25 Eylül 2012

KOCA OKULU ya da MANEVRA 2 YTL…


      Yıllar önce doktora için Salamanca’ya gitmeden önce minik kardeşim (o zaman daha bir minikti) yanımda uyumuştu. Ben de sabahın köründe kalkan uçağımla İspanya’ya gitmiş, yatağa girerken çoraplarımın birinin uğurböcekli, diğerinin ayıcıklı olduğunu görüp hüzünlenmiştim. O sabah kardeşiminkilerle karışmış, sonra da bana hüzün olarak geri dönmüştü. Hala anarız. Bu sabah dün yaptığımız zeytinli ekmekler, tahinli kurabiyelerle dolu torbalarımızla vapura bindik. İnerken torbaları karıştırmışız, benim kitap Mervecik’in çantasında kalmış. Tam da heyecanla başlamıştım dün gece ve yarılamıştım, pek üzüldüm bu işe. Bu gece kitap yok, bari kendimi bloğa vurayım dedim.
        Efendim, lise yıllarında Saint-Josep’li bir yakışıklının “oku, şenlen” diye verdiği bir kitapla hayatım değişti. Guareschi denen çatlak herifle daha 16 yaşımda tanışmış oldum. İhtiyar ağabeylerimiz, ablalarımız Don Camillo’dan bilirler Guareschi’yi. 70’lerde bizde de furya halinde okunmuş. Po kıyısında yaşayan Don Camillo nam papaz ve komünist belediye başkanı Peppone’nin inanılmaz eğlenceli maceralarını okumadan öleyim demeyin sakın. Güzel Türkçemize “Acele Koca Aranıyor” şeklinde tercüme edilen “Il marito in colleggio” (Koca okulda/koca okulu) kitabıyla yapmıştım açılışı 22 yıl önce. Harika bir hikâye. Varisini ancak ve en ancak yeğeni Carlotta’nın acilen bir koca bulması halinde akrabalarına bırakacak olan amcanın zavallı kıza bu misyon için 2 gün vermesiyle başlar. Başarı sağlanamaz. Kıza son olarak verilen 4 saat içinde o da kendisine âşık olup her gün camdan içeri çiçek demetleri atan marangozu bulur son anda. Kitap mutlu sonla biter tabii, Carlottamız da nihayet ona âşık olur. Kitabı bir de orijinalinden okuyayım demiş bir gecede nefessiz yarılamıştım, gitti zeytinli ekmeklerle. Anacımmm, nereden bulun edin, mutlaka okuyun hepsini. Bilgi Yayınları bu kutsal görevi üstlenmişti yıllar önce.        
       Tahmin edebildiğiniz gibi hala memlekete alışamadım. Ruhumu külliyen İtalya’da bırakmışım. Elif  İtalya’da benim Hoşça kal Milano, hoşça kal aşkım romanımı okuyordu, ben de geceleri Hafız divanından fal bakar gibi birkaç sayfa okuyup şenleniyordum. Kahramanlar, olaylar ve mekânlar gerçek malum (ama kurgu süsü verilmiş bittabii). Falda bana yıllar önce cümbür cemaat kuzenlerle yemek yerken yaşanan bir an çıktı. Yaş 24, ilk romanım çıkmış, sülalenin en eğlenceli gençleri, amcalar, yengeler yemek yeniyor masada. Kardeşim 6, bilemediniz 7 yaşında.  Kuzenim Esra soruyor: “Özlem Abla, sen şimdi meşhur olunca soyadın değişecek mi?” (Yazarların meşhur olduğu gibi bir kanı hala sağ o zamanlar, ya da kuzenin bana inancı sonsuz). Evde evlenmiyorum diye baskı gördüğüm zamanlar. (Ailenin âşık olduğu Katalan bir damat adayımız var, annem pek şımartıyor genci. Hafta sonu beni görmeye Barcelona’dan geliyor, falan. Ama bende evlenmek gibi bir niyet pek tabii yok. Kardeşim de evde maruz kaldığım evlilik baskısına ilaveten bana kız kurusu muamelesi yapıyor. Evdeki iklim bu yani.) Kardeşim bir taraftan ağzına yemek tıkarken, diğer taraftan konuya el atıyor. “Hayır Esra Abla, değişmeyecek, ama meşhurluktan değil!” (Acele koca bulmaktan açılınca, aklıma geldi, n’apiiim). Bu arada kitap gidince başka şenlikli kitabı vapur kitabı yaptım, yarı kalan Peter Burke’ün Yeniçağ başında Avrupa Halk Kültürü’ne devam ettim kaldığım yerden.  Sayfa 226’da kalmışım. Okuyayım dedim. İtalya’da Yeniçağ’da karnavalda evde kalmış kızların sokaklarda nasıl çifte koşulduğunu anlatan bir paragraf çıktı karşıma. Vapurda kendi çapımda koptum tabii. Buradan ev ahalisine bildiriyorum, ben daha Bologna’ya gideceğim, orayı karıştıracağım birbirine. Ev-len-miy-cemmm…
      Hande aradı az önce. Ben gittim ya, siz de hafta sonları beni ziyarete gelirsiniz, dedim. Massimeddu’yu da bana bırakır, gezersiniz. “Olmaz”, dedi, sen el kadar çocuğu Rock bara götürürsün!”. Ciğerimi bilir Hande 20 yıldır. Doğru vallahi, ben kardeşimi de Rock barlarda büyüttüm. Kemancı’yı evimiz sandığımız zamanlarda 3 yaşında çocukla evin yolunu unuturduk. Buradan mekânın sahibi Zeki Abi’ye selam ederim.
      Durduk yere anılarım canlandı. Cultus’ın menajerliğini yaptığım yıllardı. Delikanlılar yeni albüm çıkarttılar, imaj yaratacağız. Kumaşlar alındı, kıyafetler dikildi. Tabii delikanlılar bir deli Özlem’in kendileri için diktirdiği kıyafetleri Kemancı’da albüm galasında kuliste gördüler.  “Bizi öldürebilirsin, ama bunlarla sahneye çıkaramazsın”, dediler. “Ayyy, nesi var. Ne güzel işte, biraz parlak olabilir ama çok yakışacak inanın”, dediysem de ikna edemedim bizimkileri. Anneannesinin pembe iç gömleğini yıllar yılı postallarına katık edip yüzünü savaş boyalarıyla boyayan bendeniz için gayet de normaldi ama yavru kuşlar sarı parlak Antep kumaşından gömlekler, yaldızlı deri pantolonlar , bir yakası uzun diğer kısa gömlekler,  dar kadife pantolonlara resti çektiler.  Ve sahneye şortla çıkrılar! Bugünden bakınca pek bir hak veriyorum onlara. Bir de Keşan’da tanıştığım Haluk Levent’i galaya davet etmiştim. Beni kırmamış gelmiş, birkaç da parça çalmıştı. Haluk Levent sonra çoook meşhur oldu, bizim Cultus sırra kadem bastı anacım… Buradan onlara da selam olsun.
      Fonda çalan Serdar Ortaç da olmasa büsbütün İtalya’dayım. Memlekete uyum sağlayayım (ve biraz da neşem yerine gelsin diye) açtım Serdar’ı. Dedim ya, seviyoruz biz bu keratayı. Şarkı sözlerini anlamaya çalışmayı bıraktım. Geçenlerde “Serdar Ortaç’ın bestelerini yaptığı alet” namlı bir fotoğraf dolaşıyordu facebook’da: dört tuşlu bir org!
      İnsanın adı Özlem Kumrular olur da başına garip iş gelmediği gün olur mu? İtalya resimlerimi gören ve 12 yıldır görmediğim bir Bask dostum -Igor-  bana “aşk olsun, Bologna’ya geldin bize uğramadın”, demiş. Ben de “Montanari’yle röportaja gittim, inanabiliyor musun?” dedim. El-cevap: “İnanabiliyorum, benim doktora tez danışmanım o”.  Allahım bu sefer gerçekten sana geliyorum. En iyi arkadaşım kim benim bildiniz mi şimdi? En birinç hem de. Salamanca’dan dönmeden önce Igor, sevgilisi İrini ve ben Tormes nehrine bakan devasa bir eve taşınmıştık. Masalarımızı nehre karşı koymuştuk. Ben Latince ve Portekizce dersleriyle bir yıl daha geçirmeye başlamıştım. Sonra olan oldu. Igor İtalya’ya gidip başka bir kıza âşık oldu. Benim bilgisayarımdan dumanlar çıktı, içindeki dosyalar gitti. Neşemiz kaçtı, hayallerimiz yarım kaldı, yuvalarımıza dağıldık. Ben sonradan Portekizce öğrendim. Igor da o âşık olduğu İtalyan’la evlendi ve Bologna’ya gitti. Hayat nerden nereyeee, dedim Ana’ya. O da “bak, bizim başımıza öyle şeyler geliyor mu? Bir tek senin başına geliyor. Yüz yerde birden yaşadığın için, normal”, dedi. Haklı hatun kişi. Nilüfer Hoca’nın (Narlı) dediğine göre bu tür karşılaşmalar Türkiye’de upper middle class’ın çok küçük olmasındanmış. 100.000 kişi kadarmışız, o yüzden hep her yerde karşılaşıyormuşuz. Ben şimdi sorarım Nilüfer Hocam’a, madem upper middle class saflarındayım, neden maaşım ayın ortası gelmeden bitiyor benim? Bir de, haydi TC’de 100.000 kişiyiz, bana nasıl oluyor da dünyadaki tesadüfler denk geliyor, pek bir uluslar arası cinsten?
        Ayın ortasında maaşın naaşını görüyorum tabii, çünkü yine bütün paracıkları kitaba yatırdım. Bu aralar İtalya’dan aldığım hayli akademik kitapları okuyorum: peynirli 100 tarif, Bologna’da Ortaçağ’da öğrenci masaları, vs. Montanari’nin bana imzaladığı son kitabını trende bitirdiğimi sayarsak son 3 haftada yalayıp yuttuğum yemek bazlı kitapların sayısı 7’yi buldu. Acilen spora yazılmazsam şerefli ve kıdemli bir kutup ayısı olarak bu seneki kariyerime başlayacağım.
      Yukarıda bahsi geçen divamız Törkiye’ye gelecek, ben de Noel’de gel, İstanbul’da bir başka olur dedim çaresiz, erken gelsin de şenlenelim diye. Noel’de gelemezmiş. Hande’ye sordum, o da İtalyanca bir atasözü ile açıkladı durumu bana “Natale con tuoi, Pascua con chi vuoi”, el-meal: Noel ailenle; Paskalya kimle istersen. Ben paskalyayı beklerken yaşlanırım diye korkuyorum, dedim Hande’ye. O zaman 10 Ekim’de Avrasya koşusuna çağır, dedi. Eline de veririz bir dürüm. Yolda kâğıt helva filan alır. Cebine de fındık fıstık doldururuz. Şimdilik son fantezimiz bu. Maksat erken gelsin.
    Ay memlekete döndüm ya, hatırladım nasıl bir yer olduğunu buranın. Kardeşim geçen hafta arkadaşlarıyla Kuleli’de şöyle bir şeye şahit olmuşlar. Büyük yer almaya parası yetmeyen küçük çaplı bir otopark mafyası iki arabalık yer almış. Sonra da ek gelir olarak şöyle bir tabela asmış:  Manevra 2 YTL! Ne buyurursunuz? Boğaz trafiğinden dönüp kaçanları soymanın en fiyakalı yolu.  Ancak TC’de görebileceğiniz cinsten bir tabela.  Yorumsuz yani. “Niye çekmedin?” dedim Merve’ye. “Kimbilir fotoğraf çekmek kaç liradır diye çekmedim abla”, dedi. “Hatta gülmeye de korktum o da parayladır diye, olay mahallini terk edince güldüm”, dedi.
      Deniz feneri kiralayıp felsefe okulu kuran çılgın dostlarımdan bahsetmiştim. Üsküdar’da üç katlı bir evde oturuyorlar. Geçen kış salonun ortasına bir kuluçka makinası yerleştirmişler, büyüyenleri de alt katta semizletiyorlardı. Geçen ay Orta Avrupa seyahatine giderken bir komşularına yaklaşık 100 kadar civciv ve yarım çuval da mısır bırakıp kaçmışlar. Hala da almamışlar. Nasıl ama? Sizce benim roman kahramanı yaratmaya ihtiyacım var mı? Hazır yaratılmışı var: Deniz ve Levent!
     Bugün Nebi Hocam’ın yönettiği enfes bir Balkan sohbeti vardı okulda. Makedonya’dan  çok saygın bulduğum bir grup gelmişti. İdealist hallerine hasta oldum. (Bizim memlekette kalmadığından, yakında “ideal” kelimesini de sözlüklerden sileriz biz.) Tito’nun da tercümanlığını yapmış 80 yaşlarında harika adam (şair, çevirmen) İlhami Emin’in anı çıkısından harika bir an/anı çıktı. Yıllar önce Tito Anıtkabir’i ziyarete gelir. Çok hasta ve halsizdir. Bir taraftan İlhami Bey’in koluna girmiş, diğer elinde de baston taşır. Merdivenlere gelince, “böyle bir adamın karşısına baston ve dayanakla çıkamam” diyerek bastonu atar, amcayı da bırakır, acılar ve sızılar içinde çıkar merdivenleri. Hükümet ne yapıyor ? Atatürk ilke ve inkılâplarını müfredattan kaldırıyor! Söyleyecek söz bulamıyorum ki!
      Sevgili Derya (Tulga) kitabımın ilk okumasını yaptı. Pek çok hata, gözden kaçan detay bulmuş.  Allah ondan razı olsun. Memleket sınırları içindeki gerçek entellektüellerden biri Derya. 465 word sayfasını azimle okuduğu için ona müteşekkirim. Bu arada pek eğlenceli notlar da düşmüş aralarda bana. Düzeltirken gülmekten yere düşüyordum. Kitap onlarla birlikte çıksa şenlik diye buna derim ben. Bir gün ölürsem, çıkınımdan çıkar.
       Mr. Mutluluk Hattı (nam-ı diğer Yusuf Hocacığım) ile bir kitap yazıyoruz. Bu benim ilk kolektif kitabım. Yazarken öyle çok eğleniyoruz ki, bitecek diye üzülüyorum vallahi. Bu arada dünya kadar şey öğreniyoruz. Dünyanın en gereksiz bilgileriyle dolduk taştık. Mesela parmaklarla yapılan nadide “nah” işaretinin Romalılar tarafından kötü şansı kovalamak için merdiven altından geçerken merdivene yapıldığını biliyor muydunuz? Peki mutfakta patatesle soğanın asla aynı sepette saklanmaması gerektiğini? Çok fazla kavun yedikten sonra ölen Papa kimdir? Bilin bakalım biz ne kitabı yazıyoruz? Bilin bakalım biz delirdik mi?
       Deliler neden huni takar? Üniversitedeki odamda kuaför mankeni ve peruğun işi ne? Döncem ben size…

21 Eylül 2012

ALLAHIMMMM, SANA GELİYORUMMM…

 
       14 günde 10 şehir, günde en az 10 km tabanvaylık mesafe, sayısız tren, kilolarca karbonhidrat, fincanlarca kahve, renk renk bira, prosecco, vino frizzante, sayma sayılarıyla sayılamayacak kadar muhteşem eser, iliklerimize işleyen tonlarca yağmur ve ölçülmesi imkânsız zarafetten gani gani: işte İtalya! Beni köyümün yağmurlarında yıkasınlar, dedikleri şey. Bırakın anacım, ben orada öleyim. Bologna’ya gömün. On beş yaşımdan beri hatırlayamadığım kadar gittiğim İtalya’ya (son 10 yılda senede üçe çıktığını düşünürsek) bu sefer tarifsiz âşık oldum. Hiç görmediğim tek bölge olan Emiglia-Romagna bölgesini didik didik ederken yeryüzünde yaşanacak en muhteşem ülkenin İtalya olduğuna karar verdim. (Başka kararlar da verdim bu arada, ama sürpriz olsun).
      Rönesans’ın ihtişamı bir yana asıl misyonum benim için Halil İnalcık ile birlikte hayatta en çok saygı duyduğum tarihçi olan Massimo Montanari ile tanışmaktı. Randevumu aylar öncesinden almıştım. Malumunuz Bologna Üniversitesi Avrupa’nın en eski üniversitesi.  Kuruluş yılı 1088. Bildiğin 11. yüzyıl yani. Umberto Eco’nun üniversitesi, daha ne olsun! (Onun ‘Ben Ortaçağı içinde bulunduğumuz zamandan daha iyi tanıyorum” mottosunu hala kullanıp kendim için Yeniçağ’a uyguluyorum.) En şaşaalı kürsüsü Paleografya ve Ortaçağ Tarihi. İşte Massimo Montanari de bu kürsüden bir ortaçağ ve yemek tarihçisi. Bence sadece dünyanın en muhteşem yemek tarihçisi değil, en muhteşem vizyonlu tarihçisi. Olaylara bakışı beni dumur ediyor. 8 kitabını  -her birini tek nefeste- okudum. Hele biri var ki, “işte tarihçi dediğin!” dedirtiyor insana: Il formaggio con le pere (Peynirle armut). Bir atasözünün tarihini koca bir kitapta rüya gibi anlatıyor. Benim için kelimelerin bittiği yer bu kitap. Velhasıl, enfes birkaç saat geçirdim hayatımın iki divasından biriyle. Uzun zamandır bu kadar heyecanlanmamıştım. İki saat öncesinde karnım ağrımaya başladı. Kendime gelmek için kadeh devirip gittim. Masada otururken heyecandan bacaklarım titriyordu resmen. Buluşma muhteşem geçti. Yemek ve Kültür’ün bir sonraki sayısında uzun uzun okursunuz. Bir ara muhteşem adam “çok zor soruyorsun, ben bir su içip geleyim”, diyerek latife etti. “Sıkılıyor musunuz?” dedim. “Hayır”, dedi, “çok eğleniyorum”. Bana sorarsan şöyle özetlerim: “Allahım, sana geliyorum.” Röportajımı Yemek ve Kültür’de (lakin aynı zamanda burada da) okuyacaksınız.
       Ve bu Bologna seyahatim bana hayatımın ikinci hayalini verdi: Avrupa’nın en eski üçüncü üniversitesinden (Salamanca) en eski üniversitesinde öğrenci olmak, doktora yapmak! Montanari yaş sınırı olduğunu söyledi: 35. Demokraside çareler tükenir mi? Anneannem babasından kalan toprakların varisi olmak için yaşını büyütmüş, ben de aile geleneği olarak 38’den 35’e inip yeniden öğrenci olma hayalindeyim.
      Her akademisyenin korkulu rüyası olan Bologna sürecini de anmadan geçemedik. Anamızı ağlatan, bizi sayfa sayfa aslında hiç uymayacağımız ders programları yazdırmaya mahkûm bırakan bu Bologna süreci tabir edilen baş belasını çıkaran herifi orada bir bulaydık. Güzel fantezilerim vardı şahsıyla ilgili. Ona hayatta heba olan gecelerimiz, gündüzlerimiz, hakkın rahmetine kavuşan sinir sistemimiz adına söyleyecek bir sözüm vardı hani.
      Roma, tersten okununca anlam bulan şehirde başladı hikâyemiz. San Pietro’ya girdik yeniden. Dünyada sanırım hiçbir ölümlü böyle büyük bir kubbe görmemiştir. Üst katı da açmışlar azameti hissedilsin diye. Saygı duydum bir kez daha İtalyan kanına. Sonra Floransa. Pek tabii Uffizi. Ardından dokuz dilimli yelpaze meydanıyla Siena. Ve sonra: aşkım Bologna! Katedraldeki Foucoult’nun sarkacını da gördük. Sürpriz oldu bize. Şehirde kalbimi, ruhumu, neyim varsa bıraktım. Elif  “seni kurtarırız” dedi, ama sanırım ben çoktan âşık oldum. Akabinde Verona. Romeo ve Juliette’nin doğduğu yer. Juillette’in penceresine gittik tabi. Âşıklar isimlerini yazmışlar. Türkler geri kalır mı? Fatih’ten 13 yıl önce Gattamelata’nın gemilerini 10 km’den fazla bir yolda karadan yürütüp soktuğu Il Garda gölünü de atlamadık. Şaşkın otobüs şoförüne de gölün tarihiyle ilgili küçük bir tarih dersi verip daha bir şaşırttık onu. Rüya gibi bir göl kenarı. Ardından Fellini’nin meşhur ettiği ve benim ilk romanımda görmeden anlattığım Adriyatik şehri Rimini’ye, oradan da dünyanın en muhteşem mozaiklerini saklayan Ravenna’ya. Tunus (Bardo), Antakya, İstanbul ve nice şehirleri mozaik konusunda bir hiçe indiren bu cevherleri görmeden ölmemeli hiçbir sanatsever insan. Hepsinin önünde uzun uzun oturup hayran hayran seyrettik. Sonra da balzamik sirkesi ve Ferrari’siyle ünlü Modena’ya gittik. ( Seyyah için tam bir sürpriz olan katedrali ve sirkesi dışında hiçbir şeyi olmayan şehirden sonra Montanari’nin tavsiyesiyle kendimizi Ferrara’ya attık. Hala etrafı suyla çevrilen köprülü nadir saray örneklerinden olan sarayında göz banyosu yaptık. Son olarak da kim bilir kaçıncı kez gidip her seferinde ısrarla kısmet olmayan Dükler Sarayı’nda tam anlamıyla aptala döndük. Murana’nun küçük sokaklarında Venedik’in pis turist kalabalığından kaçıp tufana tutulduk. 23 yıldır İtalya’nın dört bir yanını didik didik gezen ben hiç olmadığım kadar âşık oldum ülkeye. Büyüdüm müdür nedir? İtalyanların dünyanın en zarif, en zevkli, en harika, en zeki mimarlar olduğuna bir kez daha kanaat getirip önlerinde reverans yaptım. İtalyaaaaaa, sanırım sana tapıyorum!!!!
       Kaç tren, kaç müze, kaç kilise, kaç saray gördük sayamadık. O muhteşem eserler o denli başımızı döndürdü ki etrafta dolaşan dünyanın en yakışıklı erkeklerine bakacak mecalimiz kalmadı. Ama yine de her zamanki gibi dünyanın en yakışıklı, zarif ve çekici yaratıkları olmaya devam ettiklerini belirtmeden geçmeyelim de Sezar’ın hakkı Sezar’da kalsın. Ben bilgeliğe ve bilge erkeklere âşık olmaya devam ediyorum.
        Midemde hâsıl olan kafein ve karbonhidrat enflasyonuyla geri döndüm. Gece gündüz hamur yemekten annemin sıfatına layık birer hamur kafalı olduk. Pizza, makarna, gnocchi, kruvasan yemekten imanımız gevredi. Protesto için kardeşime mesaj atım ve cevabımı aldım: “İşte tam hayalini kurduğum tatil!”. Elif’le yattığımız yerden her gece kıymalı börek-ayran hayalleri kurduk. Kahvaltıda kuru hasan ve kahve de bir yere kadar fantazik olabiliyor tabii.
        Her anı atraksiyon dolu geçen iki haftayı havaalanında yine atraksiyonla bağladık. Yanı başımızdaki şapkalı amcayla herkesin resim çektirdiğini görünce biz de merak edip baktık. Kim çıktı beğenirsiniz? Al Bano! (Romina’sız)… Ya da şöyle diyeyim: Felicità… Öyle tatlı ve sempatikti ki, kimsecikleri kırmadı, neşe içinde herkesle fotoğraf çektirdi. Celebrity dediğin böyle olur güzelim.
       Gerçek dünyaya alışmam zor olacak. Onca Rönesans eseri, pırıl pırıl beyin, adım başı kitapçıdan sonra memlekete bir geldim ki Burhansal dilden  “olay aslındağğ şöyle oldı”: Akşam vapurdan iniyorum, arkada iki memleketlim konuşuyor. Namazı kaza etmiş, ne olur muş soruyor biri diğerine. Berikinden cevap: “Cennete rötarlı gitmiş olursun!”. Dün yine kalabalık bir vasıtada oturuyorken arkadan gelen ses: “Abii, tespihi düşürdüm, ama hangi camide yitti gitti bilemedim. Artık orada hediye olsun”.  Bologna’dan, Roma’dan, Ferrara’dan gel, şahit olduğun diyaloglara bak, anacıııımmm… Hemen en rötarsız tarafından İtalya tabir edilen cennete dönesim geldi. Bir döndüm okullar imam hatip olmuş! Bir gün üniversiteye bir geleceğim, anaaammmm, ilahiyat fakültesi oluvermişiz. Çok tırsıyoruuumm yeavrooom.
     Doğum günü olan bir arkadaşa dünyanın en muhteşem erkek parfümünü aldım. Roma-Uomo (Roma-erkek, yani). Bir Latin atasözünü hatırlayalım: “İnsan dediğin Romalıdır.” Ve uyarlayalım: erkek dediğin Roma-uomo kokar.  İtalyan erkeklerinin yarısından fazlası yıllardır bu kokuyu kullanıyor. Erkeklere şiddetle tavsiye edilir. Burhan Altıntop gibi yapacak bir şeyiniz olmadığı zaman eve dönüp “kokuğğ sürüp goklaya goklaya oturabülürsüğüzz”.
       Bologna’daki randevunun tarihi ve araştırma yüzünden Halil Hoca’nın doğum günü partisini kaçırdım. Halil Hoca ruhu, inceliği, bilgeliği ve tevazusu ile memleket sınırları dâhilinde eşi benzeri olmayan bir örnek. Hocamızın nazik davetine yetişemediğim için bir günlüğüne Ankara’ya gidip ona nice yıllar dileyeceğim. Kendisine güzel sürprizlerim var. İyi ki var onun gibi bir divamız! Nice yıllar başımızda olsun da nasıl âlim olunurmuş göstersin memleketlilerime.
        Aklım Bologna’da kaldı. Tek avuntum Bologna-İstanbul hattı olması, gözünü sevdiğimin Pegasus’u. Hala kendimi trende zannediyorum. Sallanıyorum hacı ben… Bologna'da inecek var!