28 Ocak 2011

GİDERAYAK…

Sizi şöyle bir süre rahat bırakmadan önce son bir taciz hakkımı kullanıp kendimi imha ediyorum. Bavulum hazır. Hazırlamakta hiç zorlanmadım, çünkü onu tam takır götürüyorum. 46 kg. hakkım varmış. Hakkımı 46 kg’lık yakışıklı bir Kübalıya kullanmazsam, Plaza de las Armas’da mevcut tüm kitapları doldurup getireceğim. İnanın şu an hangisi daha hayırlı olur, kestiremiyorum.


Evet, uçakta ağırlık hakkı söz konusu olmuşken şöyle bir anımı anlatayım. (Sonra beni tanımak istemezseniz, sizi anlarım). Sene 2000. İspanya’ya doktoraya gidiyorum. Lakin İspanya halısının saçaklarına yapışmaya pek hazırlıklı olduğumdan evi toplayıp bavullara üleştirmişim. Şöyle anlatayım: yanımda kilim ve Arcimboldo tabloları bile var! Bir tartıyorlar, 67 kg. çıkıyor. Öğrenciliğime verseler bile kurtarmıyor ve bavulun birini almıyorlar. İnat ettim, ekstrasını ödemeyeceğim. Ağustos’un sıcağı. Ayağımdaki terlikleri çıkarıp çantaya atıyor, bavuldaki mor çizmeleri ayağıma geçiriyor, 3 adet farklı renklerde deri ceketi üst üste giyiyorum. Sırıtarak boş bavulu annemlere verip kapıdan geçiyorum. Anaaaam, bir sıcak, bir sıcak. Terler ayaklarıma kadar iniyor, ama bozuntuya vermiyorum. Bu arada çizmeler Neron moru, ısmarlama yaptırılmış, deniz feneri gibiler. Aynı renk ceketle tam bir şenlik halindeyim. (Saçlarını kızıla boyatıp da papağan gibi olan kuzenim mevcut şekliyle hiç utanmadan halk içine karışıp bir de şöyle diyordu: “Ay, bana ne ayol, bana bakanların derdi, benim değil!”. İşte ben de aynen öyle düşünüyordum. ) Neyse, elimde bavula sığmayanlar ve mor takımlarımla uçağa biniyorum, güzelden bir hostes kız bana kapıdan “Merhaba, yine nereye gidiyorsunuz?” demez mi! Sonradan anlıyorum, kız beni renklerimden tanımış. Birkaç ay önce aynı rezil deniz feneri halimle İtalya’ya gitmişim ve doğal olarak beni unutamamış. Binlerce uçuştan kızın kaderine bak!

Slovenya’dan dönerken kardeşimin Nutella’sını aldılar. 100 gr’ı geçiyormuş. Ulan biz İtalyan yapımı Nutella bulacağız diye Ljubljana’nın (zor yazdım yine valla, inşallah bu sefer doğru olmuştur) altını üstüne getirdik. Sağlam Nutellacılar bilir, artık bunları Polonya’da yapıyorlar ve biz “made in Poland” Nutelları protesto ediyoruz. (Protesto ederken biraz da yiyoruz tabii). Polski Nutella’ya hayır! Neyse, sonra düşündüm de yahu neden orada “bi dakikanızı istirham edeceğim sayın Sloven asıllı sınır polisi” demeyip üç kişi kaşıkla dalmadık Nutella’ya. “Chocolate” filmindeki bıyıklı belediye başkanı gibi yüzümüz gözümüz çikolata, oracıkta bayılıverene dek yeseydik keşke. Pratisyeniyim bu işlerin. Londra’da on gün mahsur kalıp boğazı Euro Star nam trenle geçerek Belçika’ya varınca ilk bulduğum uçakla eve ulaşmanın arifesindeydim. Takdir edersiniz ki artık sinir sistemin darma duman olmuştu. Tam kontrolden geçerken adam deodoranımı almaya kalkınca çantamı yere bırakıp “ay son bir kere sıkiiim bari” diyerek almış, banyodaki rahatlıkla bir güzel her tarafıma sıkmıştım. Üstelik ceketimi de çıkarmıştım. Adamcağız yorumsuz kalmıştı. Müstehaktır sınır polisi kılıklı psikopata.

Yolculukta benim başıma gelen, pişmiş tavuğun başına gelmez. Geçen gün heyecanla anlatıyordum da, Baharcığım sadece yolculukta başıma gelenlerden bir kitap yapmamı önerdi. Çok fiyakalı olur bence. Bayramlık ağzımı açmışken bir tane daha anlatırdım, ama dönüşe saklıyorum hepsini.

Bugün öğlen yemekte yine çevreye verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dilemek zorunda kaldık. Ben de oku, oku, insan içine çıkınca makaraları koyuveriyorum anacım. Lakin bu sefer Özden’di sebeb-i infilakım. Sinema ve kent isimli bir ders veriyor. Öğrencilerinden biri çıkıp, “hocam ne bu ya, ‘sinema ve kent’, ‘kültür ve kent’, bu dersin sade sinemalısı yok mu şöyle filmi izleyip gidelim?” demiş. Bakmış çocuk çok ciddi soruyor, ne demiş beğenirsiniz? “Yok, kıymalı var, peynirli var”. Bence bu çocuklar daha da güzelini hak ediyor bazen.

Kıymalı, peynirli deyince aklıma yemek geliyor, elimde değil. İsveç rejimi tabir edilen insanüstü işkenceyle fidana döndüm. Artık cv’me İsveç diyeti yapmışlığım olduğunu ekleyebilirim. Altı yıl önce Yunanca’ya başladığımda Çağdaş Yunan Grameri kitabının yazarı Azmi Özsoy’un adına bakar bakar gülerdim. Doğru ya, Yunanca denen başbelası grameri yazabilecek adama da bu isim yakışırdı hani. Netekim artık ben de hak kazandım, Azmiye oldum.

Heyecanla Fidel’in nehir söyleşini okumaya devam ediyorum. Bitmesin diye yavaştan aldım, tadını çıkarıyorum. Sakal tıraşı olmaması kısmında, devrimci kimliğin bir parçası olmasının dışındaki yorumu bitirdi beni. Bakın ne demiş: “ Ayrıca sakalın pratik bir yanı da vardır: her gün tıraş olmanız gerekmez. Günlük onbeş dakikalık tıraş zamanını bir yıldaki gün sayısıyla çarparsanız bu işe yaklaşık beşbin yüz dakika ayırdığınızı görürsünüz. Bir günlük mesai dörtyüz seksen dakika olduğuna göre, tıraş olmayınca yılda on gün kazanırsınız. Bu zamanı da işinize, okumaya, spor yapmaya, ne isterseniz ona ayırabilirsiniz. Tabii jilet, sabun, krem, sıcak sudan yaptığınız tasarrufu hiç saymıyorum…” Hastasıyım Fidel’in. En “fidel” takipçisiyim. Fidel’in tam bir sportmen olduğunu bilmiyordum. Hayatı sporla geçmiş adamımın. (Dediğim gibi ben de sporcunun zeki, çevik ve ahlaklısını severim). Kızımız Özlem’i, oğlumuz Fidel’e alsak ya artık… Çiçeklerin köklerini ters taraftan görmeden olsun bu izdivaç. (Sarı devrim yıldızları altında bir izdivaç)…

Bugün spor salonundan bir arkadaşım bana salona dönmem için bir çağrı yaptı. “Özlemedin mi?” diye soruyor. Özlemez miyim, özledim tabii… Benden önce spor yapan su aygırlarının değiştirmeyi unuttukları ağırlık baremlerinde haldır huldur çalışırken “biraz ağır mı ne?” diye içimden geçirmeyi, bütün gün iş yerinde dövemediğim insanları hayalimde dolaştırarak ağırlıklara saldırmayı, EQ’su düşük duvar bozuntularının ağzını burnunu kırdığım hayalleri özledim be. Özlemez miyim, anacııım… Küba’dan dönünce duba gibi olacağım için, soluğu ikinci adresimde alacağım.

Susan Miller nam bir astrolog var, üzerinize afiyet. Ben hayatımda böyle bir şey görmedim. Bir kez okudum, sonra korktum. Bugün şöyle kapı aralığından bir bakayım dedim, tüylerim diken diken oldu. Korkmuyorsanız siz de bakın. İnternette hizmetinizde. Gün be gün, bir aylık pılınızı pırtınızı çıkarıyor. Ufak bir detay vardı ki beni kahkahaya boğdu: Bana aşk için biçtiği ve “best of all” dediği tarih 15-16 Ocak’mış ki, okurumuz hatırlayacaktır, ben o tarihte çamura gark olmuş ve “yahu zavallı prens bu ayakkabıyı burada nasıl bulacak?” şeklinde tenkitlere maruz kalmıştım. Gülmeyip ne yapacaktım acaba?

Yatmadan önce Mr. Mutluluk Hattı’nın Küba öncesi izlemem gerektiği için verdiği bir filmi izleyip Amerika’ya bolca küfredip rahatlayıp öyle uyuyacağım. Yankilerin Latin Amerika’da yedikleri naneler için bakınız: “The war on democracy” (John Pilger)...

Size Başar arkadaşımın -daha önceden bildiğiniz- özlü sözleriyle veda ediyorum:

“Küba’ya hoş geldiniz. Mevcut yönetim için bire, darbe yönetimi için ikiye basınız. Fidel’le görüşmek için lütfen bekleyiniz.”

Beni hatırlayınız anacıımmm…
ps. Fonda iştahla yediğim günlerden, bir tutam nostalji... Yunan illerinde/ellerinde balık...

26 Ocak 2011

“BEN DE SPORCUNUN ZEKİ, ÇEVİK VE AHLAKLISINI SEVERİM”

Es-salam aleykum, gençlik. Yukarıda okuduğunuz vecize memleketimin belediye başkanlarından biri tarafından bir bez afişte sallandırılmış. Vaktiyle beni pek bir güldürmüştü. Bugün spor bahsi geçince yeniden andık. Son zamanlarda sporun sadece bahsi geçebiliyor malum. Günde aldığım 300 kalori beni sadece bir ruh gibi ofise kadar götürüp, mümkünse bir de geri getirebiliyor.(O da şansım varsa)… İsveçliler bu işi biliyor, anacım. 9 günde 5 kilo verdim, rejim sonunda -13. Cuma günü yani- “her canlı ölümü tadacaktır” güzel sözünü tatbik edecek seviyeye geleceğim korkarım. Şu aralar bütün hayallerim yemek cinsinden. Boşluğa baktığım anlarda gözlerimin önünden nohutlu pilav arabası geçiyor gibi oluyor. Renk renk, desen desen peynirler geçiyor hayalimden. Aklımı kaçırmanın arifesindeyim.


Korkuyla fark ettim ki kendi roman kahramanlarımdan birine benzemeye başlamışım. (Hoşça kal Milano, hoşça kal aşkım). Kahramanımız elinde baskülle yaşar ve günde birkaç kez -pek tabii elinde baskülü olmak kaydıyda- üst katın zilini çalar ve şöyle bir diyalog geçer:

“Amanda abla, sence ben kaç kilo görünüyorum?”

“Kızım, elinde baskül var, tartılıp baksan ya.”

“Yok yok, sence kaç kilo görünüyorum?”

Aynen böyle anacım. Bu arada bu kahramanız en yakın arkadaşımın eski komşusu. (Yani ne yazık ki mevcut). Benim de en yakın dostum baskülüm. Canım sıkıldıkça tartılıyorum. Okulda da herkesin önünde bir piruet yapıp, “sizce kaç kilo görünüyorum” demeye başladığıma göre psikopat roman kahramanı olacak kıvama geldim demektir.

Şimdi diyeceksiniz ki senin açlıktan sinirlerin bozulmuş, ama vallahi öyle değil anacııım. Ülkemin insanı saygısızlık ve sevgisizlikten ölmüş, haberi yok. Ben buralarda daha fazla yaşamamam, şekerim. Zaten her sabah vapura bindiğimde kendimi Lizbon vapurunda sanmaya başlayacak derece marazileşti durum. Sanırım EQ’m memleketimin ruhsuz ve şefkatsiz insanlarına biraz fazla geliyor. Saygısızlık ve sevgisizlikte tavan yaptı halkım. Çok sevdiğiniz birine sevginizi en derinden sunarsınız, almaz, huysuzdur; bir zahmet kendisine yazılan iki satıra geri dönmez, kalpsizdir; vaktinizi harcar bir şeyler yaparsınız saatlerce yanlışlıkla teşekkür bile etmez, alışmıştır; başsağlığı dilersiniz, duymaz, sizi sevmez; başka bir insan türü saygısızlıkta zirveyi zorlayıp kendi belirlediği saate uymaz, umarsızdır… Höyyyyt! Sizle mi uğraşacağım ben duygusal zekâsı düşük insan kadrosu, kaçarım bu yerlerden daha iyi. Haydi güzelim Portekiz’e, Portekiz’e. (Bir fadonun dediği gibi “A Lisboa, a Lisboa)… Biraz nezaket ve şefkat öğrenin, sevgi iliminde paslarınız silinsin.

Siz değilsiniz çöken, ruhunuz çökmüş anacım, ama haberiniz yookkk… Bugün defterimi hafiflettim, sanırım bir daha ruhu çökmüş insanların kıyılarından bile geçmeyeceğim özür gelene kadar.

Bugün yine komik bir an geldi aklımıza, bolca güldük. Vakti zamanında hayırlı bir iş için iki arkadaşımı tanıştırmıştım. Efendim, ilk buluşmaya ben de katıldım doğal olarak. Taksim’de bir jazz barda hoşça vakit geçirdik, dolmuşla döneceğiz. Saat gecenin ikisi. Ataköy dolmuşuna bindik. O saatte dolmuş yavaş dolduğu için aslında bizimle gelmeyecek olan erkek arkadaş da kız arkadaşla biraz daha fazla vakit geçirmek için yanımıza oturdu, dolmuş dolunca çıkacak. Uzunca bir zaman sonra son yolcu gelince, bizim arkadaşa da yol göründü tabii. Memleketimin dolmuş şöforü tam o sırada bıçkınca arkasına dönüp çocuğa ne dese beğenirsiniz? “Buraya kadarmış!”

Başka bir anı da bir öğrencimden. Olay Kardeniz’de bir ilimizde geçiyor. Minibüsün iki yolu vardır. Biri uzunca olduğu için oradan geçecek yolcu yoksa, kısa yoldan devam edilir. Tam o köşeye gelinir, soför sorar: “Bilmem nerede inecek var mı?” Ses gelmez. (Doğal olarak inecek olmadığı için ses de yoktur, normal şartlarda yola devam edilir.) Adam bir kez daha sorar. Yine ses yok. Son sorudan da cevap alamayınca asabiyetini zedeleyip el frenini cart diye çekerek ayağa kalkar ve arkasını dönerek şöyle çığlığı basar: “Ben kime diyoruuummmm!” Hiçbir gezegende benzerimiz yok bizim, anacım.

Oh be, neyse ki bilinen dünyanın en eğlenceli insanıyla -Mr. Mutluluk Hattı- ve 30 kadar Küba dostuyla- Fidel’in memleketine gidiyorum. Küba buna henüz hazır mı, orasını bilemem. Oraya ayak bastığımda tam 15 gündür katıksız aç olacağım. Şimdiden yiyeceğim tropik meyveler, içeceğim romların hayaline düştüm, evdeki Küba yemekleri kitaplarına şekersiz kahvemi içerek bakıyorum. Ne kadar açım siz düşünün. Küba, yeavvrooouuum, moratoryuma hazır mıyız? Fidel Abi, halkın gıdası için ayırdığımız bütçe beni kaldırabilecek mi? Yoksa daha sonra da gelebilirim. Bundan sora kurabiyelerimi sadece kendime yapacağım, oturup kendim yiyeceğim. (Ancak ben hak ediyorum).

Maksat dünya gözüyle Fidel’i görebilmek. Döktüm ne var ne yoksa, okuyorum. Küba büyükelçimizin tatlı eşinin hediye ettiği José Marti kitapları, sayısız okunmuş Che günlüğü, altı çizilerek okunmuş ve sonradan özenle unutulmuş kitaplar, vs. arasında gönlümü fetheden Fidel’le yapılan en harika nehir söyleşi olan Ignacio Ramonet’in röportajlarını okuyorum. 523 sayfa ve bitecek diye korkarak okuyorum. Odasındaki telden bir Don Quijote heykelciği olduğu ve benim gibi Don Camillo sevdiğini bilmek aklımı kaçırdı. Aç karnına okunmaması gereken bir kitapmış bu. Mango toledo diye bir tatlıdan bahsediyor ki, sanırım onun için bile binlerce km yapılır. 10 yaşındayken İspanya iç savaşını gazeteden takip ettiğini düşündüm de, bir de biz de hükümetin profiline bak, demeden geçemedim.

Kardeşim Küba yolcularına enfes bir film getirmiş. “Fidel’in yüzünden!” Filmde Stefano Accorsi’nin oynaması beni baştan bitirdi zaten. Geçen gün de çocuklara “Nisan Devrimi” filmini göstermiştim, kısa zamanda iki kez Stefano görmek kalbime iyi gelmedi. Yok böyle bir oyunculuk, yok böyle bir yakışıklılık. Ferzan Abi de işini biliyor. Bence dünyanın en güzel kadını Penelope, en yakışıklı erkeği de o. Yüzünün her kıvrımı anlamlı yahu! Film bir harika. 70’li yıllarda Fransa’nın kızıllara bakışını inceliyor. Filmin en büyük sürprizi de en sevdiğim kızıl şarkının içinde geçmesi oldu: “Ay Carmela!” İç savaşta (1936-39) Cumhuriyetçilerin önde gelen marşlarından olan bu kızıl parçayı ilk defa on beş yıl önce Málaga’da derste izlediğimiz bir iç savaş filminde duymuş ve o an ezberlemiştim. Gabino Diego’nun (ki kendisine taparım) enfes oyunculuğuyla süslü aynı adlı film: “Ay Carmela”. Gabino’nun oynadığı başka bir mucizevî iç savaş filmi vardır ki onada dilimizde “Cesurlar zamanı” (La hora de los valientes) denir. Bütün bunları şiddetle tavsiye ediyorum. Beğenmezseniz beni bulur vurursunuz.

Arkadaşım meşhur muhafazakâr bir yazarımızı motorda kendi kendine konuşurken görmüş. “Adam delirmiş”, diyerek bana geldi. Hemen muhafazakâr efendiye sordum. Ne dese beğenirsiniz?! “Yok, ben her gün motorda Barbaros’un ruhuna bir Fatiha okurum”. Yorumsuz kalmak isterdim, ama dayanamadım. Barbi’yi ben de çok majestik bulurum da, konu o değil be güzelim. Barbaros tarihini baştan yazan biri olarak acaba neye dua ettiğinin farkında mı arkadaş diye düşündüm. Bari dua ediyorsun, ağzını yüzünü oynatma da reklam almadan yap ibadetini arkadaş. İbadet esnasında bile reklam olmaz ki! Yakında belediye motora da bir mescit yapıverir. Yenikapı’daki İDO iskelesine devasa bir mescit yapana zor iş değil. Kaptana da kıbleyi gösteren pusulalı seccadelerden bir tane, hem seyir, hem ibadet halinde olur mümin. Zaten bütün yeni kaptanlara kılım. 30 saatte ancak yanaşabiliyorlar. (Nepotizm usulüyle getirilip bu mesleğe kasaplıktan geçtiklerinden mütevellit) Şu dilim yüzünden bir gün postu deldireceğim. Geçenlerde sancılı bir vapur yanaşma operasyonundan sonra hışımla dışarı çıkıp camdan bakarken yakaladığım kaptana “Daha çok pratik lazım ihtiyar!” diye bağırmışım. Bir baktım kardeşim ufaktan sıyrılıp kaçıvermiş aradan. Benle sokağa çıkmayı sevmiyor. Yanlış giden otla bokla kavga ediyorum. Çekilmezim sokakta, anacım.

Sözlerime Vağarşak Bey’in hediye ettiği ajandanın bugüne denk gelen kutsal sözleriyle son veriyorum. (Markos) “Sana diyorum, kalk, döşeğini kaldır ve evine git”… Anladınız di mi tüm duygusal zekâsı düşük insan kadrosu? Hooop, kime diyorum!!
  Halet-i ruhiyem alttaki gibidir, ateşle yaklaşmayın!

22 Ocak 2011

YİNE AÇIZ EVLATLARIM, DİYORDU PEDER…

Evet gençler, az önce mutfaktan çalışma-ma masasına intikal ettim ve korktuğunuz üzere yine sizlerleyim. Hocamıza vişneli/cevizli kurabiye (böylesini yemediniz), lisan-i Osmani sınıfına da pırasalı mısır ekmeği yaptım. Hepsine de uzaktan baktım. Nitekim İsveç diyeti pupa yelken gidiyor. İlk gün fenalık geçirip eve zor attım kendimi, beş saat şuursuz uyumuşum. Gözünü sevdiğimin Temel Reis’i, bir devrin bacak kadar çocuklarını ıspanakla kandırmışsın anacım sen be! Haşlanmış ıspanakta sınır tanımayan bu rejim beni yatağa bağladığı, güzelim. Velhasıl, sabah babam beni kapıdan uğurlarken sordu. “Bugün kahvaltıda ne var?” “Kahve, babacım”. “Yanında?” “1 adet kesmeşeker.” Sabah evden çıktığım andan beri rejimin biteceği 13. Cuma yiyeceklerimi hayal eder oldum. Pastanenin önünden gözyaşlarıyla geçip vapura biniyor ve bir bardak çay bile içemiyorum.(Nitekim o da yasak) Akşam babam mutfaktaki fıstıklara nasıl baktığımı görünce “Ay, ye birkaç tane, kim görecek ki”, diyerek son noktayı koydu. Bundan önceki noktayı 5 günde 3.5 kg verdiğimi duyan fakültemizin çay görevlisi koymuştu. Kendisine hemen diyetin bir çıktısını aldım, verdim. Baktı, kafasını kaşıdı ve “ayy, okurken ter bastu valllaaa” dedi ve hemen attı. Mesela Pazar günü ne yiyeceğimi söyleyeyim, diyetin şekline şemaline bir ışık tutsun. Sabah: bir fincan kahve, bir kesme şeker. Öğlen: 200 gr. et, meyve. Akşam: Hiçbir şey. A big fat nothing anacıımmm. Ömer Seyfettin Diyet’inden sona ikinci trajik diyet bu. Tek yasak olmayan şey su. Geçen gün konserde rakılı arkadaşlara çaresiz suyla eşlik ediyordum, hocamız “Özlem Hanım, sek içiyorsunuz, çarpmasın”, deyip yaralarıma tuz bastı. Fidan gibi olup, fazla derilerimi Türk Hava Kurumu’na bağışlayacağım


Acı gün geldi. Babam annemle barışmak üzere yarın ricat ediyor. İspanyolların deyimiyle saat bir kadar yapayalnız kalacağım yine. Ve yine çamaşırlarım buruşuk, tencerelerim boş, televizyonum işlevsiz olacak. Üstelik yeniden tozları görünmeyen yerlere sıvama tekniğine temizlik denecek bizim evde. Ve yine sabah kahvaltısını köşede simitçide tek ve yek ve sek başıma yapacağım. Ve yine dolaba alınan ne varsa çürüyecek, atılmak için birkaç ayda bir yapılan arkeolojik kazıları bekleyecek. Evde kiminle Beyazıt Kütüphanesi ortamı yaratacağım ben şimdi? Ve yine gecenin bir yarısı evde su bulamayıp kim bilir neler içeceğim. Juanes der ki, “ kara gölek giydim, yastayım.”

Geçen gün öğle yemeğinde (Allahım ne acı bir isim tamlamasıdır o. Öğle yemeği dediğim şey 100 gr yoğurt, 1 -yazı ile bir- dilim salam) Elçin’le bol keseden kikirdedik. Hayalimizde uzak yerlere gittik geldik, dağ evlerinde kaldık. (Ben o esnada ayrıca hayalimde neler yedim neler). Nereden düşmüşse aklına Mount Athos –ki Yunan ağabeyler Agios Oros, Türk halkı Aynaroz der- düşmüş. Aynaroz, Selanik yakınlarında üç parmak şeklinde denize uzanan üç minik uzantının biri. Sadece manastırlar ve dolayısıyla keşişler var. Dişi köpek bile giremiyor. Ayrıca erkekler de Patrik’in izniyle girebiliyorlar. En büyük hayalim bir gün oraya erkek kılığında girmek. Elçin’in aklında benim oraya erkek kılığında girdiğim kalmış. (E, tabii, konu ben olunca bu deliliği sorgulamamış bile. Tüm deliliklerin faili olduğumdan mütevellit) Durduk yere hayallerimi depreştirdi. Sonra ona Mount Athos’un resmi sayfasını maillerken ek bilgi de verdim. Her biri ortalama 50 kişi alan 20-25 manastırdan toplam 1000 el değmeden hazırlanmış keşiş eder. Beğendiğini al beğenmediğini Aziz Simonas Manastırı’ndan denize at. (“Sen anlamazsan, balıklar anlar” diye kötü bir espriyi de hemen attach’ledim). Aynarozlu bir keşişe âşık olmuştum, sadık okurlar hatırlar. Aşkların en umutsuzdu. Cüppeyi astıramadım abiye. Öteki dünyada da pek karşılaşabileceğimizi sanmıyorum. Ben orada bayağı bir sıcak iklimlere göç etmiş olacağım korkarım. Şaraptan nehirlere hücrelerimden alevler çıkarak bakacağım uzaktan. Cennette sütten de nehirler varmış. Düşündüm de bacak kadar bir çocuğu bununla kandırıp cennete hazırlık babında yararlı şeyler yapmasını söylerseniz, ne olur? Cevap veriyorum: nah yapar. İyilik karşılığı sütten nehir mi? Oh, no! Bir bardak süt için çektiği acıyı düşününce hemen din değiştirir bacak kadar yavru.

Bugün şeytanın bacağını kırıp arşive gideyim dedim. 5 TL’lik makbuzu ödemek için acımasızca yan binaya gönderildim. Tam çıkarken baktım bahçede Saro. Kahveye oturduk. Beş dakika sonra Burcu’lum. Ardından kitabını heyecanla aldığım bir meslektaş… Bremen mızıkacıları gibiydik ağaç altında. Bol bol güldük. Sonra tam makbuzu götürüp kartımı almaya girmiştim ki: nah bana kart. Arşiv kapanmış. Ama komik olan bu değil. Masada herkes birbiriyle tanıştı. Sonra bir baktık, hepimiz Yücel Hoca’nın öğrencisiyiz. Sonra bir baktık: Yücel Hoca kaşla göz arasında Türkiye’ye Osmanlıca öğretmiş. Ama son noktayı ben koydum: Apartmanımızın yöneticisi Amerikalı Silvia Hanım’ın da yıllar önce Yücel Hoca’dan ders aldığını söyleyerek.

Bugün öğle yemeği için Ayşegül’le Babalık’taydık. Dört bir yanı Atatürk’ün en fiyakalı resimleriyle donatılmış enfes bir balıkçı-meyhane. Ben 200 gr. sefil balığımı yerken, konu çaresiz Fikriye’ye geldi. Atatürk’ün kadıncağızın hakkını çok kötü yediğini, ona çok fena yapayalnız bıraktığını düşündük. O da haklı olarak fiyakalı bir cevap verdi tabii. O hiçbir işe yaramayan kadın sezgimizle Ata’nın son zamanlarında yaşadığı melankolik zamanları ve aşırı alkolü de buna yorduk. Vicdan azabı. Yazık ettin Atam Fikriye’ye…

Bu arada ismi failler ve mefullere dair deniz otobüsü anımı Mr. Mutluluk Hattı’na anlatıyordum. “Terk edene ne denir?” kısmında cevap “tarik” değildi. Fazla düşünmeden dünyanın en anlamı cevabı geldi mösyöden: “Allah belanı versin, denir ne denecek!”

Dün sahafta dolaşırken Kostas Mourselas’ın “Hüzün Nedeniyle Kapalıyız” kitabına denk geldim ve hemen kaptım tabii. Hastasıyım Mourselas’ın. (Kızıla boyalı saçlar, hmmm) Yunanca’dan doğrudan çevirmişler kitabın adını: “Kleiston logo melanholias”. Yunancası ayrı, Türkçesi ayrı güzel bence. Sonra hiçbir kötü şart altında almayacağım bir kitabı sırf Yunanca olduğu için aldım. Vapurda biraz kafa dağıtırım, dedim. “O diavolos forai Prada”. (Anladınız siz onu) Nitekim öyle kötüymüş ki, kitap beni birkaç sayfada dağıttı.

Hocamız sayesinde hayatta başka türlü tanışamayacağım yazarlarla tanışıyorum. (Kitap seçiminde çok tutucuyumdur). Ken Borris’in “Nasıl bir çocuk”unu okudum. Allahım ne işkence, meğer içinden sayısız yemek geçiyormuş. Tanrı beni sınıyor mu ne! Genelde benim kitaplarım için “aç karnına okunmaması gerekir” derler. E, Tanrı’nın sopası yok.

Dünya âlem Frida-Diego sergisine gitti. Hepsi de “beraber gidelim”, dedi. “İşim var” dedim, ne diyeyim. “Şekerim, ben onların hepsini Meksika’da canlı gördüm, on saatlik bir operasyondan sonra da kitaplarını aldım”, desem ayıp olacak. (Gerçi çok yakınlarıma yaptım bu öküzlüğü.) Demesem “aaay, inanmıyorum, nasıl kaçırırsınız!”, diyenleri boğsam, başka türlü ayıp olacak. Anacım, Meksika’ya gittim, Aslı’cığım -romanlarımın Amanda’sı- dönüşte durumu şöyle açıkladı: “Adamların sepet sepet meyvesini yedin, moratoryum (“borç erteleme” diyebilirmişim, üç vakte kadar word katili olacağım) ilan ettirdin memlekette.” Gerçekten de Meksika’da tek başıma yediğim yemeği üç dağ ayısı ormanda sekiz yüz kaplan gücünde tavşanla rakı masasına otursa bir haftada yiyemez.

Açlıktan -aç-bil-açlıktan -mütevellit bir nostalji sardı beni. Romantik oldum durduk yere. Eski günleri düşünür oldum. (Lakin sadece yemek yediğim kısımları tabii) . Salamanca’da buz gibi havalarda üşenmeden her akşam gittiğimiz sinemayı hatırladım bugün. Yalan, söylüyorum, evet. Sinemanın altındaki puding kıvamındaki, devasa kupalarla servis edilen dünyanın “şüphesiz” en leziz sıcak çikolatasını hatırladım, neyi hatırlayacağım! Sonra da sinemanın yanında dört peynirli tortilla yediğim barı. Ve daha sonra da sinema yolundaki şeker dükkânını. Küfe boyutundaki patlamış mısırları da pek tabii. Özledim ben Salamanca’yı be! Eve girmeyi başarabildiğim ilk anda çalan telefonun beni yine dışarı çağırmasını, hiç üşenmeden pijamaları savurup kendimi sokağa atışımı, barın üstüne tüneyip Allah ne verdiyse götürürken dedikodu yapmayı… Bilinen dünyanın en çatlak Ortaçağ tarihçisi Salustiano’nun barın tepesinde tünek haldeyken dışarıdan geçen hocalara bakıp büyük çantaların içinde “poca ciencia” (az bilim) olduğunu söyleyip gülmesini… (65 yaşında 50 gösterir, o haliyle Türkiye’yi otostopla baştanbaşa köy çocukları rehberliğinde gezmiş, birinci sınıf kalite çatlaklardandır Salu).

Pazartesi Nardis’de Yansımalar konserindeydik. Safi hüzündü, anacım. Hayatta böğrümü delen iki enstrüman olduğunu fark ettim: ney ve Portekiz gitarı. Tek kelimeyle enfesti konser. Daha önce canlı dinlemediğim bu harika gençleri herkese şiddetle tavsiye ederim. Baba Zula ve Athena’yla birlikte ecnebi dostlara gönül rahatlığıyla hediye edilecek kadroda buldum kendilerini.

Bu geceki şarkınız “La Nostalgia che soffia verso est…” It’s me, anacııım…

Kleiston logo peinas, yani: Açık nedeniyle kapalıyız!
Haydi kali nihta...

16 Ocak 2011

BABASINA BAK, KIZINI BIRAK!

Nihayet şeytanın bacağını kırıp aylar süren umutsuz bir bekleyişten sonra Armutlu deniz fenerinde eğlenceli bir hafta sonu geçirdik. Duyduğunuz gibi, bir deniz fenerindeydik. Yedik, içtik, semirdik ve pek tabii bol bol güldük. Babamın evden kaçtığı günden beri evde kamp halinde olmasından faydalanıp ona vişneli yaprak sarma sardırdım. Fener camiasında da babamın bu domestic faaliyetleri takdir buldu ve konu yine nereden çıktıysa benim evlendirilmeme geldi. Teoriye göre beni istemeye geliyorlar ve babamı alıp gidiyorlar. Ee, pek de haksız sayılmazlar. Beni alırlarsa dolma sararlar, babamı alırlarsa dolma yerler. Aklı olan bırakıp arkasına bakmadan kaçsın derim ben. Met-Üst’ün Cumartesi günü gazetede çıkan karikatürü de hafta sonu-koca literatürünü tamamladı. Bakarken lime lime dağıldım. Kadının kâbus kocası yataktan kalkmıştır, kadın ise kafasını yastıkta hezeyan içinde bir o yana bir bu yana sallayarak “Koca moca yok! Hepsi kafanın içinde!” der.


Fener yolunda deniz otobüsünde (Mekke-Medine kıvamıydı, tek başı hava alan biz vardık medeniyet adına) hocamız bizi sözlü olarak Osmanlıca çalıştırdı. Konu ismi failler ve ismi mefuller. “Taleb edene ne denir?” “Talib”. “Edilene ne denir?” “Matlub?” Liste uzadı gitti: Resm eden rasim, edilen mersum; zulm eden zalim, edilen mazlum, katl eden katil, edilen maktul diye gidiyordu güzel güzel. Sonra hoca sordu “terk edene ne denir? Burçe’den el-cevap “Zalim”! Pek bir güldük haliyle. Hoca da ekledi “hayır, zalime” (Hep dişi olmaları açısından). Bana sorarsanız pek yaraşır bizim bu erkeklere terk edilmek. It really looks good on them, anacııım. Hepsi son zerresine kadar hak ediyor bence. (Onlardan gelecek hayır belediyeden gelsin).

Eveett… “Felsefeneri” eski bir Poseidon tapınağının üzerine kurulmuş. Doktor Levent ve dünya tatlısı eşi Deniz şimdi burada bir de felsefe okulu kurmuşlar. Bana soracak olursanız bu felsefe okulunda en çok “pratik” olarak takip ve takdir edilen Demokrites’in hedonist düşünceleri. Kestaneli sarma, vişneli sarma, tütsülü Boşnak eti (pastırması demeliyiz), humus, kaya koruğu turşusu, hindi boynu, Macar ellerinden gelme has be has Macar salamı ve daha neler neler’den (topik) sonra mide fesadı tabii. Vağarşak Bey’in Kurtuluş’un derinliklerinden aldığı, yolda “kediye ciğer teslim edilmez” diyerek beni yaklaştırmadığı topikler çatlayana dek yendi. Hatta o kadar yedik ki Vağarşak Bey’in sandalyesi çat diye fani dünyadan baki dünyada intikal ediverdi. (Ben o an gülmekten “gerçekten” altıma ettiğim için mekânı terk ettim. Ben tarik, mekân metruk). Çıtır çıtır soba, dibimizde deniz, tepemizde fener, harika bir hafta sonu idi. Sabah bir gece önce GS’nin yeni stadında yuhalama korosuna katılan arkadaşlar da kahvaltıya gelince halimiz daha bir şen oldu. Serkan’ın Digor’un 21. yüzyıla daha 18. yüzyılda girmiş olduğu esprisi gülerek onaylandı. Yürüyüş yapıldı, fallar bakıldı, Rock’n Roll saatini (vakt-i rakı) erken getirenler demlenirken ben de tatlı bir siestaya vurdum kendimi. Hocamız tekneye bayrak yaptırmış: “Yeni Rakı-eski yazı”. Takdir ediniz.

Dönerken pek de küçük çaplı olmayan bataklığı geçtik. Hocamız yağmur altında elinde rakısıyla pür-keyif yol alırken, ben de beceriksizliğim sayesinde çamurlara battım. Ayakkabımın teki çamura gömüldü. Sevgili doktorumuz beni ve ayakkabımı kurtarırken “bu ayakkabıyı hangi prens burada bulabilir ayol?” yorumunda bulundu. Son bir haftadır mevcut durumun masallarla açıklanmasında bir anlam aramalıyım, bilmiyorum. (Külkedisi, yüzyıl uyuyan güzel, vs.) Çamurlu ayakkabılarımla feribotta temizlik yapan adamdan yediğim paparayı bir gören olsaydı, hakkın yerini bulduğunu anlardı. Allah’ın sopası yok, anacım. Sen arkandan sınıfa giren öğrenciyi derse alma, ödevi daya, mevcut öğrenciden harikalar yaratacağım diye rah-ı rast göster millete, al sana bedeli. “Ne biçim batırdın ortalığı kardeşim, git ayakkabılarını aşağıda tuvalette yıka” diyen temizlikçiden hâlâ çok tırsıyorum galiba. Vağarşak Bey’in adamı majestik ve haşmetli bakışlarıyla savurması sayesinde arabaya intikal edebildim. Velhasıl yorgunluktan evin yolunu zor bulduk. Hocamız da pür-enerji fasıla gitti. Kanımca bir müzisyene âşık, yoksa doğal şartlarda insanı o şekilde hiçbir kuvvet yatağın yolundan alıkoyamaz.

Yarın itibariyle nihayet İsveç rejimine başlıyorum. Tam 13 gün sürüyor ve şansınız varsa incelen bedeninizi bu dünyada kullanabiliyorsunuz. Lâkin ben listeyi ilk gördükten sonra bedenimde canlı bir hücre kalabileceğine inanmamaya başladım. Psikoloji bozan öğünler var, daha önce de demiştim. Akşam yemeği: Hiçbir şey. Dolayısıyla ben listenin üç hafta önce çıktısını alıp çalışmama masama koydum, alışma devresi yaşıyordum. Bu arada kardeşim gidip gelip üzerine yorumlar yazıp kaçıyor. Son olarak “3 aydan kısa bir süre önce diyeti tekrarlamayın” maddesinin yanına şu naçizane sözleri eklemiş: “Buna kim cüret edebilir ki, zaten karar vermek 3 ay sürüyooo. Teknik olarak imkânsız!” Alışma sürecince masanın altındaki çöpün çekirdek, gofret ve vesair faideli yiyecek kabuğuyla tıka basa dolu olduğunu gördükçe iyice umudu kesmişti, ama yarın onu şaşırtacağım. Nasıl bir estetik takıntısı bu tüm hücrelerimize sirayet etmiş. Yıllar önce kantinde bir kız öğrencime “şekersiz çay içme, gastrit yapıyormuş” deyince ayaküstü aldığım cevap aslında beni de anlatıyormuş, nereden bilirdim. “Boşverin, gastrit dışarıdan görünmüyor hocam” . Yorumsuz.





Tunusluları zaten severdim, daha bir sevmeye başladım. (Çok yakışıklı oldukları için değil tabii, şekerim.) Kuzey Afrika’nın gariban ülkesi yolsuzluk ve işsizlik yüzünden golden ball’larını eline alıp, feryadı bastı. Biz de 70 milyon cüce adam yan gelip yatıngen. (Korku içinde hem de!) Türkler de hemen tüymüşler ülkeden zaten. Korkaklık biz de norm, anacım. Yıllar önce Küba büyükelçisinin yazdığı bir kitabı çevirmiştim. “Bağdat’ta misyon”. Savaş anılarını yazmış. Savaş boyunca Bağdat’ı son ana kadar terk etmeyen iki büyükelçilikten biri Küba. Diğeri ise Vatikan’mış. Bilin bakalım ilk kuyruğunu kıstırıp kaçan büyükelçilik hangisi? Türk büyükelçiliği!

Kardeşim babama ültimatom vermiş. Salı gününe kadar eve dönmezse bir daha kendisiyle konuşmayacakmış. Rahatlığıma çomak sokuyor, bacaksız. Şimdi kim bana sabah 7.30’da kahvaltı hazırlayacak, kıyafetlerimi ütüleyecek, yemek yapacak, evi temizleyecek, çay yapacak, sarma saracak? Şu Met-Üst karikatürü de olmasa aklıma enfes bir Guareschi kitabı gelecek de, şakası bile kötü olduğu için gelemiyor ( ya da aklımın adresini bulamıyor): Acele Koca Aranıyor. Enfes bir romandır. Bayilerinizden ısrarlar isteyiniz, okuyunuz.

Haydi müstesna güzeller, ben kaçtım. Selametle, anacım…

11 Ocak 2011

SEFALETÜN SEFALETÜN SEFİLÜN

Uzun zamandan sonra yine, yeni, yeniden ben, gençler. Halim şöyle: Öğlen Şirinciğim kıpkırmızı bir elma verdi ve “100 yıl uyu, sonra da beyaz atlı prens seni uyandırsın”, diye enfes bir vaatte bulundu. (Gerçi masalları karıştırdığını sonradan fark ettik, ama vaat edilen mal geri alınmaz) Bu vaat gözlerimi döndürdü vallahi. Yok be güzelim, prensi ve de beyaz atını kim alırsa alsın, 100 yıllık uyku bende kalsın. Hypnos’um benim, uyku tanrım… Yakışıklı, biraz da bizim semte uğra be. Beni de gör ölümlülerin rüyalarına giren ve onlara aptallık ve ilham gösteren yaramaz tanrı! (Gerçi son zamanlarda gördüğüm rüyalara bakılacak olursa sen çoktan gelmişsin mahalleye). Anlayacağınız halim sefaletün sefaletün sefilün. Gayri safi milli yorgunluk belimi büktü a dostlar!


Aklını kaçırmış bir ritimde çalışmaya devam ediyorum. Âşık olacak vaktim kalmasın diye kendimi işe verdim. Bu benim dünyadaki en faydalı (ve dolayısıyla çevreye en zararsız) halim. Salon bitkisi oldum resmen (ve fiilen). Bu halimden pek bir memnunum. En azından bana çok değişik geliyor. (Hastalıklı şekilde çalışmak kısmına alışığım da, aşksız kısmına ben bile şaşayazıyorum.) Oysa ki ne kadar güzelmiş aşksız bir yaşam. 14 Şubat’ı ben de Giritli’de göbek atarak kutlayacağım galiba. Lâkin yakın çevrem panik halinde. Beni hiç böyle görmedikleri için aklımı (ya da en iyi ihtimalle kalbimi) feshettiğim kanaatine vardılar ve elbirliği içinde çalışmaya başladılar. Bana uygun gördükleri yakışıklı, egzantirik, hoş tiplerle çıkıyorlar karşıma. Yakında katalog yapacaklar bana. Bugün pek sevdiğim bir arkadaşım bu bâbda kahkahalarla güldürdü beni. Bu da beni yıllar öncesinin çılgın günlerine götürdü. Hepsi en az benim kadar deli bir grup kızdık. Peşimiz sıra uzun kuyrukların olduğu fi tarihi (gençlik yılları, anacım). Hayranlarımız fazla gelince birbirimize kakalardık. Bir keresinde grubumuzun birinci dereceden çatlağı “gitar çalan sevgili var, isteyen var mı?” dedi. Evet, sentaks denen bilim dalı bu cümle karşısında çöktü, semantik ise kötürüm kaldı. Aynen, bilfiil duyduğunuz gibi. Ben de canlı şahittim. Esasen bir dakika sonra şahit olduğum şey daha fiyakalıydı: bir arkadaşımızın “ben isterim” cevabı! Sıkı durun: Gitar çalan sevgili ile bir hafta içinde evlenme kararı alındı, bir yıl içinde evlenildi ve çocuk yapıldı.

Deli deyince aklıma geldi. Arkadaşım Apostolos Nice’e davet ediyor. Soyadını sevdiğimin yakışıklı tarihçisi: Delis. Bir tane de değil, çoğul! Kardeşime bir gün “parası neyse verip soyadını satın alacağım, bana pek yakışır” demiştim. Ailemizin akıllısı kardeşim daha ucuz bir çözüm buldu: “Abla, bence daha kolay bir yolu var”. Gerçekten de soyadı “deli”den geliyor. Tembelis, rezilis, belalis gibi Yunanca sıfatlar familyasından, Türkçe üzerinden özenle çalınmış kelimelerden. Yunanın yakışıklısını alıp defter arasında kurutacak yıllarım geçti be anacııım. Yaşlandım yok yere. Son zamanlarda Helen milletiyle tek yakın ilişkimi etimolojik sözlük üzerinden gerçekleştiriyorum. Aristo gelse parmağımı kıpırtadamayacak haldeyim. (Gerçi yıllar içinde o da benim ilgilendiğim yaş grubuna ulaştı ya, olsun.)

Ecnebilere Türkçe öğretilen bir dershanede Arapça kursuna gittiğimiz için teneffüslerde envai çeşit ecnebiyle sohbet ediyoruz. Bir arkadaşımız çay molasında kendisini kıstıran Çinli öğrenciyle küçük bir sohbete girmiş. Çinli Türkçe pratik yapmak için kıstırdığı arkadaşımıza hal hatır sorduktan sonra “sevgilin var mı?” diye sormuş. Çocuk da hayır deyince bizim Çinli şaşkın şaşkın “Aaaaaa, nasıl yani?” demesin mi! Çocukcağız kahkaha içinde gelip durumu anlattı ve “kültür farkı işte” yorumunda bulundu. Önce Türkiye şartlarında hayli yakışıklı sayılan bu arkadaşımızın durumuna istinaden söylediğini sandım bizim Çinlinin bunu. Sonra jetonum inişe geçti. Durum doğrudan demografik. Çin ellerinde her erkeğe üç kadın düşünce vaziyet böyle oluyor, elin Çinlisi gelip bizim Rüştü’ye şaşıyor. Anacım, bunları anaları babaları bile ayırt edemiyor zaten, yarı kapalı gözleriyle Çinli kızlar nasıl ayırt etsin. İlişkileri bitince yenisini alıyorlar, aşklarına kaldıkları yerden devam ediyorlar. Oh, kesintisiz sevgi ve aşk seli.

Arapça hocamızla son zamanlarda ilişkimiz mezalim, mukatale vs. üzerinden anlatılacak hale geldi. Ya o beni vuracak, ya ben onu. Arapça “al kamis” (gömlek) kelimesinin Latinceye Arapçadan geçtiğini iddia ediyor. Onu bunu geç, yakında failin failin meçhulün olacak kadın. Tabii şekerim, çöldeki Arap yakalı, düğmeli gömleği icat etmiş, güneşin altında yakasını ilikleyip oturmuştur, sonra da buz gibi Avrupa’ya satmış. (Araplar söz konusu olunca bunda bir mantık hatası varmış gibi gelmiyor kulağa amma, haydi neyse). Gittim, bilumum etimolojik sözlükten fotokopi çektirdim, yığdım önüne. Nuh diyor, peygamber demiyor hatun, üstelik kaynağı da yok. İşte o saat neden Arapça sözcüklerde akılsız tekillerin çoğulunun müennes (dişi) olduğunu anlayıverdim. Beni soracak olursanız, ben tek kişilik dev kadroyum. Yok, tutmayın, bir vurup geleceğim.

Pazar günü pek eğlenceli bir kadro oluşturup kendimizi Kadın Pazarı ve arka sokaklarına saldık. Büryan kebap, mumbar dolması, çiğ köftelerle midelerimizi doldurup Zeyrek sokaklarına yayıldık. Açıkta satılan ne varsa alıp, daha sonra belediyenin boydan boya astığı “açıkta satılan malları almayınız” pankartı altında resim çektirdik. Fatih sarması, cevizli sucuk, sahlep, çay, kahve… Mideler feryat figan olana dek yedik, semirdik. Fıkralarla coştuk. Edepli bir tanesini bulsam da anlatsam diyeceğim, lâkin namevcut. Eylemlerimizi Termal ve İznik’e de taşıyacağız. Anadolu’nun dört bir yanında tüm resimlerimizin üzerine çarpı konana, her yer bize haram olana dek güleceğiz. Hafta sonu gezginleri olacağız bundan akdem.

Doçentlik sözlüsünden kalan bir arkadaşımızı avuttuk. İrini Hoca bizi yıktı yine: “Bak Özlem de sözlüden kaldı, ne güzel oldu. Pek çok şey kazandı. Arapça, Osmanlıca ve daha neler neler!” Bir tek ikimiz anladık ve pek güldük. Bir daha olsa, bir daha kalırım. Bana “Osmanlıca öğrenmeden gelme” diyen sevgili jüri hayatının kararını vermiş meğer.

Hafta sonu hocamız bizi Armutlu deniz fenerine götürüyor. Duyduğunuz gibi, bir arkadaşı deniz feneri kiralamış. Sefasını tek başına süremesin diye biz de gideceğiz. Hocamız temmuzdan beri özenle bizi otuz kere ekip vakayı gerçek bir keriz fenerine (kendimden bahsediyorum) dönüştürdü. Bu sefer bohçamı sağlam yaptım. Küçükken balonum uçmasın diye babam koluma iple bağlardı (o kadar salaktım ki ona bile sahip çıkamaz, helyuma uzaktan küfrederdim). Kendimi iple hocaya bağlayacağım. Biz o fenere gidemesek bile, “o fener buraya gelecek!”.

Hypnos abi! Uykum geldi yine yaaa… Alın bu işkoliklik yapan damarları, takın eski aşk atar-damarlarımı. Ana arterlerde tıkanma var!