesi. Yani, aslında yoktan seçmeli: Bence BMC!

      Bugün de İstanbul’da çıldırtmadık galeri bırakmadık. Sonunda bir tane seçebildik Fifi’ye. (İffet’!in aile boyu adı). Notere gittik alım işlemleri için. Noter Fifi’yi görmek istedi. Bir an başlık parası filan veririz de kurtuluruz diye çok heyecanlandım. Ama niyeti ciddi değilmiş. Yüz görümlüğü için istemiş. Meğer en son İsa’nın vaftiz olduğu suyla yıkanmış olan sürücülerin meleke kontrolü için noterin yüz görümlüğü gerekiyormuş. Huzura çıktık. Görüntüden ikna olur gibi olduysa bir iki soru sorma gafletinde bulundu. Sonunda soruyu bile sormadan cevabı alınca, ben dayanamayıp “Arabaya binince mola vermeden Çin’e kadar gitme yetisine sahip tek dişi mekanizmadır” demek zorunda kaldım. Noter de sadece iki cevapla cümle melekeyi kontrol edip “Anladım zaten” dedi. “Olm, daha hiçbir şey anlamadın” diyerek şansımı zorlamadım. Ama az kalsın emekliliğinin derinliğinde anneme noter şoförü olarak iş buluyorduk.

         Ne güzeldir Noel kutlaması Övropa’da. Tüm sülale bir masada toplanır öğle vakti, saatlerce yer içer, gece yarısının ötesinde yemekten telef olunca biter kutlama. Roma şenlikleri gibi, sadece boğaz gıcıklamak için tüyleri eksiktir. İspanya’da tamamen Araplardan kalan tatlılardır Noel tatlıları. Akıl durdurur tattaki alfajor, polvorón,…  Off, ya o badem ezmeleri, ki şampanyanın en değişilmez eşlikçileridir. İtalya desen keza… Bir panettone, bir pandoro… Hepsi pane(ekmek)’ten çıkar. Dünyanın en büyük yemek tarihçisi Massimo Montanari’nin dediği gibi ekmeğe şeker koyarsan bayram yiyeceği olur. İşte Pandoro (pan d’oro: altın ekmek) onların kralıdır. Mesela benim yakın arkadaşlıktan anladığım şudur: “Alo, Hande, pandoro’m duruyor mu? Geliiim mi?” Noel dediğimiz şey aslında mide fesadından başka bir şey değildir.

        Şu anda bir daha içmezsem ölmeyeceğim bir 16. yüzyıl Belçika birası olan Trappistes Rochefort birası içiyorum. Blog yazılarımdaki alkol oranı yüksek versiyonları okuyup beni alkolik sanan tek hücreli mekanizmalara sesleniyorum: Haftada bir içiyorum, içince de yeni tatlar deniyorum. İçtikçe güzelleşip yazıyorum. Milli içeceğim çay.  Bir sosyal içerik, hep birlikte içerik, topluca içerik durumu değil, tamam mı amipcan?

        Erkeği bilmem, ama kadının kalbine giden yol kesinlikle mideden geçer. Kesin bilgi. Yayalım.

 

     

 

 

 

14 Aralık 2016

KUMRULAR’IN MERVE İLE BİZİM EVİN YALIN HALİ #EVİYEEVİ



         Kumrular’ın Merve. ’89 yılında “Al, sev, kardeş” diye elime verdiler.  Ev içinde kod adı Sütlü Nuriye idi. Ayy, sütlü mü sütlü, ballı mı ballı yanakları vardır özenle sömürülesi. Geçenlerde saçları kazıtmış, yoldan foto yollamış. Babama gösterdim, “Bu çocuğu tanıyor musun?” dedim. Tanımadı vallahi. Oysaki 27 yıllık ev içi üretim olarak yaşıyor bizimle kendisi. Saçları daha gür çıksın diye kazıtmış. Haliyle bundan böyle de adı Sütlü Nuri oldu. Küçükken uyguladığım taktikten etkilenmiş olmalı. Saçları uzasın diye bebeklerimin kafalarını kazırdım. (Bacak kadar çocuğun bu tip bilgileri hangi âlemlerden edindiği ise halen bir gizem tabii). Bana yanlış tüyo veren büyüklerin akıbetini tam olarak hatırlamıyorum. Hatırladığım bir şey varsa o da lunaparktan aldığım taktiklerle daha çok dönsün diye bebeklerimin eteklerini kırpmamdır. Ama ev ahalisi başlarına icat çıkarmama izin vermedi. Çok büyük bir bilim adamı olabilirdim. Fizik konularını tam da anlamamış olabilirim, ama bir şans daha verselerdi anlardım kesin.
      Bu arada geçen yüzyılın ortasında çocuk olan annemin de beğenenlere makasla elbisesinden kestiği parçaları dağıtması ailemizin neden hâlâ eğlenceli bir kurum olduğunun cevabı değil mi? Çünkü dünyaya gelen büyüyor, ama bizim eve gelen çocuk kalıyor, anacımm. Evde herkes çocukluğunu bedelli yapmış meğer. Geçen gün 27 yaşına demir atan kardeşim eve elinde kocaman bir kutuyla geldi. Çalışma masamın üzerinde sömürge imparatorluğunu kurarak TOKİ (Tombul Ortaklar Kooperatif İşletmesi) kadar bir televizyona yer edindi. İlk gün bir Fellini filmi izleme girişiminde bulundu. Nerden bilirdim ikinci gün fabrika ayarlarına döneceğini. Meğer televizyon ön akınmış. Ertesi gün gelen koca kutunun içinden PlayStation çıkmaz mı! Bunu müteakip gün salonda ne göreyim! Merve kendisine eküri bulmuş, babamla kurulan tarikatta Barça-GS maçı oynuyor! Sosyal medya Merve’nin bu yeni kıvamını pek beğendi, bense AntiPlayStation savaşımda saat 1 kadar yalnız kaldım. En çok da Engin’e güldük iki kardeş: “Ben de çok tepkiliydim ilk başlarda, ama kardeşim eve getirdiğinde Rabia işareti yapınca önce bir şaşırdım. Sonra Play Station 4” demek istediğini anladım. Şimdi ben de oynuyorum J”, demiş. Elçin de “Yakında sen de sıraya girersin” dedi. Çoktan girdim bile. Annemin açtığı sıranın arkasındayım. (PlayStation’ı camdan aşağıya atma sırası). Şu anki durumum: Yapayalnız kalacaksın gecenin ortasında.
       Asabiymişim. Dışarıdan anlaşılmıyor tabii. Gastrit gibi. (Yıllar önce şekersiz çay içen bir öğrencime “Gastrit olursun” demiştim de almıştım cevabı: “Olsun hocam, o dışarıdan görünmüyor” demişti. ) Bir gün Salih Bey’le (Güney) makineden bilet alıyorduk. Makine sağ olsun biraz yavaş hareket edince ben de yavaş hareket eden nesnelere karşı biriken sinirle gözler dönmüş, artık makineye nasıl baktıysam Salih Bey o ifadeyi unutmamış. Aradan günler geçti, başka bir gün yemekten kalkıp ayrılırken ben hayli uzaklaştıktan sonra arkamdan el sallayarak “Özlemmm” diye bağırdı, “Makineye kafa atmayı unutma!”. Sizde yemek bitince “Haydi müzeye gidelim” diyen arkadaş var mı? Bende var. Sayesinde unuttuğum eserleri yine yeni yeniden görüyorum. İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde kapalı kapılar ardında kalan Sidamara lahdinin halka açılmasını da ona borçluyuz. Salih Bey, yaşam sevincim.
      Vağarşak Bey haklı olarak soruyor: “Türkiye’ye girerken vize soruyorlar mı sana?” Bir de 90 günü geçmiş miyim diye pasaportumdaki damgalardan günleri saymaya çalışan havaalanı görevlileri var ki işleri pek bir zor. Arkadaşım sordu “Ne yapıyorsun?” , “Evdeyim” dedim. “Tam olarak ne zaman girdin?”, dedi. Haklı. Elime son blog aldığımdan beri şu şehirlerde amip gibi yayılmışım: Bologna, Floransa, Padova, Parma, Casablanca, Marakeş, Essaouira, Mexico City, Guanajuato, Puebla, Retimnon, Iraklion, Cagliari, İzmir, Lefkoşa, Girne, Gazimağusa, Cezayir, Becaye, Madrid, Salamanca, Ledesma, Manisa… Bir oturabilsem, size neler yazacağım. Osmanlı tarihinde bir yarıtanrı olan hocalardan biri benim için sorulan “Neden evlenmiyor?” sorusuna, “Bir oturabilse evlenecek” demiş. Gani gani güldüm, bayıldım. Bologna’dan başlarım anlatmaya haftaya…
       Velhasıl her şeye rağmen bizim ev gibisi yok. “Eşşşek kadar oldun, hâlâ annenin oturuyorsun” diyenlere günde 1000 avroya bizim evde 24 saat eğlenme imkânı tanıyorum. Bu kampanyadan yararlanın bence.  Kendi evimde kitaplar yaşıyor zaten, oksijenimi yiyip bitirdiler. Bir de evde sıcak yemek olduğu için hâlâ Kumrular Malikânesi’nde yaşadığımı sananlar var ki onlara cevabım da evde bugün annemle babam arasında yaşayan diyalog:
-Ayyy, inanmıyorum İsmail! Özlem ilk defa benim yemeğimi yedi.
-Yoo, ilk defa değil, geçen sene de bir kere yemişti.
      N’apsın İffet? Rakipleri büyük. Meral’in dünyanın ve memleketin dört bir yanından taşıyıp elleriyle yaptığı yemeklere, kuru dolmalara, gnocchi’lere, aşkla taşıdığı galaksinin en güzel tatlıları casata’lara, Murat’ın ahtapot, jumbo karides, karides, kalamar ve en sevdiğim haşerat-ı bahriyeye attırdığı taklalara, yaptığı alla italiana fesleğenli Şam fıstığı ezmelerine, 10 derecelik Belçika biralarında kabaran hamsi pofuduklarına yeniliyor tabii. Yenilmesin ne yapsın! “Safran var mı?” diye sorunca “Ne demek safran var mı? Var tabii,” diyen erkek varmış ülkede. İstanbul’un iaşesi gibi evi: Trabzon’dan yağ, Sofya’dan Kaşkaval, Edremit’ten zeytinyağı, Belçika’dan kuvertür çikolata… Annemin en klasik replikleri: “Ayy, ben yapıyorum yenmiyor, komşu yapınca tatlı geliyor” (Anne, sen yeşil elmalı ahtapot yaptın da biz mi komşununki daha güzel olmuş, dedik? Anlamadım ki!). “Pis pis şeyler yiyorsunuz sokakta, benim mis gibi yemekler yenmiyor” (‘Pis pis’ dediği soya soslu, sarımsaklı jumbo karidesler değildir inşallah. Ama ‘etli bamya’nın bana hiç de mis gibi gelmediği kesin. Velhasıl bamyadan haz etmem. Osmanlı’daki Bamyacılar-lahanacılar rekabeti bizde de mevcut. “Lahanaya kuvvet, bamyaya lezzet” tarihi tezahüratıyla pek yakında Hipodrom’dayız.) Bugün ölecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için yiyorum bu aralar. Yakın tarihinde sadece kırdığı yumurtalarla tanınan (onu da tavanın dışında) kardeşimin de bu âleme katılmasıyla yıllardır dişimden tırnağımdan biriktirdiğim karizmayı da sosyal medyada 40 saniyede yitirdim. Eve bir geldim, hatun kişi peanut butter yapmış! Tam da elimde bavulla evden çıkacağım, kavanoza hafifçe dokunayım derken magmaya inivermişim. Ben son bir kaşığı da ayıp olmasın diye numune bâbında bırakıp tozingen… Ertesi gün Twitter’da cenaze namazım kılınmış: “Burada bir peanut butter olacaktı, n’oldu? #EviYeEvi” Kardeş var, ister misiniz? Bende mecal kalmadı da. Ben ona bulaşmam walla. EKO çekerken teyzelerin memelerini kaldırıp indirirken çok fena triceps, biceps yapmış. Girmem ben o topa.
      Biz Anvers’e midye yemeye, bira içmeye gidiyoruz hafta sonu. Belki oralarda yenecek bir ev vardır…

      Haydi biz kaçtık…

7 Ağustos 2016

AVUKAT İSTEDİM, AVOKADO GELDİ


 
       Yazdan nefret ediyorum ben galiba. Yaz gelince yapılması gereken şeyleri iki emir cümlesi ile özetlersek: Şimdi sakince otur ve geçmesini bekle. Evet, evet. En azından ben öyle yapıyorum. Bu sıcakta Fas’taki nem ve sıcaklık durumunu hayal bile edemiyorum. Güney Amerika planımızı “Yok yaw, orası şimdi kış” diye bozup planı yumurtanın asfaltta pişirildiği Fas’a, hem de Kayzer Augustus’un ayının göbeğinde çevirdiğim için hayır duaları alacağım. Arkadaşımın Fas’ta bisiklete binme planlarını (binerse o bisiklet vücuda kaynar, kendisi de altı bisiklet üstü insan bir mitolojik hayvana dönüşür çünkü) çaktırmadan, “Ayy, ne güzel okyanusa gireriz” şeklinde saptırıp kendisini daha serin hayaller kurmaya teşvik ediyorum. İşe yaramazsa beni boğarken o sıcakta kaynayıp bir Androgynous’a dönüşürüz maazallah. Bu fantastik saçmalarıma hep sıcak ve nem sebep oluyor. Kaç Fahrenheit olm bu sıcaklar?

        Eco’nun ne kadar komik bir herif olduğunu unutmuşum. Toprağı begayet bol olsun.Sanırım İstanbul’a geldiğinde İtalyan Kültür’de verdiği İtalyanca konferansta ona sorduğum tek soruya cevap veremeyince bana sinir olup gani gani kıl davranmasından mütevellit. “Bologna’ya gidiniz, Massimo Montanari’ye sorunuz” dedi. Oysaki ben Bologna’ya gitmiş ve Montanari’yle görüşmüş, ona bu soruyu sormuştum. Bunu da söyleyince Eco’yla aşkımız oracıkta başlayamadan bitiverdi. Yeniden Bologna yollarına düşmeden bir Eco daha okuyayım diye Somon Balığıyla Yolculuk’u aldım. Gülmekten karnıma ağrılar girdi. İsveç’ten alıp otelde mini buzdolabına koyduğu, ona yer açmak için dolaptan çıkardığı her şeyin her gün açıkta içilmeden ve yenilmeden görüldüğü halde kural gereği bilgisayara kaydedilip çıkışta kendisinden dünyayı kalkındıracak kadar para istendiğini acayip şeker dille yazmış. “Bir avukat istiyorum dedim, bana bir avokado getirdiler” diyerek de İsveç halkının anlayışına noktayı koymuş. Neden ona Stockholm Sendromu deniyor sanıyorsunuz? (Atina, Marsilya ya da Lecce Sendromu değil?) İsveç çekilir bir yer olsaydı sendromun adı Stochkholm olur muydu hiç? (Şükür mantık dersine girmiyorum).

     Seviiiim koş, memleketin en iyi çevirmeni ne hata yapmış bak! Editörlük ve çevirmenlik konusunda eline zor su dökülen biri çevirmiş Eco’nun bu kitabını. Bir de ne göreyim! Frederick Barbarossa ile Barbaros Hayreddin’i karıştırmış! Aradaki 400 yıl fark yetmiyormuş gibi, millet, din, ülke, konum, görev farklarını da eklersen yanlış anlamak için hayli çaba sarf edilmesi gereken bir kontekst. “Editör Uyuyor mu?” diye bir kitap projemiz var. Ama yazdıktan sonra yanımıza çift tendonlu iki iri kıyım zenci alıp İstanbul sokaklarında korunaklı dolaşmaktan başka çare kalmayacak. Kitap çıkınca bir tek arkadaşımız zaten kalmayacak.

      “Tanıdık yüzler görülünce nasıl tepki verilir” bölümünde Umberto Amcam beni anlatmış. Yıllar önce New York’ta gezerken kendisine gülmekte olan adam yaklaştıkça paniğe kapılır, ya şimdi “Ne haber?” ya da “Bana sözünü ettiğin o şeyi yapabildin mi?” derse ne yaparım diye korkudan kaldırımın karşısına kaçmaya çalışır. Ama çok geçtir. Adam onu yakalayıp gülümser. Yaklaşınca fark eder ki tanıdık sandığı kişi Anthony Quinn’dir! Yılladır aynı sendromdan mustaribim. Sık sık Beşiktaş’ta  “Arkadaşım, ama nereden arkadaşım bilmiyorum” diyerek durup dururken her gördüğümde heyecanla güldüğüm biri var. Gülümseyip geçerken “Olm, okuldan değil, mahalleden değil, yayın dünyasından değil, müzik dünyasından değil… Nereden arkadaşım leyn bu adam benim” diye düşünürken bir fark ettim ki adam aslında Yalan Dünya’da kötü film yönetmenini oynayan Tuna Orhan. Yalan Dünya izlemekten (ve defalarca yeniden izlemekten) oyuncularla nasıl bir içsellik kurduysam oyuncuyu her gördüğümde (sonrasında arkadaşım olmadığını anlamama rağmen) yeniden arkadaşım sanarak selamlıyorum. O da hiç bozmuyor sağ olsun. Bir gün birilerinden çok pis dayak yiyeceğim, haydi hayırlısı… Hah, işte Eco bunun çağımızın yeni kitle iletişim sendromlarından biri olduğunu yazıyor. O benim işte.

      Ahali sıcak iklimlere göç edince biz de evde en yaşanabilecek mekân olan babamın yatağına taşındık kardeşimle. Dün gece tuhaf bir şey oldu (ki yine ancak ve ancak bana olabilen şeyler kabilinden). Rüyamda lenslerimi kutuya yerleştiriyorum, bir bakıyorum içinde başka lensler var, yorgunluktan geberdiğim için hepsini bir kutuya tıkıp yatıyorum. O esnada yanı başımda uyuyan kardeşim de dağ bayır gezip bana bir lens kutusu arıyormuş rüyasında. Konserden gelip zıbardığım için yatmadan önce kardeşimle konuşmadığım gibi lens kutusu meselesi hiç söz konusu bile olmadı. Telepatide devrim yarattık galiba. Zaten yıllardır konuşmadan ne dediğimizi hissedip aynı anda gülüyoruz. Lens kutusu ortamı cilaladı.

     Yarım bıraktığımız kitaplar ve filmler Alzheimer yapıyormuş, anacımmm. Beğenmediği her şeyi yarım bırakan bendenizin sonu hiç hayırlı değil. Eti Balık Kraker reklamındaki balıklardan birini oynayacak kıvama gelirim ben yakın gelecekte. Peki ya yarım bıraktığımız aşklar da Alzheimer yapıyor mu aciiiba? Hiçbir şey doğası gereği yarım kalmaz tabii ama, Alzheimer olmaktan iyidir bence. Sizin için söylüyorum, bende öyle dertler yok.

       Bir süre konuşmamayı düşündüğüm bir arkadaşıma bunu söyleyince bana olanca kibarlığıyla “Sana hep bir telefon kadar yakınım” dedi. Memlekette azalan cinsten kibar insanlar bunlar. (Ben olsam “Allah belanı versin, haydi ciaoooo canımmm” der telefonu da şırrrakk diye kapatırdım, yalan yok.) Kardeşimin buna yorumu: “Ne var bunda? Cenaze Hizmetleri de bir telefon kadar yakın”.

     Kitaplarını sayıp her yerde söyleyen bir insan tipi var. Çok komik buluyorum bu tipleri. Her hafta bunlardan bir tane çıktığına göre hayli kalabalıklar. Çok sayıda kitabım var, ama bir kere bile aklıma onları saymak gelmedi. Bunlar metreyle kitap alanlarla aynı familyadan. Ben şu anda sadece kitaplarımı silmekte bana yardım edecek arkadaşlarla ilgileniyorum. Bir Balina Cif lazım bana. Bana yardım edecek sabırlı arkadaşlara yeşil şarap, Mancha peyniri ve sürpriz yemekler vaat ediyorum. İlgileniyorsanız ıslık çalın.

       Ayyy, aklımı başımdan alan Almanın adı neydi? Heee, Alzheimer’dı…

4 Ağustos 2016

ANAAANE, NANE? (BİR MOJİTO’NU ALIRIM) ya da SON MEMECİ


 

     Yok anacım, ben anlaşılamıyorum. Küçükken de anlaşılamıyordum zaten. Aile fertlerinin hafızasına en köktenci şekilde nüfuz eden bir anı da Beylerbeyi’nde dedemin devasa terasında saksılardaki naneleri koparıp koparıp adamcağızın yanında biterek “Dede, nane?” dememdir. Bin bir emekle ektiği nanelerin hunharca koparılmasından olsa gerek dedem bu jestimden hiç hoşlanmayıp beni kovalarmış. Biri de çıkıp “yaw, bir dakika, bir dakika. Galiba çocuk bize bir şey anlatmaya çalışıyor” dememiş. İşte böyle böyle heba oldu çocukluğum. Belki de “Dede, al nane. Bir mojitonu içerim”, demek istiyordum. Nerden belli? Hiç anlaşılamadım, hiç. Ama kardeşim üç kelime ile kendini ifadeye geçtiğinde savunma sistemini daha hızla geliştirmişti. Çocuk zeki tabii. Müzik röportajları yaptığım zamanlarda onu da götürürdüm. Çoğu zaman bana ayrılan karizmanın o an sonuna gelmek demek olurdu bu. Gömerdi beni oracıkta. Bir keresinde ben röportaj yaparken onu oyalamak için yedirdiğim yemekleri çiğneyip yandaki masada oturanların dibine gidip ağzını açarak göstermişti. (Tibet Ağırtan’dı söz konusu star, hiç unutmam). Magmanın dibinden ona “Merve, ne yapıyorsun?!” dediğimde el-cevap hazırdı: “Aferin desinler diye bekliyorum”. Hah, işte ben getirdiğim naneler için aferin desinler (ya da bir mojitocuk versinler) diye bekleyemeden mangal körüğüyle kovuluyordum.

      Ha, bu arada mojito naneyle değil aynı familyadan “hierbabuena”yla yapılır. Güzel Türkçemizde adı sanırım “kıvırcık nane”. (Botanik vokabülerimiz tavan yapmış).  Daha uzun ve tırtıklı bir bitkidir. Çık sokağa sor, “heee, nane bu leynnn” derler. 100 kişiye sorsan, aldığın 99 popüler cevap bu olur. Amma velakin değildir ve mojitoyla yapılan naneden bir hayır gelmez. Annem Küba’dan dönünce verdiği demeçte “Ayy, gece gündüz rom içiyorlar. Kolayla, hindistancevizi suyuyla, tonikle…” Oradan bakılınca biz farklıyız sanki: “Ayyy, gece gündüz leş gibi anason kokan bir şey içiyorlar”. İyi ki annem yemek tarihi dersine girmiyor.   

          Yeni tatlar konusunda bağnaz ötesi bir aileden geliyorum.  Gezip yediklerimi anlattığımda yüzünü marul gibi buruşturan annem “iykkkkk” diyerek bana daha da cesaret verir. Kurban bayramında evde yaşanmaz mekânlar yaratan kendisi değil sanki. Yaw, arkadaş, sen işkembeden çorba yapıp böbrek yiyen bir insansın, akmayıp kokmayan salyangoza ağzını açıp diyecek lafın olmamalı bence. Kokoreç yersin, ama lokum gibi yumuşacık, mis kokulu eşek etine “iykkkk”. Yıllar önce yemek tarihi dersinde “Çin mutfağını anlatınız” sorusuna “pirinç” diye cevap veren öğrenciyi düşündüm de, annem olsa daha eğlencelisini yazarmış aslında. “Ayy, bu Çinliler gece gündüz pirinç yiyorlar!”. Hayatımın en travmatik sahnesinde unutmak istediğim bir kurban bayramı var: Düdüklü patlamış ve işkembe tavanlara yapışmıştı. Tavanda adeta bir Atlantis haritası oluşturan işkembeler masalara çıkıp temizlenmiş, ama mutfak aylarca leş gibi kokmuştu. Mutfağa giremediğim için anoreksik olmuştum. Dukan, Karatay, Taşdevri… Bırakın bunları. İffet diyeti. Garantili sonuç.

      What’sApp gruplarımız endorfin salgılıyor. İşinden sıkılan bir arkadaşa iş teklifi getirdi bir doktor arkadaş. “Ben Eko yaparken sen de teyzelerin memelerini kaldırırsın. Akşama kadar kolumla meme kaldırmaya çalışmaktan sırtım ağrıyor”. Arkadaşın cevabı “Kavrulmuş anasondan rakı yapmaya başlamışlar şu an Tekirdağ’da, ondan kapıp geleyim o zaman.” Tabii, haliyle olay Trakya’da geçiyor. Ama meme kaldırma işi iyi değil mi? Anacım, doktorların işi de zor. Memeleri paçalarına kadar uğramış teyzelere Eko çekerken ne kol kası biceps, triceps geliştiriyorlardır. Zaman zaman “teyze, şu memeyi şöyle bir tutuver” dedikleri oluyormuş. Bence o memelerin altında Drahmi bile kalmış olabilir. (Heee, muhtemelen teyzeler tarafından en sonra avro’ya geçildiği 2000 yılından beri kullanılmayan bir parçadan bahsediyoruz ne de olsa.) Teyzem oraya sakladığı Drahmileri Ethniki Trapeza’da (Merkez Bankası) bile bozduramaz gari. Uzun lafın kısası “son memeci” aranıyor. (‘Son’ memeci, çünkü bu işi yapan görevlinin sonsuza kadar sadece bir tanesine bile bakmak istemeyeceği garantisi var).

      EKO mu? Ekokardiyografi. Kısaca kalp hakkında bilgi veren kısa bir test. (Kardeşim hayatta sadece MR çekildiğini sanan bendenizle gani gani dalga geçiyor. Bir keresinde gelen mesajdaki MR’ı da “Mister” diye okumam ev tarihinde unutulmayacak. N’abayım, sağlıklıyım maşaaaalllah, hastalıkla işim olmuyor yeavroom.  Terminolojiye hâkim değilim. Kişinin eko görüntüleri kişinin yapısından dolayı iyi olmazsa ona da “ekojenik değil” deniyormuş. Tey tey… Eko çektirmeye ise hiiiiç ihtiyacım yok. Yağları kazıyınca alttan kalp çıktı, olm. Sanırım tıkır tıkır çalışıyor. Eko çektirsem sistemi çöktürür benim kalbim, yeaaaa…. Ekojeniğim ben :P Siz yine de benim yapıp Yunan diline kazandırdığım kelimeyi sevin: kardiyokleptoman. Kullanmayacağı kalbi çalana deniyor. Denmiyor, ama dense sorun yok yani. Ben yaptım kelimeyi, kullanın, canlandırın. Mesela bir çöp kadın yapalım. Adı Ayşe olsun. “Ayşe kardiyokleptoman. Hiç ihtiyacı olmadığı halde kalp çalıyor. Çaldıklarını kötü günler için yastık altında saklıyor. Yüksek yastık seviyor. Ayşe gibi olma”.  Hah, yandı bende devreler.

        Fi tarihinde eski mi eski bir sevgiliyle gece yolda yürüyoruz. Karanlıktan tatlı sarhoş bir amca çıktı. Bana uzaktan “Don’t believe him!” diye bağırdı. Olay San Francisco yokuşlarında filan değil, bildiğin Ataköy’de geçiyor! “Memleketim insanı da iyiden iyiye delirmenin doruğuna geldi” diye gülüşüp geçtik. Sonra bir ortaya çıktı ki adam haklıymış. Epeski sevgili ayaküstü 1000, oturarak 2000 yalan söyleyebilme kapasitesine sahip bir arkadaşımızmış. (Adının doğru olduğundan bile şüpheliyiz. Mesleği gölge yazarlık, devamını siz hayal edin). Böyle absürt ötesi şeyler sadece ve sadece beni bulur. Sonra, ben neden roman yazarken kurguya gerek duymuyorum? Hazır kurulmuş geliyor bana her şey :P

        Seviyorum bu şehri. Bisikletini alıp vapura biniyorsun. Adaya gidiyorsun. Bir bira içelim diyorsun. Oturuyorsun. Midye dolmaları, kalamarlar derken sohbet uzuyor. Gülüp eğleniyorsun, sonra tekrar bisikletine binemeden vapura binip eve dönüyorsun. Hastasıyım bu şehrin. Haa, bu arada MFÖ’nün “Peki, peki anladık”ı “Hastasıyım” Ayhan Sicimoğlu’na yazdığını öğrendim. Bence hak etmiş.

         İlber Hoca’nın en önemli kitabını bilirsiniz: İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı. Oturup içinde bulunduğumuz şu günleri yazıp adını da İmparatorluğun en “Uzun” yüzyılı koymak istiyorum. Yalan Dünya’da Selahattin’in yerlere kadar eğilerek sunduğu replik var ya, “Bitmiyor bugünnnn”, hah, işte bitmiyor bu yüzyıl, bitmiyor anacımm…

         Haydi, biz Bologna’ya kaçtık.  Bir doktora yapar geliriz…

        Sorarlarsa  Almeizer oldum ben… Yok, olm, bildiğin disleksi olmuşum… :P

3 Ağustos 2016

VARSA BİR HAYIR DUANIZI ALIRIM :P


       Bir Tutam Baharat’ı izleyenler hatırlar. ‘64’te İstanbul’dan ailesiyle birlikte çıkıp Atina’ya gitmek zorunda kalan ufaklık Fanis, çocukluk aşkı Saime ile yıllar sonra dedesinin cenazesinde karşılaşır. Saime ona “Neden bunca zaman gelmedin hiç?” diye sorar. “Aslında bir kere gelmeye çalıştım”, der Fanis, “ama tanklar izin vermedi.” Sahne çok komiktir. Fanis, Saime’nin ona hediye ettiği minik oyuncak mutfağı ve tahta bavulunu alarak Atina-İstanbul trenine biner gizlice. Sabah kompartımanda onu askerler uyandırır. Camdan dışarı baktığında ise gözleri tavada yumurta gibi olur: Anne ve babası yanında bir ordu asker ile istasyonda onu beklemektedirler. 21 Nisan 1967 sabahı darbe yapılmış ve cunta rejimi başlamıştır. Hah, şimdi ben de kendimi o çocuk gibi hissediyorum. Fas’a gidemezsem yıkılırım. Yıllardır can sıkıntısından boş zamanlarında evime gelip tahta sineklikler yapan babam brikolaj ve marangozluk sanatında bir tık daha ilerlerse belki bana bir sandal yapabilir. (Yaptığı sineklikten sinek girdiğini düşünürsek,  o sandalla Kardak’tan öteye gidebilme olasılığım hayli zayıf, ama umut en son kaybedilen şeydir.)
        Yeşil şarap bilir misiniz? Bilmezseniz bundan sonra bilme şansınız olasılık hesabı ile hızla azalmakta. Velhasıl bugün de burada Portekiz için ayrılan yeşil şarap (vinho verde) kaynaklarının sonuna gelmiş bulunmaktayız. Bavul ticaretinde bir marka haline geldim galiba. Son sefer Málaga’dan getirdiğim bir sulu boya takımının her rengindeki sarımsaklı zeytinlerle evde yaşanmaz mekânlar yarattım. Bavulun hücrelerine sızan sarımsak kokusu ile şu an evin en sevilmeyen elemanıyım. Yola Sofya’dan getirdiğim enfes bir dark beer olan Stolicno Bock’la devam ediyorum. Mina Urgan okuyanlar bilir. İyi yemek ve içmek hayatın can damarıdır. Son paranızı verseniz de bir “delicatessen” onu löpürdettiğiniz parkta sizi mutlu eder. Hamburger ısmarlayanlar uzak durdum hayatım boyunca. (Eki eki, senede bir Kızılkayalar’ın yanındaki -malum Gezi’den beri Kızılkayalar’ı protesto formundayız- hamburgercide ıslak hamburger yerken görülüyor olabilirim. Tanımazdan gelirseniz sevinirim.)
      Ülkeye bak, olm. Lunapark. İspanyolcası: Parque de atracciones. Hah, tam ondan işte. Yer gök atraksiyon! Lunapark’taki “luna”da da “deli”ye gönderme var zaten. Kısmen “deli parkı” demek kelime. Törkiye. Gel, buradan yak. Darbe teşebbüsü gecesi beni telaş içinde arayan iki millet: İtalyanlar ve İspanyollar. Bence dilleri olduğu için millet sayılan Sardinyalı dostlarım bunların başında geliyor. Hatta ve hatta 15 yıldır görüşmediğim, kanlı bıçaklı eski Sardinyalı sevgilim beni annem ve babamdan çok arayarak rekor kırıyor günlerdir. Sokakta görsek gırtlaklarız birbirimizi, ama darbelerin gücü adına beni çok merak etmiş.  Tanrı yere inse barıştıramazdı, TC’nin siyasi ortamı barıştırdı bizi. Biletlerimizi almış Korsika’ya gidiyorken ayrılmıştık. Ben ayrıldığımıza değil o zamandan beri Korsika’ya gidemediğime üzgünüm. (Bendeki kalp bu kadar çalışıyorsa suç bende değil.)
       Guareschi’nin enfes bir kitabı vardır. (Don Camillo’dan tanırsınız onu. Komünist bir belediye başkanı ile bir papazın acccaip eğlenceli hikâyelerinden ibarettir). Marito in collegio. “Koca Okulu” diye çevrilebilir. Türkçeye “Acele Koca Aranıyor” diye çevrilmişti. Mirası kaybetmemesi için burjuva bir kızı bahçıvanla evlendirirler. Romantik son tabii. Gül gibi âşık olurlar. Hayatta iki hacıladığım kitaptan biridir bu. Saint Joseph’li bir yakışıklıdan alıp üzerine yatmıştım lise yıllarımda. (Pişman değilim, bir daha olsa bir daha hacılarım.) Limoge’da sıkıcılar sıkıcısı bir kongrenin aralarında okuyup bitirmiş, bitince de hüngür hüngür ağlamıştım. (İnsanın Fransa gibi sıkıcı bir memlekette gülmesi için tek bir sebep olamaz, o konudan ayrı). Bugün de kahkahadan ağladık Meral’imle. Malum evliliğe prensip olarak karşıyız. Ama şu anda siyasi çaresizlikten bir “marriage blanc” yapmaya hayır demeyiz. (Yunan, İspanyol, Portekizli ve İtalyanlar.)  “Çakma evlilik”. Parası neyse verip, ruhumuza dokundurmadan tabii. Parasıyla değil mi? Kuruma karşıyım.  Bende o şans varken ben ikinci gün âşık olurmuşum adama. Meral öyle dio. He he, süper verdiğim parayı da “drahomamı geri ver lan” diyerek geri alırım.(Parayla o günü müteakiben Arjantin’e kaçarım. Ben buyum. :P ) Şaka olm şaka, bu özgürlüğü sokakta bulmadık.
     Yakın çevrem neden hiç aşk acısı çekmediğim konusunda yıllardır şaşkın. Yıllar önce bir arkadaşımla aramızda şöyle bir diyalog geçmişti.
-Çiğdem, sence neden benim hiç unutamadığım bir sevgilim yok?
- Sen zekisinden ondan.
-Yok, bence ben öküzüm de ondan.
    Kimsecikler aslında öküz olduğumu anlamadan bunu hemen bir tecahül-i arif ve hüsnü talile bağlayayım dedim. Tuhaf bir şey oluyor bende. Kafamdaki çipi çeviriyorum ve ertesi gün yeni bir hayat başlıyor, yeni heyecanlar doluyor, yeni kelebekler. “Nasıl yapıyorsun?” diyorlar. Bu soruya verilecek cevabımın aslında bir kitap boyutunda olduğunu anladığım an oturup yazmaya başladım. (Yok olm, “Nasıl Öküz Öldüm?” değil, ama ona uzak bir şey de değil):  “Aşk Acısı Çek(e)memenin Eğlenceli Yolları”. Bir fark ettim ki aşk acısı çekmem gereken dönemde ben fabrika ayarlarıma dönüp eskisinden daha eğlenceli bir hayat sürüyorum. Bu bana doğanın bir oyunu değilse bir sebebi olmalı diye düşünerek saksının şartlarını zorladım. Aslında farkında olmadan otomatikman yaptığım şeylerin aşırı bir endorfin salgısı yoluyla bana şapşik bir mutluluk verdiğini fark ettim. İşte bunun yollarını anlatan bir kitap yazıyorum. Bunu Endülüs’te fark ettik Hande’yle. Velhasıl, hepinizi kurtaracak olan bu kitabı yazıyorum bu aralar… Varsa bir hayır duanızı alırım okuduktan sonra :P
      Enfes bir yemeğe götürdü beni Osmanlıca sınıfından tatlı arkadaşım Nuray Hanım. “Midas’ın Son Yemeği”. SG İmalathane nam enfes yemekler yapan bir mekâna gittik. Frigya Kralı Midas’ın son yemeği olduğu düşünülen bir yemek sunuldu.  Yapılan Karbon 14 testi ile içindekiler çıkarılıp tarif hazırlanmış.  (Bana bunlarla gelin, hamburgerle değil! ) Bir de üzerine dönemin şarabını bulmuş Murat Yankı. Bu ziyafeti bitirdiği düşünülen altın parçacıklı iksir ise yemeğin başında midemizi şenlendirdi. İksirin orijinali bulunamayınca yerine bir Polonya likörü kullanılmış. Tam bu esnada dağılayazdım tabii geçmişe dönüp. Neden mi? Şöyle ki:
     Fi tarihi. Memo’ya Polonya’dan arkadaşları Żubrówka yapmak için bir kit vermişler. Spiritus ve Żubr otu. Żubr o bölgeye ait bir çeşit bizon. Spiritus’ta o ot bekletilip yapılıyor. Spiritus dediğin de ispirto! Bir baktım üzerinde 97 derece yazıyordu. Sahte toplu mezar yaptırmak zorunda kalmadan şişenin üzerine baktığım iyi olmuş. Neyse ki yarısına su ekleme ve sayısız turuncu bu suça ortak etme marifetiyle devasa şişelere kışlığı hazırladım. Bizon otu akıl almaz bir şekilde gerçekten büyüleyici kokuyor. Turunçlarla karışınca Meral’in tabiriyle tam bir “cennet kokusu” gelmeye başladı içkiden. O aralar bir gün derste çocuklara Żubrówka’yı anlatırken “Ah, evde yaptım, size de getiririm” dedim. Tam o akşam Demirhan’larda parti var. Kaptım şişeleri gittim.  Ahali bayıldı, shot üzerine shot içildi benim Żubrówka. Ben de iki shot aldım. Amanin! Evin yolunu zor buldum. Yatağa attım kendimi, kalkamıyorum. Koca bir ordu içti, millet cin gibi, ben sefalet-ün sefalet-ün sefil-ün! Ertesi gün ayağa kalkıp doktora bile gidemedim. Üçüncü gün çocuklar okulda görüp de “Hocam, niye gelmediniz?” diye sorunca, “eki eki, çocuklar, size bir içki getirecektim ya, hah işte ondan içip zehirlendim” demek zorunda kaldım ve karizmadan eser kalmadı tabii. Düşünsene, az kalsın bana ayrılan mesleğin sonuna geliyormuşum. Neyse ki o zamanlar YÖK alkole takmamıştı kafayı. Gözünü sevdiğimin Övropa’sı! Fıçı bira var kantinde, saat 11 teneffüsünde bir tek atıp derse tekrar giriyorsun. Zagreb’de üniversite içinde Rock bar var yaw!  Birileri bizi çok pis kandırıyor, ama haydi hayırlısı.
       Yüzyılın sürpriziyle karşılaştım. Sürpriz diye buna denir. Her şeyi değiştirmeye mail TDK’ya duyurulur. Pek ayrı, pek çok sevdiğim bir arkadaşımla buluşacaktık geçen gün. Ofisine girdik. Oturduk. Ardı ardına en sevdiğim şarkılar çaldı.  Bir baktım ki “Hoşça kal Milano, Hoşça Kal Aşkım” kitabımda geçen bütün şarkılardan bir cd yapmış. Böyle bir incelik mevcut mu hayatta? Onlar da olmasa ülkenin çekilir hali yok. Ben bu yüzden, incelikler yüzünden… Merve’ye de sonsuz selam, bana hediye kolisi yapmış, Jane Birkin getirmiş.
       “5 razones” (Beş sebep). Leziz şarkı!  Hayat sana devam etmek için beşten fazla sebep verirse,  makine kendini zorlar”…  Manu işte! Manu dinleyenleri ayrı seviyorum, doğru. “Hayat sana katlanmak için beşten fazla o… çocuğu veriyorsa, makine gece gündüz kendini zorlar”. Ben demiyorum, Manu diyor…

       Bir sebebi buldum, Kalan dördünü arıyorum :P    

12 Temmuz 2016

GÜL MEMELER ÇAĞLASIN ya da AŞK ARKAMIZDA


 
     Tam hayatı boyunca bir tek şarkıyı baştan sona doğru düzgün öğrenemeyen benlik işte! Yıllar yılı bunu “gümlemeler çağlasın” olarak duymuş ve hikmetinden sual olunmadığına kanaat getirmiştim. Bugün kardeşimden öğrenince şöyle bir cümle içinde kullanayım dedim. Sabah kendisiyle kahvaltıda evde buluştuk da. Malum, evde tatlı kronik bir rotasyon var. Ortamdaki dört bavul sürekli tur atıp geliyor, sonuç olarak biz de ailenin dört ferdi olarak permütasyon hesabınca evde karşılaşıyoruz. Annemler Küba’dan, ben de İberya fethinden döndüm, şu anda annemin yeni telefonuyla tutturmaya çalışarak çektiği fotoğraflara bakıp kardeşimin vecizesini hatırlıyoruz: akıllı telefona yeni geçen abladan daha kötü bir şey varsa o da yeni geçen annedir. Çeşitli kaldırımlar, gökyüzü enstantaneleri, ayaklar çekmiş annem Küba’da.

     Sonra soruyorlar, niye evimde kalmıyormuşum? Arkayı dörtleyip evde nasıl eğlendiğimizi bilseniz siz de bizde kalmak istersiniz. Bizim ihtiyarlar Küba’yı büsbütün taşımışlar. Doğal olarak koliyle puro da gelmiş.  Non-smoker bir aile olarak mutfak ocağında yakmanın puronun tabiatına aykırı olduğunu düşünerek daha az bir hakaretle onu kibritle yakarak sıraya dizildik, joint tadında sırayla içiyoruz. Puroyu kesmek gerekince kardeşim içeriden takımını getirdi. Bu arada kardeşime yıllar önce aldığım bir puro ve cep kanyağı takımına bakınca, insanın ablasının neden minik kardeşine böyle bir hediye aldığı sorusu kimsenin aklına gelmedi. Hali hazırda yaptığım aklı başında bir iş olmayınca kimse bundan kıllanmadı. Ayrıca non-smoker’lığın dibi olarak evde kül tablasından eser bulunmamasından mütevellit küllerini de çay tabağına koyarak puroya son hakareti de etmiş bulunuyoruz. Kardeşimin yorumu: Bu puro bizde hiç zengin durmadı. Haklı çocuk.

        Kardeşime doğum günü hediyesi olarak nostalji kutusu getirmiş Zehra. Maaile başındayız. Annem az önce sapanla dizimi vurdu. Sapan en temizi. Doğası daha vahşi olan aletler de var içinde. Bunlardan biriyle telef olmazsam bile leblebi tozuyla boğulurum birazdan, nostalji olurum doğrudan. Daha da komiği annemin Havana’da müzeden kardeşime getirdiği tişört. 3 yaşında bir veledin içine zor sığacağı boyutta. Sanırım bizim büyüdüğümüzü kabullenmek istemiyor. İşte biz de tam da bu yüzden büyüyemiyoruz. Onun da hâlâ sapanla oynadığını düşünülürse, evde hissedilen yaş ortalaması 4.

      Picasso’nun ve Antonio Banderas’ın (bence ikincisi daha heyecanlı) doğduğu şehir Málaga’ya inip enfes bir Endülüs-Algarve düşü yaşadık Hande’yle. Bugün ölecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için yedik. Endülüs’ün incisi şeker kamışı karamelinde patlıcan kızarması, fesleğenli domates soslu bacalao, soğuk çorbanın dünya şampiyonu gazpacho, bir İspanyol klasiği olarak sabahları sıcacık churro’lar… Memlekette moratoryum ilan edilecekti az kalsın. Sömürdük kaynaklarını.

      Yalnız benim başıma gelen olaylar serisi Endülüs’te de peşimizi bırakmadı. Genelde memleket dışında bir Türk görünce tek bir emir cümlesiyle ortamdan sıyrılır kamuflajları çekeriz: Tozingen. Bu sefer Málaga’dan Granada’ya giderken otobüs kuyruğunda şeker birisini gördük. “Merhaba”sını aldık. Sonra onunla Granada’da nehir kenarında karşılaştık. Son olarak da Córdoba’ya aynı otobüsle gidince kader bize üç ayrı şehirde bir şey demek istiyor diyerek takıldık peşine. Córdoba’yı, Sevilla’yı birlikte alt üst ettik. Sadece Córdoba’da yapılan Califa (Halife) biralarının satıldığı bir bara konuşlanıp mangolu, kahveli, tarifsiz lezzette biralar içtik. Murakami’nin başkalarının hikâyelerini yazan “Little Fingers” karakterini de ondan öğrendik. Manu Chao dinleyen insanları ayrı severim zaten. Gezmesini bilen insanları da. Macaristan’daki Sziget Festivali’ne gitmiş. Novi Sad’daki Exit’i biliyor. Her şeyin tadına bakmayan, yeni tatlardan korkan adamdan gezgin olmaz. Arkadaş kendisine bir boğa kuyruğu söyledi. Güzel gezen insanlara şapka çıkarırım.  

      O Fas’a gitti, biz Portekiz’e… Portekiz’in tatil bölgesi olan Algarve’de Faro’ya çufçufladık. Kuzen Ozzy burada FIESA adında bir kumdan heykel festivali olduğunu söyleyip bize gazı vakitlice vermişti. Yolu izi olmayan, cehennemin dibinden bile imkânsız şekilde bulunan bir yere konuşlanmış olan mekânı bulduğumuzda sefalet-ün sefalet-ün sefil-ün şeklinde çekiliyorduk. Kumdan heykel yapıp yüz bin Fahrenheit sıcakta bir köyde, denizden uzakta onlara müze alanı yapma fikri kimin neresine geldiyse (o akla gelmemiştir kesin) Tanrı ona layık olacak bir güzellik yapsın. “Merve, aklıma bir şey geldi” dediğim zaman, “Abla, sende akıl olmadığına göre Allah bilir nerene geldi!” der hep. Hah, işte ondan. Allah bilir nerelerine geldi.

      Portekiz’de okyanusa girdik. Granada’dan kara kışta giymek üzere aldığımız deri ceketlerle dalga geçen Murat’a inat ceketleri çekip içine de hırkaları giyip gece kilisenin bahçesinde, masmavi bir gökyüzü altında film izledik. Faro geceleri kuzey kutbu tadında. İnsanları da. Nerede benim tatlı Portekiz halkım. DNA’sı bozulmuş koca ülkenin. Dünyanın en kibar ve ince ruhlu milleti olarak bildiğim Portekizlilere bir haller olmuş, anacım.

          Seyahat biraz da yolda kalbi döküp saçarak dolaşmak değil mi?  Endülüs’e gittiyseniz  Elhamra, Córdoba Camii, Alcazar gibi klasikleri bitirdikten sonra  kimselere benzemeden gezin. Córdoba’da Califa biralarını fıçıyla içip kafayı bulun, şehrin göbeğindeki Roma köprüsünde bilfiil sarhoş dolaşın, gece nehrin karşı kıyısından sarayı izleyin, yediğiniz boğa kuyruğunun sonuna gelip de tabakta kalan kuyruk sokumu kemiğini görünce “buraya kadar her şey güzeldi, ama pişman değilim” deyin, Granada’da bir pastanede o enfes pionino tatlılarından yiyin, nehrin kenarında heykelin dibinde, nehre değil portakal ağaçlarının altında o renkli sokağa bakarak oturun ve tanque (tank) adı verilen boyutta bir bira söyleyin, ara sokaklarda halkın ayakta yediği barlardan birine girip Mezquita (Cami) birası için, Málaga sahillerini bitirip uzaklarda sadece yerlilerin sandallar içinde yapılan sardalyaları löpürdettiği sahil masalarına oturun, Málaga’nın belediye pazarına gidip teyzelerle birlikte alışveriş yapın, şehrin ince uzun cevizlerinden, sarımsaklı zeytinlerinden, termiyesinden, boletus mantarlarından alın, Gualdalquivir Nehri kenarındaki çimlere uzanıp çene çalın, ayaklarınızı göğe uzatın, nerede kalacağınıza şehre indiğinizde gezerek karar verin, şehrin karşısında kimseciklerin oturmadığı bir nehir kenarı barında oturup kentin majestikliğini izleyerek sangria için, Flamenco izlemek için turist kandıran tavernalara gitmek yerine şehrin meydanlarında gösteri yapan dansçıları izleyin açık havada, salaş bir bara tüneyip içerken bir taraftan da İspanyollar gibi zeytinleri yiyip çekirdeklerini yere atın (geleneğe karşı gelmeyin, sürekli süpürülüyor yerler), Sevilla Katedrali’nin kulesine çıkıp, otuz küsür katı el ele koşarak inin…

       Hayalimde değerli bir hazine olarak saklayacağım bir an daha var… Gece çöküp de gökyüzü Parliament mavisi olmuşken pespembe cephesi olan bir kilise önünde, portakal ağaçları altında, uçsuz bucaksız bir kalabalık içinde ortaya yerleştirilen ve tanımadığımız insanlarla paylaştığımız kokteyl masaları kenarına biralarımızı koyup ayaküstü hayattan bahsetmek ve bize şarkılar çalan adamın gitarına para bırakmak. Yer gök portakal kokarken… Başka bir cennet olmasa gerek.

       Sofya treninde sayısı Moğol ordusunu aşan kondüktörlerin biletlerimizin üzerine yazdığı yazılar kadar bile not almadım bu yolculukta. Yüzyıl süren yolculukta biri inip biri binen kondüktörler biletlerin üzerine en Kiril’inden uzun uzun yazdılar. Tahminimizce “bana bu hatıra defterinin kalbin gibi temiz sayfasını ayırdığın için çok teşekkür ederim” notu düştüler her seferinde. Ara sıra bakıp gülerim diye saklıyorum.

       Bir sonraki durağımız Meksika. Yıllar önce yaptığım gibi sırt çantasını alıp gideceğiz. Kardeşim ülkeden tırstığı için  “ben öndeki şemsiyeli rehberi takip ederek gidebilirim ancak oraya” dedi. Oysaki Meksika’da o şemsiyeli rehbere ek olarak bütün turist kafilesini tek hamlede kaçırıp otobüsü bütün bütün yerler. Şemsiyeli rehberin şemsiyesi üzerine de bir dizi Japon geyiği yaptık kahvaltıda çaresiz bolca gülerek. Meksikalı mafyadan buğulu sesle gelen haber: “Kötü bir haberimiz var, biz o şemsiyeyi açtık”. İstesek daha da iğrenç olabiliriz, ama şimdilik olmayacağız.

         Yıllar önce annemle Kahire’de havaalanında yürüyoruz. Elimiz kolumuz dolu. Evden eve nakliyat tadındayız. Devasa bir avize almışız. Annem cam parçalarını taşıyor, ben de koca gövdesini kucaklamış götürüyorum. Yan yana konuşa konuşa gidiyoruz. Bir an geliyor da bakıyorum ki üç kişi yürüyoruz. Yanımda bir Mısırlı az önce benim elimde olan avizeyi bana bile çaktırmadan almış aileden biri gibi geliyor bizimle. Hangi arada derede elimden kapmış, nasıl bencileyin canavarı uyandırmamış, olasılık hesabı yapsan tahtaya yansımaz, o derece! Bittabi maksat ulvi: bahşiş almak. Hayalimin ekranlarında hiç silinmeyen bir manzaradır bu. İşte bazen böyle yürürken bir bakıyoruz birisi çaktırmadan hayatımıza girmiş, bizimle yürüyor. Komik değil de, ne :P

      Málaga’ya ayak basarken ve İstanbul’a döndüğümde aynı şarkı çalıyordu Manga’dan..

 

“Bugün olmaz, yarın olur sen kendi yolundan şaşma,

Bize engel mengel sökmez yelkenler fora.

İçimizden geldiği gibi söyleriz aşk arkamızda

Bu sokaklar bizden sorulur bizde yok mavra”.

 

      Benim aşk romanı yazma zamanım gelmiş…  Yazmayalı koca 11 yıl olmuş!  Aşkın “vokatif” hali, nasıl? İsmin Slav dillerinde olan “seslenme” hali.

      Yaşlanınca Derya Baykal olmak istemeyen kadınlar, şimdiden takılın bana, genç kalın…

      Haydi, Karayip sahillerinde Pokemon toplayalım :P

30 Haziran 2016

3 (Yazı ile ‘üç’) AYLAR ya da KURUPEELINGCİMEHMET EFENDİ

       Keyifler yerine gelince yine, yeni, yeniden ben… Fazla mesaiden sürmenaj olmuşum. Ekrana bakınca harfler tango yapıyordu. Ben de bir süre çalışmamaya karar verdim. Baktım böyle güzel. Eyyama bağladık topluca. Birasızken ben ben değilim. Fabrika ayarlarıma döndüm son iki haftada, güzelleştim, eski tadımdayım. Annemle babamı paketleyip Küba’ya, Fidel’in sakalına yüz sürmeye yolladım. Ebeveyni yokken evin DNA’sını bozan ergenler kıvamında parti yapmayı düşünüyorum. Kendi evimde böyle tatlı olmuyor. Zaten Enver “Ben senin Beylerbeyi’neki evini satın alayım, yabancıya gitmez” dedi. Bana uyar. O evi alırken ben de dolaba saklanıp bedava gelmiş olurum. Evin parasıyla da Brezilya’ya kaçarım.
    Bizim sülalede espri anlayışı yerinde olmayan tek bir fert bulamazsın. Trakya güzelliği. Kuzen Ozzy Barcelona’da gelince şenliğe kaldığımız yerden devam ettik. Dün “Glory Hole” sergisi açılışına gittik. BosBotero bir resmin önünde park edince arkadaşları akın akın “Ozan’ın kuzeni” etiketiyle benimle tanışmaya geldiler. Arkadaşlarından biri Eski Kemancı’yı galeri yapmış, haliyle tanışma halinde Ozzy Laneth, Blue Jean, vs. geçmişimden dem vurmaya çalışırken tam da “kuzence” şöyle bir trialog yaşandı. Arkadaşı bana sordu, ama cevap hakkımı Ozzy kullandı:
(Ozzy’nin arkadaşı): Ah, siz de mi sahne alıyordunuz orada?
(Ozzy): Yok, o sahne alanlarla çıkıyordu.
     Böyle bir kuzenin varsa, burnun moktan kurtulmaz. 80’lerde anneler arasındaki motto “devrimciden, müzisyenden, yazardan sevgili olmaz”. Sevgili dediğin tam da bu üçünden olur. 80’leri atlayan annelere takılın siz. Benim kaderim ise hep Erdem’in arkadaşlarından yana. “Uzak dur onlardan, ipe asıyorsun arkadaşlarımı” demişti geçenlerde. Geçen hafta ilişki geyiğine bağlayınca kahkahanın dozunu kaçırmışız; Meral, Erdem ve bendeniz Beşiktaş’ta son tutunduğumuz mekândan da atılıyorduk. (Bir Erdem Çapar’la bir mekânda kahkaha komasına girmeden en fazla kaç dakika kalınabildiği hâlâ araştırılıyor.) Günün teması zaman isteyen sevgiliydi. (Bu bizim kitapta yazan bir şey olmadığı için gülerken desibel hesabı yapamadık haliyle). Hayatta sizden zaman isteyen bir sevgili modeli var. Şaka değil, gerçek bu.  Mesela “Bana 3 ay ver” mi diyor, çözüm Erdem’de: “Ver işte, Recep, Şaban, Ramazan”. Fiyakalı fikir değil mi? Ver üç ayları, rahatla.  Kendisinden zaman isteyen bir kızı 16 yıl sonra arayıp “Yeter mi?” diyerek gömmüşlüğü de varmış. Bir de sevgili sizden 3 ay istemişse kesin gizli bir karısı/kocası vardır, boşanmak için zaman istiyordur. Bu durumda Ozan’ın dediği gibi 3 ay ister ve bu süreyi son güne kadar karısına boşanmak istediği söylemek için cesaret toplayarak geçirir.  Bir “I simply don’t have the guts” durumu yani. Ozzy beni çözmüş. Bana böyle bir teklifle gelip de 3 ay sonra arasalar “Neee? 3 ay bitti mi? Yapma ya! Ne çabuk, olm! Ama Amerika’da gün bitimine daha 8 saat var be anacım. Onu da kullaniiim mi?” derim. Şaka yaw, şaka. Benden üç ay isteseler Meksika takviminden en az kullanılan üç ayı verip ardından su bile dökmeden yollarım.  Memo’ya göre de “evlenilecek erkekler var, eğlenilecek erkekler var, böylesi eğlenilecek bir erkek mesela. Hep beraber eğlenmelik”. Allah kimseyi dilimize düşürmesin, anacım.
      Leziz bir tren seyahati yaptık. Trenle Sofya’ya gittik. Ona “trenle Sofya’ya gitmek” denirse tabii. Herifler demir ağlarla donatılan memleketin raylarını söktükleri için bizi TCDD Sirkeci’den otobüsle Kapıkule’ye götürüp orada Bulgar trenine bindirdi. Gecenin yarısı sınırda bile eğlenmeyi başardık Erdem sayesinde. “Kataner sürvayanlığı” diye bir meslek olduğunu keşfetti bu boşlukta. Bir örümcek, iki de gestapo tren personeli ile vagonda uykunun dibini gördük. Hitler Almanya’sında bile bulunması olasılık hesabı olarak zorlayıcı olan bir sarı kafalı tren görevlisi Bulgar teyze bizi sabah kırbaçla uyandırdı. Kırbacı görmemiş olabiliriz ama yerimizden “Annecim, bir daha olmaz söz” diyerek uyandığımız şüphe götürmez. Az kalsın kafa derimiz kemerini süsleyecekti kadının.
       Bulgarlar mı? Sabah kahvaltıda boza içip börek yiyen bir halktan bahsediyoruz. Ama ülkede Romlu dondurma yiyebiliyorsun. Haksızlık tabii. Zabaione’lisi adamı öldürür. Venedik’te Karnaval’da yemediyseniz hayat daireniz tamamlanmamız dememiştir. Ülke bedavadan biraz pahalı. Mesela ben biranın bedavaya geldiği ülkeye ülke derim. İlk defa 1990’da gelmiştim Sofya’ya. Bugün Memo’ya Hülya’yı tanıştırırken “Yüksek lisanstan arkadaşım, 20 yıllık” deyince konuya el koydu: “Kızım, öyle denir mi? 20 yıllık ilkokul arkadaşım, filan de bari”. E, haklı çocuk. Güzel haber var bu arada Memo’yla “Zaman Treni” kitabımız Ocak ayında Doğan Kitap etiketiyle raflarda. TV programı yanı sıra çılgın röportajlar bekliyor sizi. Mesela Rusya’nın en büyük tarihçisi Katerina-Baltacı karşılaşmasını açıklayacak. Şimdiden söyleyeyim: Bütün bildiklerinizi unutun.
       Şehrin dört bir yanı Türklere karşı zafer kazanan kahraman heykelleriyle dolu. İşte tam bu noktada afişini gördükleri uzun beyaz saçlı ihtiyar bir Rock’çı abi için (muadili Cahit Berkay’mış) Erdem’in yorumu can yakıcı: “Bu da Bulgaristan’ı Anadolu-pop’tan kurtaran adam.”  Atatürk’ün Bulgar sevgilisi Dimitrina ile buluştuğu Bulgaria Otel’e gidip bir Sacher yemeyi ve Ata’nın ruhuna kahve içmeyi de ihmal etmedik. Hatta ağaçlara bakıp “olm, Atatürk bunlara da bakmıştır” diyerek romantizm yaptık.
       Erdem’in Sırp arkadaşı Darko da gelince fıkra tamamlandı. Yakışıklı bizi sabah tren istasyonunda karşıladı. Konser dönüşü 3 Türk, 1 Sırp,  Bulgar taksiye binmişler. Bulgar polisi görse açıklayamazlar hani. Bu milletlerarası kadroyla ancak kaçakçılık filan yapılır zannıyla nezarete düşmedikleri iyi oldu. Bulgar polisi de kâbustur malum. Öl daha iyi. Paran yoksa böbreklerini alır.  Bulgarlar bir arkadaşımın kocasını arabayla birlikte çalmışlar. Ön kapıdan dalıp, kocayı yana itip arabayı alenen çaldıktan sonra kocayı yan kapıdan sıpıtmışlar. Kimle dans ettiğini bileceksin.
       Haydi itiraf edelim. Biz Erdem’le bitirim bir senaryo yazmaya başladık. Türkiye’nin görüp görebileceği en komik film olacak. Bugün başladık. Eh, gülmekten yazabilirsek tabii. Kopma değil dağılma garantili bir afet olma yolunda. İlk iki saat sadece güldük. Sizin gireceğiniz komaları hayal edebiliyoruz. Bizi izleyin, anacım.
      Bir tane aklıselim arkadaşım yok. İşte tam da bu yüzden mutlu bir kadınım ben. Mutfaktan elinde kahve kutusuyla banyoya koşan birisini görürseniz korkmayın. Kısa sürede bir fenomen haline gelen Türk kahvesi ile peeling geleneği Elif’ten çıktı. O zaman bu zamandır memleketin banyoları kahve ile sıvanır oldu. “Asabi bir anneniz varsa denemeyin” demeyeceğim, lakin anneler arasında da hızla yayıldı. Halkım kahve ile peeling yapıyor. Var olan tüm peelinglere fark atar. Bunu gören kardeşim olayı vaftiz etti: “Kurupeelingci Mehmet Efendi”.
      Enver (Aysever) bizim mahallenin adamı çıkınca biz de bunu kutlayalım dedik. Hayatı yandaki apartmanda geçmiş, 4. Kısım Ataköy’de. Hayatın garip tesadüflerinin dibine vurduk konuşurken. 17 milyonluk İstanbul’da pes dedirten cinsten. İşte bu yüzden terk edip gidemezsin bu şehri hiçbir yere. Ataköy üzerine kitap yazan bir adam olarak anlattığı ayrıntılarla ilk gençliğime döndüm. Angelo adlı bir İtalyan’ın Ataköy’de müziğin kalbini attırmasına ne demeli? Ataköy Plajı’nı ise görmedim. Görseydim de genç görünmek için “Ay, görmedim hiç” derdim. (Taktik Erdem’in. Etfalle takılırken eskileri hatırlamıyor gibi yapıyor. Taktiği ben de kaptım, saygıyla uyguluyorum). Sanırım tarifimi yapan en güzel güzel cümle en ironik formundan Enver’den geldi: “Yapılacak bir şey yok, Allah böyle yaratmış, ne yapacaksın!”. Onu da fena yaratmamışlar hani. Yaradanın boş bir zamanına gelmiş. "Pandora" resmen, bütün "gift"ler onda. Ben en çok perküsyon işinde erbab olmasını kıskanıyorum.
      Bayandan temiz kardeş var, ister misiniz?  Hayatının baharında. IQ’sunun yüksek olduğu iddia edilen (ama balinaların zeki olduğu iddiası gibi henüz ispatlanamayan bir arkadaş için şöyle demişti: “Yan yana gelince oxymoron oluyorsunuz, abla. O “oxy”, sen “moron”. Şefkat dolu kardeş yeminle. Lakin arkadaşın hissedilen IQ’su 15. Kardeşim bile artık benim “oxy” olduğuma karar verdi. Bir sahnede silah varsa o patlar ya, bir ortamda dahi olduğunu iddia eden biri varsa o kesin orta zekâlıdır (kibarcası).Yatsıdan önce çözülür.  Bence herkes kurgu dersi vermesin. Önce kendi kurgusunu yüzüne gözüne bulaştırmayacak kadar orta zekalı cenneti üyesi olsun yeter :P
     Sıcaktan atomlarıma ayrıldım resmen. Bu sıcaklarla yetinmediğimiz için yarın haşlanmaya Endülüs’e gidiyoruz. Siz de bu arada hayatın sadeliğini anlamayan insanlardan durun, tamam mı? Haydi hasta la vista, anacım….

20 Nisan 2016

“NAZARA, AZARA, UZARA” ya da “O KADER BURAYA GELECEK!” ya da “GO F*CK YOURSELF”


 
      Sonra kızıyor bana, “beni yazıp el âleme rezil ediyorsun”, diye. N’apayım, elimdeki en iyi malzeme sensin, anne. Geçen gece baktım mutfakta savaş çıkmış, ışın kılıcımı alıp gittim alana. Annem mutfakta bulduğu üç adet Eti Puf’a savaş açmış. Öyle böyle değil. Zavallı Eti Puf’lara çantamda sığınak yapıp onları sınır dışına çıkarmasaydım sonları kötüydü. Siz hiç Eti Puf’la kavga edip evi yıkma kapasitesi olan anne gördünüz mü? İster misiniz anne? Bayandan, temiz. İki gün sonra geri getirirseniz kafanızı kırarım.  Net. Bizdeki de can.

       İspanyol bir sevgilim vardı. Benden başka bütün aile kendisini pek seviyordu. Onu sevdiklerinden mi, beni kendisine kakalamak istediklerinden mi bilmem yaz tatiline bile götürüyorlardı onu bizimle güneye. Kardeşim fotoğrafını masasına koymuştu. Annem ona özel yemekler yapıyordu. Hafta sonu için İstanbul’a geldiğinde ben de zavallıyı alıp kuzenim Ozzy’ye “İspanyol’uma bir gün bakar mısın?” diyerek veriyordum. O da çocuğu kasa kasa şaraplarla besleyip ateşle yaklaşılmayacak halde ertesi gün bana teslim ediyordu. (Hatta onu doğrudan üniversiteye getirdiği o gün parti vardı ortamda, ama sadece yemek verip bir damla içit vermedikleri için tam şaşırmaya kalkmıştı ki kuzenim durumu bu enlemlerde  “Un día beber, un día comer”(Bir gün içmek, bir gün yemek) şeklinde açıklığa kavuşturmuştu.) Neyse, nereden geldim buraya. Şuradan: Acaba hafta sonları “anneme biraz bakar mısın?” diye onu Brüksel’deki evine mi bırakıp kaçsam. Geleneğe devam. Projelendirmeye değer fikir bence. Ama o Javier’le çilesini doldurdu yıllar önce.  (Bu arada Kuzen Ozzy Paris’e taşınmış. Tabii Brüksel de bir yere kadar. Anladığım kadarıyla yavaş yavaş, çaktırmadan sıcak denizlere inmek için Fransa aktarmalı numaralar deniyor. Bünye birden şok geçirmesin diye. Onun İtalya’ya taşınacağı günü dört gözle bekliyorum. Ben de ona taşınacağım.)  

       Fark ettiğiniz üzere bizim evde her an taze bir olay bulunur. Üniversite yıllarında bizde kaldığı bir gece aile eşrafıyla sahura kalkan Şeyda (romanlarımın Matmazel La Peigneuse’ü) o gece yine bedavadan eğlenmiş. O zaman dört yaşında olup ahaliyle sahura kalkan kardeşim, kendisine annemden geçen asabiyetle gece gece “ben kıvırcık makarna isterim” diye tutturmuş. “Vermezseniz şu tabağın içince uyurum” diyerek dolma dolu tabağa kafasını sokarken son anda yapılan doğru müdahalelerle kriz yönetimi devreye girmiş. Ben o saatte kaçıncı olduğunu bilmediğim uykumda bu şenliği kaçırmışım. Ama görüldüğü üzere bizim evde günün her saati eğlence ve adrenalin servisimiz var. O günden beni La Peigneuse’ün tabiriyle adımız “Episodic Family” kaldı.  Bir gün uğra bizi, yok hiç kötü niyetimiz.

     Babamla kardeşimin diyalogları ise her zaman tek geçilesi. Şuna şahit oldum geçen gün.
-Merve, kızım sen de beyaz gömlek giyiyor musun hastanede?

-Yok, baba. Doktor olduğumu anlayıp dövmesinler diye giymiyorum.

    Kardeşim bugün birisiyle konuşuyordu telefonda. Kıza “yakında seni kitap ayracı diye bir kitabın arasına koyacaklar, sonra ara ara dur”, diyordu. Ben de kitap ayracı olmak istiyorum.

     Orada bir evim var, uzakta. Büyülü müdür nedir, ayak basasım yok. Sonunda evdeki kötü ruhları kovmaya karar verdik. Salih Bey’in getirdiği enfes otları, turkuvaz taşları yakıp evi tütsüledik. Evde adeta 100 Yıllık Yalnızlık yaşadık. Salih Bey’in annesi “nazara, azara, uzara” dermiş. Kitap adı gibi. İşte onun partisini yapıp “Nazara, azara, uzara” günü ilan ettik. Seviyorum bu şehri ve içindekileri.  Hayatımın sınırsızca güzel insanları. Tam bu ülkeden kaçasım geldiğinde karşıma çıkıyorlar, beni toprağa bağlıyorlar  :P Buket Uzuner el yapımı devasa bir nazar boncuğu vazosu getirmiş. Fatima eli niteliğinde. Mısırlı kadınlar “nazar değmesin” anlamında çaktırmadan havada “Fatima eli” yaparak “şükran cezilen” (çok teşekkürler) derlermiş. (Mısırlı Hussein’den öğrendiğim sayısız detaydan biri bu, Sultan’ın Mutfağı’nın Amr’ı). Biz de topluca çaktırmadan havada Fatima eli yaptık. Herkes gittiğinde Buket Hanım’ın giderayak, hatta yarı yoldan dönerek verdiği parmak kuklası kaplumbağaya bakarak düşündüm: Kalmalı mı, kalmamalı mı?

      Saad Lamjarred Türkiye’ye konsere geleceğini açıkladı geçen gün. Size bu satırları sevinçten yapıştığım tavandan yazıyorum. Her konserde minikleri kucağına alıp söylüyor şarkılarını. Düşündüm de evde çocukluğumdan kalma patiklerim var, bu konuda çok işime yarayabilirler :P Bir de Abdel Fettah Greeny nam bir Faslı keşfettim. Yok böyle bir ses rengi. (Satır arası: yok böyle bir yakışıklılık). Fark ettiyseniz müzisyenlerin sadece yakışıklıları ile ilgileniyorum. (Bana gelecek doğum günümde aranızda para biriktirip onu alırsanız son 10 yılki bütün günahlarınız silinir :P Kesin bilgi). Sanırım tajin bünyeye iyi geliyor. Sinir bozucu bir yakışıklılıkları var Faslıların. Estetik anlayışımın Fas devrindeyim son bir yıldır. Gelsenize, çok güzel!

       Miligram yepyeni bir klip çıkarmış. Knez Petrol sponsorlu. Öldürecekler bir gün beni. Trieste’den Balkanlara giren üç tır şoförü (Miligram’dan Alen ve Mili ve Dr. M’den Stevan) şık bir İtalyan restoranına tozlarını silkerek girerler. Havyar ve foie gras ile başlayan hikâye Sırpski kebapta biter. Arkadaş, yok mu Allah’ın bir kulu Miligram’ı memlekete getiren? Bknz: (https://www.youtube.com/watch?v=sQxsM5G-Tiw)

      Çocuklar bezdiler benden. Verdiğim ders ne olursa olsun bir atlas aldırıp coğrafya sınavı yapıyorum onlara. Coğrafya kalbe iyi gelir. Anlatmayı deneyeyim. Efenim, benim küçükken de kafam hep iyiydi galiba. (Hayata artık nereden bakıyorsam.) İlkokulda Sinan nam sıra arkadaşıma âşık olmuştum. O da Müjde Ar’a âşıktı ve beni de ona benzettiği için sanırım dolaylı olarak da bana âşıktı. Müjde’ye daha çok benzeyeyim diye ders boyunca saçlarımı açmam için bana yiyecek kabilinden rüşvet veriyordu. Sonra bir gün sınıfa gelmedi. Nereye gittiğini sordum. Anladığım kadarıyla baloya gitmişti. Baloya! Günler, aylar geçti gelmedi. “Yaw arkadaş, ne biçim balo bu? Kimle dans ediyor o kadar” diye düşündüm durdum. Döndüğünde kafasını kırmak için lahmacun küreğin hazırladım. Sinan gelmedi. Yeniden sordum âlimlere, nerede bu Sinan? Çocuk Bolu’ya gitmiş! Türkiye coğrafyası ilkokul-1 düzeyinde sıfır olunca ben de eldeki kelime dağarcığından kotardığım kadarıyla baloya yollamışım onu. (Yedi yaşındayken de kafa sadece eğlenceye çalışıyormuş) El netice: Günde bir sayfa coğrafya kalp acılarına iyi gelir. Ben “balo”yu “Bolu”dan önceden öğrenen bir çocuktum hiç değişmedim. Bolu, yani “poli” (şehir). Hayat kelimelerde gizlidir.

     İzmit’te çalıştay vardı. Malum Türkçe “tay” yer bildirir: Çalıştay, sayıştay, danıştay…  Bizimkisi kopuştay oldu. Karşılıklı kopulan yer bâbında. İşteşli koptuk. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için dans ettik. Çocukluğumuzu bedelli yapmış gibi güldük. Gündüzleri tarihçi taklidi yapıp akşamları kendimizi bulduk. Bir de baktık ki İstanbul Arabesque Project konserinde en ön sırada çarpan ve çarpılanlarımıza ayrılmışız. Son hatırladığım karede yerlere kadar eğilip alnıma arkadaştan 100 TL’lik dansöz bahşişi alıyordum. Gerisini siz hayal edin, ben karışmayayım. Şöyle bir şarkı çaldılar: “O kader buraya gelecek”. Fiyakalı değil mi? Ertesi gün de 90’lar çaldılar Radio’da. “Bu şarkıyı bilmeyen bizden değildir” tadındaydık. Yaşıtımız bir arkadaş var, 20’lik kızlarla takılırken yaşı anlaşılmasın diye 2000 öncesi yapım film ve müzikleri hatırlayamıyormuş gibi yapıyor. “Anımsayamadım, sayın Bülent Özveren”: Hatırlamayan bizden değildir. :P Bize rüya tadında dört koca gün yaşatan Serkan kuşuma buradan kucak dolusu sevgiler. Önce arabasını, sonra şehrini, sonra da evini istila ettik. Hiç dönmesek ne güzel olurdu!

    İstanbul Arabesque Project bir arkadaşın düğününde sahne almıştı. Evlenmeyi bir gelenek haline getiren bu arkadaşın düğününe giderken kardeşime “Geliyor musun?” demiştim. O da “Yok, bir sonrakine demişti.” (Ailecek şeklimiz bu).  Damat düğün esnasında elinde şampanyayla koşuştururken kardeşimin neden gelmediğini sorunca “Bir sonrakine gelecekmiş” diyerek hayatımın potunu kırmıştım. Neyse ki mutluluk (belki de keder) sarhoşu olan arkadaş bu detayı Long Term Memory’nin dibine gömdü. Var olsun :P

       Tuna hatırlatmış, ilk duyuşum gibi koptum. “Git kendini çok sevdirmeden”in Yiğit Özgür’ce çevirisi: Go f*ck yourself. Gülmeyip  n’apçan?           

      “Ama ben değişmezsem ben olamam ki!”

        Yallah me selame! (Saad’ın şarkısından kaptım bunu. Bu kadar Arapça şarkıyla yaşamaktan bir sabah uyandığımdan bülbül gibi Arapça uyanmaktan korkuyorum.) Haydi selâmetle, anacımmm… (Şu an Sardinya sunumu yazmam lazım. Ben n’apıyıorum? Passion fruit, nam-ı diğer çarkıfeleğin başına gelebilecek en güzel şey olan Alizé içimine katılıyorum. Kolleeeekktif şekilde içiyoz, güzelleşiyozzzzz. Gelmeyin, köpek var! Demin yoktu, şimdi geldi.) Bana otomatik bire neşe geldi :P