19 Kasım 2011

WE WISH YOU A PLEASANT FLIGHT, ANACIIIM…

Sanırım son 10 gündür en çok duyduğum cümle bu. 8 günde 6 uçak, 6 otobüs, 3 tren, 2 vapuretto, bol keseden Havaş, Havataş, midibüs ve arabaya binerek 37 yıllık rekorumu parlatmışım. Şu sefil halimi görse Marco Polo’nun kemikleri sızlardı, Evliya kendini eğerinden atardı ve bilimum seyyah jübile yapardı.
     Malumunuz bir kurban bayramını de kazasız belasız atlattık. Maurizio’nun kulakları çınlasın, annemler danaya girmiş. (Sevgili okur hatırlayacaktır, Sardinya menşeli Maurizio Hande’yle evlendikten sonra bize bayram ziyaretine geldiklerinde Maurizio “İsmail Amca, bir bu bayram danaya girdik” diyerek babamda gecici travmaya sebebiyet vermişti. Bunca yıl eve gelen ecnebi damat adaylarının hiçbirinin tek kelime Türkçe konuşamıyor olmasından mütevellit babam hiçbir Övropalı’nın gramatik olarak bile kuramayacağı bu cümleyi duyunca bana “bak kıza, başaran başarıyor” tadında bir bakış atmıştı.) Evet, bu AB’li dilbilimcilerinin henüz üzerinde çalıştıkları bir fiil. Henüz başarıya ulaşamadılar. Cümbür cemaat girilen dananın bize ayrılan kısmı fazla parçalanmaya zahmet edilmeden eve getirilip boylu boyunca mutfak masasına yatırıldı. Liptonsal bir “mutfakta biri mi var?” sorusuna çok layık bir görüntü idi, çünkü neredeyse büsbütün masaya Goya’nın “Çıplak Maya”sı gibi uzanan dana her içeri girişimde aynı şoku yaratıyordu bende. Kardeşim ise sabah mutfağa girince, “günaydın anne, günaydın baba, günaydın abla, günaydın dana” diyerek beni daha bir geriyordu. Bir an kurban bayramı hiç bitmeyecek diye çooook korktum. Diyorum ki, Kurban bayramı yerine iki adet şeker bayramı verseler. Şık olur.
      Neyse ki ortak arkadaşımız Giovanni bu level Türkçe bilmiyor. Şimdilik cümbürcek rahatız. En hızlı ve çok soru sorma konusunda galakside bile birinciliği kimseciklere kaptırmayan, kuyruklu yıldızları solda sıfırlayan kahramanımız bu seviyeye geldiğinde ne mi olacak? Aynen şöyle olacak. “Özlem, danaya nasıl girilir? Kim girer? Neden? Ne zaman girilir danaya?” Al başına belayı. İnsan aynı anda hem avukat, hem polis, bir de İtalyan olunca böyle oluyor demek ki. Dünyanın en şuursuz diyaloglarına imza attım bu sayede. Bir polisiye romanda kullanayım da ziyan olmasın bari. Misal. Saat gecenin bir buçuğu. İşten çağrılıp Maurizio’nun elleriyle yaptığı lezzet küpü pizzalarını kaçıran kahramanımız bizim dolu mideciklerimizle evde sızıp kalmamıza içerlemiştir. Ben Hande’nin bana hazırladığı sıcacık yatakta derin uykuya dalmışken çalan telefon:
-Ne yapıyorsun?
-Doğruyu, yalnızca doğruyu istiyorsan uyuyorum Giov.
-Neden?
-Tam olarak bilmiyorum. İnsan doğası.
-Yanında kim var?
-Hayatımın tek erkeği.
-??
-Pia var. Pia. (Hande’nin çok iyi Macar konsolosu taklidi yapan kedisi.)
-Ne! Pia mı var! Kedi o!
-Evet. O kendisini öyle sanmasa ve buna çok inanmasa da bir kedi o.
-Çıkar onu yatağından.
-?
-Çıkar odadan. Kapıyı da kapat.
(Uyku rehavetliğiyle aptallaşmış beyinle Pia dışarı çıkarılır. Kapı kapatılır. İtaat kültürü uyku halinde yakalayınca başarıya imza atıyor. Sonra düşünülür ve karar verilir ki bu postmodern bir romana yakışır bir diyalog.) Giov bütün davalarını hâkimleri ve savcıları bayıltmak suretiyle alacak. Roma hukuku var oldu varolalı böyle bir şey görmedi. (Ama hazırladığı güzel sofraların hakkını vermeden geçemeyeceğim.)
   Ancak benim başıma gelebilecek şeyler geldi yine. Bir İnebahtı sempozyumu için Venedik ve Trento’daydık. 6o yaşlarında Avusturya kılıklı bir çift de bizimle birlikteydi. Benim sunumumdan sonra yanıma gelip bana bir broşür verdiler. Sunumu çok beğendiklerini söyleyip tebrik ettiler. Ve kendilerini tanıttılar. Markus Habsburg! Arşidük ve eşi arşidüşes. “Evimiz, bekleriz” diye verdikleri broşürün üzerinde Sisi’nin sarayının resmi vardı! Bir de elleriyle maillerini yazdılar üzerine. Tevazu diz boyuydu. Ben de şoktaydım tabii.
          Aziz Nesin’in pek sevdiğim bir kitabında –Şimdiki Çocuklar Harika, olsa gerek (Okumayan TC evladı var mıdır acaba?)  zavallı çocuklara “bildiğiniz her şeyi unutun” derler. Ben de bu bayram tatilinde aynı formdaydım. Bayram boyunca sınava çalışan bir doktor adayı kardeşin yanında neler öğrendim neler?
     Annem emek emek yaptığı yemekleri bize kakalamayınca kızar “hamur kafalı çocuklar”, diye bas bas bağırır, “pis Trakyalılar” diyerek arada fırsattan istifade babama da laf sokardı. Yıllar yılı karbonhidratın şişmanlığın yanı sıra bonus olarak bir de salaklık yaptığına inandık biz. (Yani en azından etle kıyaslandığında). Beyni çalıştıran tek şey glikozmuş anacııım… Karbonhidrat ve nişasta da glikoza dönerek beyni çalıştıran nadir gıdalardanmış.  Benim bunca zaman Karbonhidrat abimden bir zarar görmüşlüğüm yok. (Eritmeye çalıştığım katmanlar dışında) Bıraksan böreğin bahrinde yüzer, baklavadan tepeler aşar, poçadan yatakta yatar, simiti belime geçirip uyurum… Gece gündüz makarna yesem bıkmam. İtalyan doğsaymışım keşke (Bu şansımı yitirsem de, evlilik yoluyla İtalyan olup, gece gündüz ravioli, gniocchi, penne, tortellini, orecchietti, culurgionis yapan bir kocanın tabaklarını yalayıp yutma şansımı hala yitirmiş değilim, dikkatinize!)
     Serkan çok güldürdü beni. Şöyle yazmış duvarına: “‎7.7.2007'de evlenicem diyordum yıllar önce. İddiaya bile girdim ve bugün 11.11.2011, hayatımı programlamak konusundaki başarım takdire şayan gerçekten :)” Ben yıllardır ev nüfusunu “beş yıl sonra” diye kandırıyordum. Baktım son zamanlarda bunu duyunca gitmeden önce külahlarını bırakmaya başladılar, artık zahmete girmemeye başladım. Takvimime bir baktım da, önümüzdeki 6 hafta içinde beş adet yurtdışı seyahati var, ders, sempozyum, konferans formatında. Evde eşyaların yerini unutmaya başladım, evin yolunu unutmuş olmaktan mütevellit. Her sabah kalktığımda nerede olduğumu düşünmek zorunda kalmak gibi bir de mood geliştirmişim farkında olmadan. Hah, diyeceğim o ki, ben bu duruma 365 gün katlanabilecek bir erkek tanımıyorum. (Tanısam da tanımazlıktan gelirim, o başka.)
     Çalışmaktan beynimin ispirto misal uçacağını sandığım anlar oldu bu haftada? İspirto? Spiritu’dan geliyor galiba. Ruh gibi görünmediği için ispirto demiş olsalar gerek... Günhan’ın da dediği gibi “hafif etimolojik sıyırmalar” içindeyim. Geçen gün İspanyolca bir kitap okurken şöyle bir şey –hatta iki şey-  fark ettim. Kitap okurken, Gestalt takılmıyorum, kelimeleri düşünüyorum. Bu yüzden de kitap bittiğinde aklımda konu değil, kelimeler kalıyor. İkinci şey ise daha da tedirgin edici. Bazen okuduğum cümlelerde etimolojik kökenini bilmediğim bir tek kelime çıkmıyor! Sıyırmanın arifesinde değil, göbeğindeyim bence.
    Her zamanki gibi hayli etimolojik anlar yaşadım. Yıllardır görmediğim harika tarihçi dostlarımla Le Mar’da diyeti ve niyeti bozdum. Pek bir güldük. Daha sık buluşmalıyız bence. Günhan’ın leziz yemekler arasında verdiği toponomik bilgilere bayıldım: Kartaca, Napoli gibi “yeni şehir” demekmiş! Nea Polis, bugün en doğrusunu Almanlar söylüyor, Neapol. Havaalanlarında tabela okurken sapıtmadım ya! Gitmediğim kaç şehir kaldı diye sapkınca bir hevesle okurum tabelaları. Sonra her şehrin yolcusunu ayrı kıskanırım. Ereğli de Iraklio’dan (Herakles/Herkül) geliyormuş. Alfabe ise Latince’den önce Fenikece çıkmış, tabii ki ilk iki harf. Delta’ya neden delta dediğimizi de bir seyahatnamede okudum geçen gece. Nehirler denize dökülürken delta şekli çizdiği için.
     Yorgo Amcam gelmiş Selanik’ten. Marmara’nın önünde buluştuk. Güldüm kendi kendime. Kızım kereviz, bir gün İtalyan’la, bir gün Yunan’la aynı mekanda buluşup mekanı Salamanca saat kulesi haline getirdin, dedim. Yorgo Amcam’la buluşmanın en harika yanı Yannis’in de her seferinde gelmesi. Tanıdığım en bilgili, en etimopat (Kelime güzel oldu, ben bunu Academia Real’e sağlam bir fiyata satar bir kaç ülke daha gezerim) erkek Yannis. Ve her harika erkek gibi bir engeli var: Maalesef papaz. Pofuduk koltuklara gömüldüğümüz bir an ona “ne öğretiyorsun bana bugün etimoloji ilminde?” dedim. Yunanca küpe, eskiden giyilen bir dini kıyafetin parçası olduğu için öyle anılıyormuş. Eski Yunanca’daki küpe kelimesi gitmiş ve kıyafetin adı kalmış sadece. (Skoulariki). Ve daha neler neler... Onunla zaman geçirmek altın değerinde. Diyorum ki ben de rahibe olup gece gündüz “rahibe işi” tabir edilen dantelden yapıp, bir taraftan da rahibe tatlıları kitabına katkıda mı bulunsam? Yannis’i daha çok görürüm.

Son iki haftanın:
Kitabı: “Festín en palabras” (Kelimelerle bir ziyafet)
Şarkısı: “Gideceğim terk yer havaalanı”.
Rekoru: Yıllardır televizyon seyretmeyen bendenizin önce istemsiz, sonra hür iradesiyle İtalyan kanalları seyreder hale gelmesi.
Tarifsizlik anı: Ahmet’le havaalanında metroda karşılaşmam. (İlahi adalet).
Seyahati: “Brescia-Venedik” arası tren seyahati. Kahve kokusu ve yemyeşil kırlar, fonda Alpler eşliğinde.

Haydi arrivederci anacııım....

22 Ekim 2011

ORMANDA 800 KALORİ GÜCÜNDE…

     Evet, bana ayrılan bir beceriksiz inziva haftasının da sonuna gelmiş bulunuyorum. Elimdeki
kâğıtları tıkır tıkır masaya vuruyor ve “önce özetler” diyorum. Nasıl bir inziva ise haftanın her günü hayli “accompanied” bir formda, evde ve deplasmanda eğlenmeye devam ettim. Bunca eğlenceye rağmen, günde bir kitap okudum ve bana ayrılmayan zamanda da bolca yazdım, rejime –antidemokratik- azimle devam ettim, falcıya gittim, ormanda sekiz yüz beygir gücünde spor yaptım,  kalan zamanda dans pistlerinde tepindim. “Bütün bunları nasıl, ne ara yaptın?” sorusuna cevap veriyorum: Bilmiyorum. Bu benim de yıllardır cevabını bulamadığım bir soru. Buna Cem Mumcu gibi cevap vermek isterdim, ama yine bir intihal olmasın diye demiyorum.

    Sene 2005. Cem Mumcu, bir keman virtüözü ve ben Duygu Dikmenoğlu’nun programında konuğuz. Aslen psikiyatrist olan Cem Mumcu’nun hastalarının hikâyelerini kitaplarında anlattığı iddia ediliyor o aralar. Yeni bir de kitabı çıkmış. Duygu Dikmenoğlu da bunu kibarca sormak için uğraşıyor, ama kibarlıktan beceremiyor ve “Cem Bey, nerenizden uyduruyorsunuz bu hikâyeleri?” diyiveriyoruz. E, malumunuz, bu sorunun her dilde tek cevabı var ve Cem Mumcu da canlı yayın, manlı yayın demeden onu veriyor: “Kıçımdan!” Anında reklam giriyor tabii! O anda canlı yayını dışarıdan izleyen Katalan sevgilim de çıkınca bana şu yorumda bulunuyor. “Adam cevabı verince üç kişiden sadece biri göründü ve hemen reklam girdi”. Evet, çünkü biz adını hatırlayamadığım tatlı keman virtüözüyle gülmekten senkronize bir halde düşmüşüz. Hatta tam bu esnada sevgili Şebnem’in (İşigüzel) en sevdiğim kitabındaki (Sarmaşık) başkahraman da kendisine aynı kontekstte, aynı soru sorulunca pantolonunu indirip poposunu gösteriyordu. Biz şanslıydık, bu radde gelmeden programı toparlayıp evimize gittik.

    Evet, buraya malum cevap yüzünden geldik. Ama hazır buradayken Duygu Dikmenoğlu’yla başıma gelen başka bir felaketi de anlatayım. Anacım, tatlı da bir kız, velâkin ne zaman yan yana gelsek başımıza bir haller geliyor. Paris’te bir kongredeyim. Her akşam akla ziyan sofralara yemeğe davetliyim. Sorbonne (Paris IV) rektörünün evinde özel bir yemekteyiz. Ön dişimin sallandığını fark etmek için en yanlış yerdeyim kısacası. Dişim düşecek korkusuyla jöleli kaz pateleri ve ördekleri löpürdeten ekibe sempatik rektörün bana verdiği kamışla katılıyorum. Dişim düşmesin diye bardağı dişime değdirmeden içemeyeceğim için güzelim şarapları kamışla içiyorum o masada! Üstelik olay Fransa’da geçiyor! Bu şekilde safi likitle beslenmem iki gün sürüyor, başarıya imza atıp dişi düşürmeden memlekete iniş yapıyorum. Ayağımın tozuyla Dikmenoğlu’nun programına gidiyorum. Kanaltürk satılmış o gün. Kızın gözleri kan çanağı. Üzüntüden burnu kanıyor durmadan. Neyse,  stüdyonun kapısından içeri girerken benim diş kendini yere atıyor. Güler misin ekranda dişi fırlayan Beyaz’a! Allah’ın sopası yok. Kameramanlar telaş içinde, benim sekizinci sınıf skeçlerde o siyah boyayla tek dişi boşanarak dişsiz süsü verilmiş insan evlatlarından hiçbir farkı olmayan halimi göstermemek için uzaktan çekim planları yapıyorlar, telaş içinde mesafe ayarlarına konsantre oluyorlar. Sonunda anlaştık, beni güldürmek yok. Gülmeden edepli edepli konuşup 40 dakikalık programı bitireceğiz ve dişim de görünmeyecek böylece. Ben de bir panik, aklım kızın burnunda, kanadı kanayacak diye bakıyorum. Kız panik, benim dişim düşecek diye. Panik panik başladık. (Bu arada Panik, Pan’dan geliyor. Pan gibi deli deli hareket etmekten, yani.) Benim gülmeden beş dakika duran versiyonum henüz yaratılmadığı için ilk beş dakikada en az dört kere rezil ötesi dişimi göstermemle kızın burnu kanamaya başladı stresten. Hemen araya reklam ve sonra da programa son tabii!!

    İslam Korkusu kitabımı 31 Mart vakası olarak bitirmeye niyetliyim. Gece gündüz çalışıyorum. İnzivaya çekildim güya, ama inziva bu bedende durmuyor be anacımm… Kahkaha soslu bir hafta geçirdim yine. Günde aldığım 800 sefil kaloriyi de kahkahalarla harcadım. Kalanları da dansta erittim. Giovanni’yle dansa gittik. Öncesinde beni sabırla bir güzel çalıştırdı. Eksantrik bachata hareketlerini sadece ve sadece bir saat içinde öğretip pratiğe götürdü beni. (Bir aydır rejimde olmasam beni kuş gibi havada zor uçururdu o). Şöyle komik bir an yaşandı. Dans mekânına giderken Irish Pub’ın önünden geçiyorduk, bir de baktım içerde Hakan program yapıyor. Şarkısını bitirdi. Ben de camdan uzanıp ona tık tık yaptım. Giovanni’ye de bir açıklama yaptım bu arada. “Hakan da bizim okulda hoca.” Giovanni’nin bakışlarına hemen alt yazı: “Nasıl bir okul sizinkisi yeavrooom? Hocanın biri Salı gecesi gitar çalıp program yapıyor, bir tanesi gecenin 12’sinde sokağa çıkıp dansa gidiyor. Nasıl bir yer bir yer bu anacımmm?”

     Günde 800 kalori bile beni durduramadı. Giovanni’nin bir köşede telef olmuş halini çekip Hande’ye göndermeliydim. Nitekim bolca “Roma hukuku uyuyor mu?” diyerek ona kalori takviyesi yapmak durumunda kaldım. Bize ayrılan bir Roma hukukunun da burada sonuna geldiğimizde Taksim’de hayat bitmişti. Sonuç olarak Özüm’ün dediği gibi dansa gidince pistten kolay kazınabilmem için beni daha sık dans götürmek gerekiyor. Serkan ve Arif Hoca Kutsal Topraklar’a (Nereye olacak, Ukrayna’ya) gittiler. Dönseler de Araf’a gitsek gari.

    Daha komiği bugün oldu. Gecenin saçma bir saati kalkıp dansa gittiğimizi Giovanni’den detaylarıyla öğrenen ve buna inanmayan Hande beni arayıp da ben durumu onaylayınca Giovanni’ye şöyle demiş: “Neden kendini inandırmaya çalışmadın yeterince ya!?” Buna pek bir güldüm gece gece. Sonra baktım da durum hep böyle oluyor hayatta. Erkek bir şey söylüyor, kadın inanmıyor, erkek içinden “inandığın kadar inan anacııım” diyor, kadın da inanmamakta ısrar ediyor. Sonra kendime bir baktım ki ben hayatta kimseciklere hiç inanmamışım ki! Ama aslında Burhansal bir replikle “olay aslındağ şiyle olduuu” durumu varmış.

     Bahar sağ olsun bugün beni pek güldürdü. Biscolota reklamındaki kız aslında benmişim. Önce hiçbir şey anlamadım bittabi, televizyonla tek kontağımın sadece ve sadece Erol’un evi olması, onda da göz göze değil sadece salon-balkon hattında kulak irtibatında bulunmamız yüzünden, -hatta ve hatta son zamanlarda televizyon yasağı getirmiş olmamdan mütevellit- konuya derin bir giriş yapamadım. Hemen youtube’dan izledim reklamı. Anacım bütün yakışıklılar kız için çalışıyor. Olay cennette geçiyor ve Nuriler deli gibi çalışıyor. (İtalyan tipli Nuriler). Kızla tek farkımız delikanlıların yaptıkları çikolatalı bisküvileri öyle koltuğa gerilip yutmak yerine, 800 sefil kalori ile spor salonunda tepinirken akşam yiyeceğim haşlanmış karnabaharı düşünmem. Ama diğer bölümlerini son zamanlardaki hayatıma pek bir uygun buldum. Hatta ve hatta gelecek hafta Giovanni’nin hazırlayacağı yemekleri yutarken (Şey, diyetisyenim Nermin hanım buralarda değil di mi?) tam havaya gireceğim.

     Bugün spor salonunda Müzeyyen Teyze, “oh ne güzel, insan buraya gelince her şeyi unutuyor, kafasını dinliyor”, dedi. Ben de içimden “Teyzem, sen yüz yaşına gelmenin arifesindesin, bugün yarın 99’a basacaksın. Düşünecek fazla bir şey de kalmamış ki teyzeciimm.” Teyzem nerden bilsin ben koşarken ayrı, humble dumble’ları haldır huldur kaldırırken ayrı, kondisyon aletlerinin tepesinde ayrı düşünüyorum. Düşün düşün boktur işim kıvamında geçiyor her saniyem. Ben de kafamı yastığa koyduğumda düşünecek bir şeyim kalmasın istiyorum gari.  

    Serkancığım sağ olsun işim gücüm var demedi, yemek tarihi dersimde bize kahve anlattı. Her zamanki gibi şık, bıçak gibi, bol bakımlı ve sempatik formundaydı yine. Ayrıldığımız günden beri şarap mantarı biriktirmiş benim için. Sanırım senenin en güzel ve anlamlı hediyesiydi. Kim demiş ayıdan post, eski sevgiliden dost olmaz diye. Haftaya bir temiz içmeye gideceğiz Balkan meyhanesine.

       Çooook sevdiğim bir arkadaşımla falcıya gittim ve yine “yok artık, pes artık” dedim. Bol maceralı yolculuğumuzda iki kez trende mahsur kaldık, ama teptiğimiz onca yol bize şaşkınlık, mutluluk ve iç rahatlığı olarak geri ödendi. Yaz boyunca dediği her şey kelimesi kelimesine, verdiği tarihlerde vuku buldu. Benim de artık onu evimin resmi müneccimbaşısı yapma vaktim geldi. Kırsın dizini, otursun, evinin falcısı olsun, bakmasın kimselere.

   Geçen haftalar da aynı kıvamda maceralı ve telaşlı geçti. Galata Kiva’daki bir sempozyum yemeğine yetişmeye çalışırken ve Taksim-Galata hattında ayağımdaki Eyfel Kulesi topuklu, üstelik dore, üstelik hain, ayakkabılarla yol alırken bir de kimi göreyim?! Nejat Yavaşoğulları. Ayaküstü laflayıp “görüşelim” diyenlerden de nefret ederim, dediğim de kendimden de. Hemen Ara Kafe’de oturup uzun uzun sohbet ettik. Varlığıyla hayatımızı renklendiriyor biricik Yavaşoğulları. Onun müzikleriyle geçti yıllarım. Onun şarkı sözleriyle büyüdüm. Muhteşem Yüzyıl’ı bir mimar ve sanatçı gözüyle öyle bir anlattı ki, diziden bir kez daha nefret ettim. “Çocukları bulsam, bunları anlatacağım, yapmasınlar bu hataları” diyerek sayısız hata gösterdi. The Tudors dizisiyle karşılaştırmalı olarak anlattı her şeyi en baştan. O da etimolojiye merak sarmış bu aralar. Od (ateş) kelimesinden türeyen kelimelere şaşıp, ateşin hayatımızın ne denli orta yerinde olduğunu fark ettim. Oda (ateşin olduğu yer), odak (ateşi gören yer), odun (ateşi yakan şey), otağ… Rüya gibi vakit geçirdim. Klonlasak, çoğaltsak onu.  Bir kez daha sonsuz saygı duydum.

   Kiva’ya gidesim kalmadı tabii. İsteksizce yetiştim yemeğin sonuna. Masalar dolmuş, bana da kala kala sıkıcı bir Amerikalı amcanın yanı kalmış. Nefret ederim Anglosaksonlardan, İngilizce’den başka dil bilmeyen, kafası tek kanalda çalışan insan evladından. Şimdi ayvayı yedin kızım kereviz”, dedim. “Hem rejimdesin, hem de Angıl amcanın dibindesin, duble ayvalardasın.” Amca Moğol tarihçisi çıkmaz mı? (Bu onu affettirdi mi? Hayır!) Meğer o ayakkabılarla oralara kadar gitmemde bir hayır varmış: baklavanın nereden geldiğini öğreneceğim varmış! Baklava, -iddiasına göre- Moğolca bir kelime. Üstelik ilk baklavayı yapanlar da Moğollar. Fasulye çiçeği yapraklarından (bean flowers) kat kat yapılan bir tatlı imiş. Çok mantıklı geldi, çünkü kelimenin Arapça, Farsça, Türkçe, hele hele Yunanca olması fonetik olarak imkânsız. Bunun şeref, ne bir light bira içip eve gidip mutlu mutlu uyudum. İlim Kiva’da da olsa, gidip öğreniniz anacııımmm…

    Brokolilerim yandı a dostlarrr… Bayaaaaa we shater, oooo…

2 Ekim 2011

MAÎ YOLCULUK…

A dostlar, 37 yıldır böyle tatlı deniz tatili yapmamıştım. 12 tane harika insanı bir araya getir, tekneye doldur, bir hafta karaya ayak bastırma desen bundan ballısı olamazdı. Aynı şekilde, 12 adet deliyi kelebek kepçesiyle topla deseler, TC’de daha delisini bulamazsınız anacıımm. Biz 12 dev adam, (bunu 7 günlük aşırı doz yemek ve içmekten sonra kullanınca daha bir anlamlı oluyor), 3 kişilik dev kadro mürettebatla Bodrum’dan açıldık. Hiç ölmeyecekmiş gibi bugün için yedik. Her koyda ayrı masa kurduk. Deniz’in kampanya sloganıyla “koy koy ye”dik.

Bendeniz yolculuğun resmi sekreteri idim, welhasıl gülmekten yazmaya vakit bulamadım. Ara sıra Uspenski’nin Fedor Amca’sında olduğu gibi Burçe kuşum deftere notlar aldı, cümlemizi güldürdü. Hocamızın doğum günü hediyesi olan renk renk bir “My bibliofile” defterine ufak tefek notlar almışım. Bazılarını paylaşayım:

Hocamız aylardır aramadığı bir kızı arayıp “akşam yemeğe gidelim mi?” demiş, kız da ona “bu akşam olmaz, evleniyorum”, demiş. Bayıldım doğrusu. (Oh olmuş bence.)

Hocanın en sevdiği Temel fıkrası: Temel’in babası Temel’e kız istemeye gitmiş. Sormuşlar, “efendi oğlumuzun içkisi, sigarası, kumarı var mı?” diye. “Hepsi var, demiş babası. “Bir kız eksik, onu da istiyoruz.”

1937’de “beni Türk hekimlerine emanet edin” diyen Atatürküm’ün 1938’de “gidin doğru dürüst bir doktor bulun” dediğini de bu yolculukta öğrendim. Sıkışınca kardeşime karşı silah olarak kullanabilirim.

Ebu Leheb’in tilmizleri olarak alkol tüketiminde rekorlar kırdık. (“Muhammed’in dinine göre yasaksa, İsa’nın dinine göre içerim”.) İşretle telef edildik ey halkım! Yüzen bir tepsi ile buz gibi biralarımızı denize indirdik, denizde demlendik. Bir keresinde kızlar olarak kıyıda keyif yaptık, centilmen Murat hocamız (Koraltürk) bize kanoyla buz gibi bardaklar, biralar, şaraplar servis yaptı.

Denizde geçen bir haftanın en komik olayı Yücel Hoca’nın bütün gün içip, öğleden sonra uyuması, bir iki saat sonra uyanıp sabah oldu sanarak tansiyon hapını alıp denize girmesi idi.(Sonra da fenalaşması pek tabii). Bayramın ilk günü “Yeni rakı, eski yazı” bayrağımızı göndere çekip altında bayramlaşma düzenine girerek rakılarımızı içip bayramlaştık. Kerem gece kayalara sepet attı, ertesi gün sepete dolan balıkları yedik. Marifetli elleriyle ve sabırla tuttuğu palamutları de löpürdettik.

Geceleri ise ayrı bir güzeldi. Yıldızların altında bembeyaz yataklarımızı, çarşaflarımızı serip sere serpe uyuduk. Hoca son gece gözlüklerini takıp yattı. (Yıldızları seyetmek için). Lakin tek numaralı gözlüğünün güneş gözlüğü olması hasebiyle bu hoş bir manzara yarattı. Bitişik nizam yataklarımızda bazı geceler Avrupa Yakası videoları izledik, altımıza ettiğimiz oldu. Rüyadan da öte gecelerdi. Hocamız az buçuk huysuzluk yapınca doktorumuz Levent ona güzel mısralar düzdü:
Aksi, yine aksi, yine aksi
Vallah, çağıracağım bulsam bir taksi…
Huysuz ona denir ki kişi
Büyük abdeste durur gelmişken çişi
Biricik doktorumuz sabahın altısında gelen ilham perileriyle bu incileri dizip bize de kahvaltıda okurken, Yücel Hoca masaya usulca yaklaşıp şu cevabı verdi: “Dört çeşit kafiye vardır: yarım kafiye, tam kafiye, tunç kafiye, korkunç kafiye.” Hocaya laf yetiştirecek adam daha anasından doğmadı. (Benim kaynanam gibi). Herkese leziz bir beyit kondurmuş Leventçiğimiz. (Altına da “bu beyitlerdeki olay ve kişilerin hayalle ilgisi yoktur” notu düşmüş.) Ama güvertenin ve sahnelerin güçlü sesi Vağarşak Bey’e dizdiği mısralar en favorilerimden oldu:
Denemez sana asla aheste horla
Kimseyi yatırmadık güvertede zorla.

Leventimiz bir gün Vağarşak Bey’in yanına sermiş yatağını. (Ben Vağarşak Bey’in yanıbaşını A parter olarak vaftiz ettim. Uyumak isteyenler G, H ve I partlerlerini tercih etmeliler. Lakin bu konserde biletleri ilk biten parterler onlar). Gece uykudan uyanınca teknenin haç şeklindeki direğini görüp şaşkınlıkla yanına dönmüş. Eee, yanda da papaz yatıyor! Deniz suyuyla vaftiz olacakmış az kalsın.

Mavi yolculukta eklediğim yağ hücrelerine daha besilililerini Avusturya, Slovakya ve Polonya’da tanker ölçüsüyle içtiğim biralarla ekledim. Bratislawa’da mutluluktan, Auswitz’de üzüntüden içtim. Yedi günde üç ülkenin stoklarını kuruttum. Sonra bir baktım Botero kapıya dayanmış, “çizelim mi abla” diyor. “Gel anacım, çiz” dedimse de şişmanlıktan tablonun çerçevesine sığmadığımı görüp Kolombiya’ya geri döndü.

Viyana’da Nurten ve Barış’ın evine kamp kurduk. İnsanın sanat eleştirmeniyle Viyana’yı, Salzburg’u gezmesi de başka oluyormuş. Bizden bir hafta önce Kahlenberg’de kilisede kimi görmüşler beğenirsiniz? Cüppeli Ahmet Hoca’yı. (Ve pek tabii çarşaflı karılarını.) Kaçırmamışlar bu fırsatı.

Viyana’dan Krakov’a giden trene bilet aldık. Yataklı vagon çıkmaz mı? Bir kompartmanda 6 yatak. Daha şaşırmaya fırsat bulamadan kendimizi 3. katta balık istif yatar bulduk. Atraksiyon olsun diye alt katta yatan Portekizli delikanlıyla sohbete dalıp İstanbul’dan geldiğimizi söyleyince, işte tam o anda şaşırmaya fırsatımız oldu. Delikanlı bizim üniversitede Erasmus yapmış. Bu tesadüfe rahmetli Erasmus bile şaşırırdı kesin. Vağarşak Bey olsa “yumurtaya can veren yüce rabbim”, der iki tesbih çekerdi.

Yusuf Hoca havaalanında nefis bir anısını anlattı. Almanyada’da uçağa giriş sırasında beklerken adamın biri önden sıraya dalıp bilet kontrol eden kadına (kadının Alman olduğunu unutmuş olsa gerek) “sen benim kim olduğumu biliyor musun?” demiş. Kadın da kalabalığa dönüp “Beyefendi kim olduğunu bilmiyormuş, onu tanıyanınız var mı?” diye soruyor. Tarifsiz buldum bu cevabı. TC şartlarında sık sık kullanılası.

Tatilin son günlerine dek hatırladığım tadından yenmez anların hepsi domestik! (Domez Gomez). Erol’un balkonunda adalara karşı yemek-içmek (yemek yapan yakışıklılarım çok olsun, evladım. Bu adam sadece Törkiye’ye değil, her eve lazım), Deniz kuşumun bahçesinde asmalar altında mavi yolculuk çekiştirmek, Hande’nin yeni malikânesinde Maurizio’nun yaptığı pizzaları calzone formunda yemek (fırın bozulur, ama İtalyan o pizzayı ne yapar eder yapar) ve çılgın kuzenim Esra’nın bahçesinde cümle kuzen toplanıp eğlencenin dibine vurmak! Şahsine yengemin eski bayramlar tadındaki baklavalarından, mekiklerinden, Trakya sarmalarından yemek! Hey yavrum, hayat dediğin bu işte.

İspanyol olmasına ramak kalan çatlak kuzen Ozan –sevgili okur onu eski sayılardan hatırlayacaktır-, maceralı bir yolculuktan sonra (3 saatte Galatasaray-Alkent 2000!) ulaştı mekâna. Hadımköy, İstanbul’un onomastik olarak en tehlikesiz köyü. Vardığında jet lag olacak diye korktuk. Yakışıklı burayı Barcelona sanıyor. Giymiş kırmızı pantolonu, takmış küpeleri (her zaman o biçim şıktır), stüdyo tipi kulaklıklarını da geçirmiş kulağına. “Minibüs şoförü acemi olduğumu görünce beni yanına korumaya aldı”, dedi.

Ozzy yıllar yılı tüm kötülüklerime şahit olmuş meğer, o gece fark ettim. Kızlar benim eski delikanlılardan birini sordular. Ben de başladım anlatmaya: “Juan psikopatın tekiydi”, diye başlayan cümlemi bitiremedim. Ozzy diğer kuzenlere dönüp “Kibarlığınızdan mı sesinizi çıkarmıyorsunuz? Psikopat dediği ta kendisi. Gül gibi çocuk. Bize baktı, elleriyle yemekler yaptı, gezdirdi, tozdurdu.” “Tamam”, dedim, “tamam, haydi o değil ama Jordi manyaktı”. “Poble Sec’li çocuk değil mi o? Gül gibi çocuktu. Psikopat kim acaba?” son şansımı denemek için “ya Javier?” dedim. “Zavallı”, dedi. “İki günlüğüne gelirdi Barcelona’dan, birinde bana kakalardın.” Baktım, savunacak yerim yok (daha ziyade yatacak yerim yok aslına bakarsanız). “Haydi, gençler, ben uyumaya gidiyorum, saat dört olmuş”, dedim. Ozzy baktı: “Kuzen, sen uyuyabiliyor musun sahi ya?”, demez mi? (O vicdan seni uyutuyor mu babında). Ohh, horul horul da uyuyorum wallahi, vicdanım pırıl pırıl (Çünkü hiç kullanılmamış!)

Haydi anacım, bana iyi geceler. Vağarşak Bey’in senfonilerinde horul horul uyudum ben, şimdi mi uyuyamayacağım…

8 Ağustos 2011

YOĞUN YAZ BLOGLARI İÇİN KAYITLARIMIZ BAŞLAMIŞTIR

Anacım kaç Fahrenheit bu sıcaklar? (Fahrenheit diye iğrenç bir salatalık parfümü vardı değil mi? Geçen yüzyılda tüm erkek nüfusu ona bulanırdı. Ay, zaten sıcak, iyice midem bulandı. Allah beterinden saklasın mümkünse). Güneş altında uyumuş kalmışım, kötü günler için dişimden tırnağımdan artırıp sakladığım beyin hücrelerim erimiş gitmiş. Sonra bir uyandım dilimde bir şarkı, hem de Özcan Deniz’den… “Derin duygular besliyorum sana karşı”. Bu yeni halimden hiç hoşlanmadım, baktım zaten kimse de görmemiş, duymamış… Kafamı sakladım havlunun içine gerisin geriye. Uykudayken adama şarkı dinleten sahil kafeye buradan teessüflerim gönderiyorum. Sonra soruyorlar, nereden biliyorsun bütün bu şarkıları? Takıyorum peruğumu (Ofiste var bir tane, Serkan giderken varlığı ofiste kalsın diye bırakmıştı) gidip Özcan Deniz’in tüm albümlerini alıyor, usulca eve gelip ev sakinlerinden uzak bir yerde dinliyor, ezberliyorum. Manyak mıyım kardeşim ben? Nereden bileceğim, beyin az çalışmakla birlikte sünger vazifesini başarıyla yerine getiriyor. Böyle bana haince kurulan pusular sayesinde cümle gereksiz şarkıyı ezberliyorum. Ercüment Hoca da soruyor? Nereden öğrendin kızım bu kadar küfürü? Minibüste,  dolmuşta filan, hocam… Olmaz kızım, öğrenilmez orada onlar… (Akşamları romantizm kursundan çıkınca gizli gizli özel küfür dersi alıyorum). Maurizio’nun geceleri laptopla yatıp, müzik bitince uykusunda haberleri dinleyip ertesi gün bir şey duyunca “ulan ben bunu bir yerden biliyorum, ama nereden?” demesi gibi.
     Olay aslında şiyle olmuşşş… Burhan’ın sabah yüzünde morluklarla kalktığı bölümü hatırlasın hafızamız bir zahmet.  Tanverdi’nin eviden kaldığı için onu kendisini dövdüğünden şüphelenir. Wa-lakin sonradan ortaya çıktığına göre Burhan uyurgezer olmuş, gece sokakta milletin sevgilisine laf atıp bir temiz dayak yiyip eve öyle geliyor. Sonra sabah uyanınca başlasın gizem dolu dakikalar… Ben de öyle olsam, başıma neler gelirdi acaba? Dayak kısmı hariç hayli zevkli olurdu bence. Ayık halimle yapamadığım ne varsa yapardım. Serdar Ortaç konserine gider bir güzel deşarj olur göbek atardım, çocukken gittiğim Moda’daki karate salonunda ortalığı dağıtırdım, bir koşu Mısır’a gider Amr Diab’ı bulurdum, bir gece Hakan’ın (Gencol) çaldığı Irish Bar’a gidip aylar önce planladığımız gibi Mr. Mutluluk Hattı ile onu bir kıç darbesiyle sahneden indirip sahnesini çalardım, sonra da oracıkta cebindeki bütün Mabel sakızlarını çiğner çiğner, şekerleri bittikçe yere atıp yenisini açar –sakızları masanın altına yapıştırır- alkışlar içinde mekândan ayrılırdım, kalabalık bir yerde Yıldız Tilbe (bir yanında aşk, bir yanında meşk) misal içime şeytan girmiş gibi şuursuzca bayılana dek dans ederdim, ilk bulduğum tekneyle Sakız’a gider şişe şişe sakızlı şarapla sahilde sızar, bir daha da dönmezdim… Vay anam, bilinçaltım ne kirli bir çıkıymış. Kapatın, çabuk kapatın… (Oh be, iyi ki uyurgezer değil mişim!)
     Bugün klasik bir haftasonu formatı uygulayıp Cafer’le adaya gittik. (Sonunda ada sıkılıp bize gelmeye başlayacak, o derece yani…) Sakin adalar tercihimiz. (Biz yeterince gürültü yaptığımız için). Burgaz’daydık. İner inmez sahilde Stavro’nun babası Yorgo’yu gördük. Stavro da buradaymış. Onu görmeye gittik. Stavro “Aşkın Beş Hali” romanımın kapağında sirtaki yaptığım arkadaş. Yıllardır görmüyordum. Onu görünce aklıma altı yıl önce Kalpazankaya’da bir kış günü bol tüllü bir elbiseyle yaptığımız çekim geldi. Kalpazankaya’da bir sandalye, Yorgo buziki çalıyor, ben (senaryoya göre uçuşması gereken) tülden bir elbiseyle Stavro’yla sirtaki yapıyorum. Hava buzzzzz gibi. Üçüncü dakikada deli bir yağmur başlıyor. Tarifsiz bir gülme krizine giriyoruz. Stavro’nun kimseciklerin olmadığı kayalara bakıp “bir gören olsa bunları deli ……der”, demesiyle son kalan sinirler boşalıyor. Biz istifimizi bozmadan Yorgo ıslanan buzukisini alıp kaçana dek dans ediyoruz. Edebiyat dünyasının büyük kapak tasarımcısı rahmetli Mithat Çınar (ruhu şad olsun) o fotoğrafların ardına günbatımı koyuyor ve sonuç malum. Sonra resimleri çeken arkadaşım Özlem ve Ferhat’ı da alıp çıtır çıtır yanan bir sobanın yanında hırkaların içine girip, der top oluyor sokulup oturuyoruz saatlerce kahve eşliğinde beş ıslak fare. Şimdi kitap kapağı ve arka planına bakalım:
       İşte bugün de altı yıl sonra o tepeye çıktık. Özcan Deniz faciasından sonra yan masada da Çelik’i görünce bunun kötü bir kader olduğunu anladım. (Herif hâlâ çok yakışıklı wallahi, onun tatlı Kemalist halini pek seviyorum). İnsan evriliyor. Evrilmese ne olurdu? Çelik şu anda annesinin renkli motiflerden ördüğü kazakla yan masada oturuyor olurdu, ben de oracıkta altıma ederdim. O evrilmese, ben devrilirdim…
       Adada çocukken geçtiğim yolları hatırladım. Çocukluk hafızası çok ürkütücü bir şey. Çok üstüme düşerler, pamuklarda saklarlardı beni küçükken. (Büyüyünce sonucun aynı olacağını bilseler hiç beyhude uğraşmazlardı). Annem, teyzem cümle kuzenle denize girerdi. Bana soğuk su dokunmasın diye beni karada bırakırlardı babamla. Zavallı babam beni oyalamak için akla karayı seçerdi. Tepsiyle acıbadem kurabiyesi satan bir amcadan aldığımız kurabiyeyi ağacın tepesinde çıkıp yediğimizi hâlâ dün gibi hatırlıyorum. Çocukluğuma dair net olarak hatırladığım tatlı manzalaradan biridir. Bugün o ağaçları görür gibi oldum onca ağaç arasından.
        Çocukluk aşkım o gün bizi eve bırakır bırakmaz mesaj göndermiş fasıla gidelim diye. Ertesi gün de ilk saat arayıp “bugün ne yapıyorsunuz?” dedi. Böyle işte. Biz insanda alışkanlık yaparız, güzelim. (Bknz. Çocukluk aşkıyla kanki olma sendromu) Ben onu ellerimle evlendireceğim. Neden mi? Bunun cevabını geçen akşam Osmanlıca hocamızın anlattığı bir hikâyede buldum. Hocamızın yakın bir ağabeyini (bizim de pek sevdiğimiz bir büyüğümüzü) çalışma ortamında deli eden bir arkadaşı vefat eder. Rahmetlinin kendisini o denli delirtmesine rağmen cenazesine gider. Hocamız dayanamaz, sorar. “Abi, bu adamın aylardır sana yapmadığı kalmadı, neden gittin cenazesine?” El-cevap: “Öldüğünden emin olmak istedim!” İşte ben de Cenk’in evlendiğinden emin olmak istediğim için onun nikâh şahidi olacağım.
      Söz Hakan’dan açılmışken, kendisini buradan takdis edeyim, kutsayayım. Hakan galakside iletişim bilimini tüm hak ve meritleriyle icra eden insanların başında gelir. Sms’lere saniyeler sonra, maillere dakikalar içinde cevap verir. Üşenmez, uzun uzuuuunnnn, komik komik yazar. Her mail’i bir makale, her sözü bir kopma noktasıdır. Kendisinin yaptığı istatistikler sonucu bir dönem günde 13’er maille haberleştiğimiz anlaşılmıştır. Sms’ler ise sayma sayılarıyla sayılamaz. Başına gelen her kayda değer şeyi anında arkadaşlarıyla ve dünyasıyla paylaşır. Şu üç günlük dünyada hayatın tüm tatlarını anında dağıtır, pay eder. Kendisi TC’nin insan evlatlarına (özellikle erkeklere) iletişme biliminde acil ve yoğun kurslar açmalı bence.
     Nedir bu iletişme kabızlığı anacıımm? Kardeşim başta olmak üzere yakın çevremde bir iletişim kabızlığı var. Mesajlara saatler sonra cevap vermeler, ertesi güne kalmalar, paylaşmayı becerememeler, ifade edememeler... Hayatı “şimdi” içinde paylaşamazsak, ne zamana saklarız acaba? Yarın bir önemi kalır mı? Bugün yaşamazsak, kelime paylaşmazsak, ses duymazsak, konuşamazsak hayatın tadı kalır mı? Hakannnn yeavrooom, hemen bir kurs açıyorsun cümle Türk erkeklerine...
     Bir ara mesajlarımızla öyle bir eğlenir hale gelmiştik ki, bunların aslında halka açılıp kitap formatına girmesi gerektiğine karar vermiştik. İlk mesajlardan bir kaç bölüm gireyim nostalji babında:

ÖK-Sebasssttiannnn.... Çabuk bir blue curaçao-tonik yap yeni bardaklarda. Resimlere bakarken eşlikçi babınnndaaaa... :)
HG-... Sebastian, saygıyla eğildikten sonra, geri geri yürüyerek dışarı çıkar, kapıyı da sessizce kapatır. Yeni boyadığı rugan ayakkabılarının gıcırtısı: fade out....
ÖK-Sebastiannn oolum, çabuk gel, bırak curaçaooo'yu, çok eğlenceli resimler varmışşşş, üstüne içeriz...
...
ÖK-Sebastiaaan, ooolum ne koydun lan bu çuraçao'nun içine?!
HG-...gıcır, gıcır, gıcır... [laminat parke koridorda, hızlı ve gıcırtılı ayak sesleri]
--- kapı açılır ---
- buyrun efendim, seslendiğinizi duydum, hemen geldim!
+ diyorum ki, ooolum ne koydun lan bu çuraçao'nun içine?!!
- sadece... ehmm... yani, her zamankinden efendim...
+ ???

ÖK-Sebastian beni yıkamış, temizlemiş, uyutmuş, üstümü örtmüş... Ben 101.02'ye intro yapamadan klavye-üstü Nosta olmuşum dün gece... Mabel kızını da kaçırmışım. Lakin sabah kahvaltıda kardeşimden Mabel kızının koordinatlarını aldım. (bknz. Kurukahveci M.E. sokağı) Bana sakız konusunda şu yorumu yaptı? "Abla, yaşlandığını hatırlamak için o sakızın peşindeysen zahmet etme ben sana her sabah söylerim" (Alın mu manyağı başımdan)... Sayfanda dönen müzayedeye el atacağım :)))

HG-üstünü örten, seni temizleyen, uyutan, yıkayan, Sebastıyan; hep aynı adam. :-)
Kardeşinin, senin aleyhine, seni gıcık etmek üzere programlanmış bir robot olmadığından emin misin? Yavuklular günü'yle ilgili olarak da buna benzer bir şey söylememiş miydi? Hani "siz derken? yalnızlığın ve sen mi?" şeklinde... espriler çok benzer, ben onun üstünde bir gücün programlamasından şüphe etmekteyim. :-) Müzayede sonuçlanmadan (ve ben çook ucuza gitmeden anacım) lütfen el atınız ki, hayat normale dönsün. Zaten "rayici TL değil de oldu olacak Pezos üzerinden belirleyin," dedim bizim hatunlara!.. :-p

     Övgücüğüm döndü İngiltere’den. Yeni kitabı üzerine çalışmış: Joseph Conrad’da aşk algısı. Son bir yıldır aşk üzerine yaptığımız bütün sorgulamaları bilimsel bir tabana oturtacak, bugünkü teras sohbetinden o çıktı ortaya. Aşkı üç temele oturtan o psikoloğa kurban olayım ben: Intimacy, commitment, passion. Övgü bu sene bizi teorik olarak eğiteceğe benzer, ne güzel. Öyle güzel bir cümle kurdu ki, aşktan anladığını sanan biri olarak ben bile saygı duydum: Evreni yerinden kımıldatmaya kadir tek güç! Son bir yılımızı aşka son durağa gelme isteğimizi irdelemekle geçirmiştik. Sağlam bir liman artık. Noel Baba’dan onu diliyoruz bu Noel mümkünse. O güç beni de yerimden oynatsın evrenle birlikte gari... Yoksa aşk bir Belinda Carlisle şarkısı mı? Love is a big scary animal... (Love is a big hairy animal, bence ama haydi neyse...)

Bu haftanın in’leri…
-Nazan Öncel’den “Dillere düşeceğiz seninle”.
-İnsanları anlamaya çalışmamak.
-Cafer’in “Aaa, bak bir çekirdek aile geliyor” repliği.
-Çantamda heryere taşıdığım kitaplardan tek satır okumamak.
-Yıllardır giymediğim elbiseleri giymek.
-Küstüğüm ama çok özlediğim insanlarla barışmak.
-Cafer’le geliştirdiğimiz bir taktikle yanımızda olmasını istediğimiz diğer iki kişiyle oradalarmış gibi konuşmak. (Bunu özellikle restoranlarda yapıp, garsonları ürkütmek).

     Derin duygular besliyorum sana karşı, sevgi değil içimde aşkın alası, konuşarak anlatamam sana aşkı…. İmdat, kurtarın beniii… İçime Özcan Deniz kaçtı… Ne kadar acı çeksek boş, ne kadar tövbe etsek boş, imdattttt… Jung Abim uyku halinde ezberlenen şarkılar konusunda ne diyor, bir bak bakayım!

6 Ağustos 2011

AŞK, MEŞK VE DİĞER UFAK TEFEK FELÂKETLER ÜZERİNE

Burhansal bir replikle başlayarak “olay aslında şiyle olduğ” demek istiyorum. Annemin evinden arabanın terkisine atttığım bavulumu (ben 3+1 bir bavul alsam, apronda yaşasam, cümlemiz kurtulsak) rezil şarkılar eşliğinde eve götürürken şeytan beni dürttü ve kendimi yıllar önce bana unutulmaz bir fal bakan zatın mekanında buldum. Yüzüğün geleceği tarihi bile söylemişti. (Evet, ben o yüzüğü alıp kaçmıştım, bu devirde kötü olacaksın anacımmm. Ama akılsız hak etmişti.) Kız ayrılmış. Başka bir delikanlı tarot kartlarını çıkardı. (Bu aralar nedir benim bu astromanyak halim? Tedavi olacağım). “Ben tarota inanmam” , dedim. (Sen cümle olmayacak şeye inan, tarota inanma). Delikanlı hiç oralı olmadı ve kartları açmaya başladı. Daha ilk kartla dumur-u kebire uğrattı beni. Hikâyenin tarot ötesi bir şey olduğunu hemen anladım. İsim isim, tarih tarih anlattı her şeyi. (En çok isim söylemesinden etkileniyorum). Bu durum bana uzun zamandır doğal geliyor, wa-lakin bu sefer daha bir şaşkındım... Karakter analizlerinden göz rengine, insanların bana dair planlarına, dosta düşmana, yapılan hareketlerin arka planlarına dair öyle bir harita çıkardı ki, bir an orada düşmek istedim.
     Hal böyle olunca ortaokul arkadaşım Tuğba da şaşırsın istedim. Onu kolundan tutup mekâna götürdüm. Delikanlı hiç tutturamamış. Tuğba da benim falın tutmasını hayli bilimsel bir şekilde açıkladı: “baktı kızıl saçlı bir buram buram, alev alev aşk kadını, attı bol keseden, tuttu tabii”. (Olay aslında iyle olmadığğ). Tuğba’yı ikna edemedim. Tırım tırım eve gittik, kendimizi devasa bir levreğe verdik.
       Hikâye tam bu esnada başladı. Tuğba’nın çiçek deryası balkonunda aşktan, meşkten ve diğer bünyeye zarar hissiyattan bahsederken bana bir “bana da beş kuruş ver konuştur, on kuruşa susturamazsın anacıımmm” durumu hasıl oldu. (Patenti Mr. Mutluluk Hattı’na aittir. Açıkça ve korkusuzca çalınmış, telif hakkı da verilmemiştir) Tuğba bütün suçun masallarda olduğunu iddia etti. Çocukken dinlediğimiz masallara kanıp ömür boyu bekliyoruz. O, kızı Amber’e beyaz atlı prensi masalını anlatmamış, ama çevre kötü bir kere... (Çocuğun kulağına fısıldayıvermişler... ) Kurbağa prens ve türevleri.. Kaldırın ulan bu masalları çocukluk müfredatımızdan!
      Ana dün gönderdiği mail’inde aşk için “enfermedad transitoria” (geçici hastalık) tabirini kullanmış. Halil İnalcık hocam geçen hafta Tagor’a göre aşkın bir “kaçma ve kovalama oyunu” olduğunu söyledi. Bu aralar olaya tepeden bakıyor, anlamaya çalışıyoruz (Bu aralar derken, son 37 yıldır demek istedim). Tuğba  “could have been”lerden bahsetti. Varılan sonuç: aşk hayatımızın ana arteri ve ana arteri aşk olmayan erkeklere asla yüz vermeyeceğiz ve roller karışmayacak. Gece boyunca dinlediğimiz 80’lerin nefasetlerinden sonra (başta Cyndy Lauper) Bora Duran nam duygulu bir kardeşimizin şarkı sözlerine şaşakaldık ve “işte ben de bundan istiyorum” dedik. Şarkıyı Mahzun’dan biliyorduk –hatalı işlem- ama orijinali hakikatliymiş. “Vatanım senin yanın, ben de senin kölenim.” Sen, ayrıl bakiiim kenara. (Ayrılmam).
      Hikâyemiz -arkeolojik kazılar sonrasında- çocukluk aşklarımıza dek inince (mağmaya yani)  Tuğba’nın sıra arkadaşı, benim de çocukluk aşkım, dünyanın en komik ve zeki insanı sıralamasında galakside rekorlar kıran Cenk’i hatırlamadan edemedik. Hatırlamakla kalmadık face’den yakaladığımız aşk hayatını da kötüye kullanıp “Yasemin’i de alıp geliyoruz” dedik. Ama gelen Cenk oldu.  Yarım saat sonra bizi kapıdan aldı. Dışarıdan bakılınca her hali değişen Cenk’in, arabaya bindiğimizde bizim saatler önce başlayan neşe enflasyonu halimizi görünce kurduğu ilk cümle onun hiç değişmediğini gösterdi, ‘merhaba’dan önce ne dese beğenirsiniz?  “Neşeli ol ki genç kalasın”. İkinci cümlesi ise onu 6 yıl boyunca o çocuk aklımla kimseciklere söylemeden neden sevdiğimi hatırlattı bana:  Sesinin çok değiştiğini iddia ettiği Tuğba’ya dönüp “Seni kim seslendiriyor?” !!!  
     Cenk bizi Tuğba’nın tabiriyle “evi sandığı” Ataköy sahilindeki Sheraton’a götürdü. Devasa koltuklara gömülüp arkeolojik hatıra kazısı yapmaya başladık. Ama ortamda ben, Tuğba ve Cenk olunca kahkaha hiç bitmedi. Cenk için “aynı ses, aynı tat diyen” Tuğba’nın gözlerinden yaş geldi, benim başıma geleni de alıştıra alıştıra anlatayım da rezalet ibresini aşağı çekeyim bari. Nasıl bir gürültü yaptıysak artık Cenk bile “teker teker gelseydiniz baş ederdim, ama aynı anda ikinizle birden savaşamıyorum” demek zorunda kaldı. Bloğumu okuyormuş. Bana da dönüp “o kadar lafı nereden buluyorsun kız?” diye sordu. (Bu arada eski İspanyol sevgilim bile çeviri yoluyla bloğumu okuyormuş. Şaşkınlık hali! Benden selam söyleyeyim tüm eski aşklarıma bari. ) “Ben hoca sınıftayken perde arkasında sigara içmiş insan evladıyım” diyerek bir de sigara yaktı korkusuzca. (Evde ya nasılsa, garsonu da kafalamış.)
    Ona sportmen spor salonu kızları olarak pazularımızı gösterdik. “Nasılız?” deyince aldık cevabı: “Arkadan liselik, önden müzelik!” Gecemizin düğüm noktası eski şarkılar kısmına gelince başladı. Cenk artık “sizi bilmem, ama ben artık Dede Efendi dinliyorum. O derece yani?” dedi. Ben de bu arada ona küçük bir geçmiş testi yapıp ilk (ve son) olarak dans ettiğimiz şarkıyı sordum. Hayli terledi zavallı. Sonra da “smooth criminal” sandı. Kırmızı ışıklar yandı. Dıtt dııttt... Öyle bir şarkıda romantizma yapmış olamayacağımızı idrak edemeden biz cevabı verdik. “Eternal flame”. Olay  -aslında- şöyle gelişti: (İbret-i âlem olsun diye anlatıyorum, bir TC erkeğine aşık olma arifesindeyseniz sekiz kere daha düşünün derim.)
     Cenk telefondan hemen “Eternal flame”i /(Bangles) bulur. Biz Tuğba’yla (hâlâ bünyede romantizma kırıntısı kaldığından mütevellit) koltuğa gömülüp ezbere bildiğimiz için şarkıya eşlik ederiz. Loş ortam, 22 yıl öncesine dönmüşüz, iki kız romantik olmuşuz gereksiz yere. Şarkının ikinci mısraında Cenk’ten bir ses (o esnada cepten şarkının klibini izlemektedir) : “Bu kızlar üç tane miydi? (Bangles’tan bahsediyor. -Hayır anacım, dört adet onlar.) İstifimizi bozmadan şarkıya kapılmış gidiyoruz... “..or am I dreaming? Is this burning an eternal flame?” tra-la-la... Ve işte tam o anda: “Ya Özlem, bana okuldan bir diploma ayarlasana!” (Amerika’daki üniversiteden “ben muhasebi olmıyyycam” diyerek kaçıp sonra da pişman olduğu ön bilgisini verelim). Hah, aldınız siz cevabı. Bir TC erkeğinin  geçmişte de kalsa romantizmadan anladığı budur kızlar! Ben şarkının en romantik yerinde bunu duyunca “tam anlamıyla” altıma ettim. Uzun süredir süren kahkaha komasının böyle sonuçlanacağından şüphelenmemiş değildim. Öyle olsun da istemezdim. Ama çok çaresizdim.  Korkarım Cenk’i de almayacaklar artık oraya.
    İşte Türk erkeğinin trajik durumunu anlatan bir diyalog daha.
(Bendeniz) : Cenk ya, sizin eskiden Silivri’de mi nerede bir yerde yazlığınız vardı. Giderdiniz yazın.
(Tuğba): Ah, canım... Kızım, bak neler neler hatırlıyor, canım ya....
(Cenk): Ha, biraz masrafı var, restore edip kiraya vericezzz biz orayııı...
YORUM: BUDUR!

    Konu “eternal flame”den açılınca Cenk bir bomba daha patlatmadan duramadı. Bu şarkıyı çok seven bir arkadaşı kaza geçirip bitkisel hayata girmiş. Hal böyle olunca hesap da şarkıya kesildi tabii. Şunu duymalısınız: “Arkadaş bitkisel hayata girdi, ben de evde kaldım”. (Benim onca zaman ettiğim bedduadan evde kaldığından haberi dün oldu zavallının. Hemen bedduayı kaldırıp etkisiz hale getirdim. Kısmeti açılsın artık. Çilesini doldurdu. Ben de nikah şahidi olacağım.) Bizim çılgın gençler G-Max’e binince o eğlenceli hallerini bir CD şeklinde vermişler çıkarken. Biz de dün gece birisinin bizi kaydedip bunu bize çıkarken CD halinde vermiş olmasını çokkk ama çokk isterdik. Yüzyılın sit-down show’u olurdu. ( Ya bir dakika ya, ben de severdim o şarkıyı, şimdi anladım durumu galiba.....)
       Sene 1989. Geçen yüzyıl. Moda Koleji’nden, Kültür Koleji’ne transfer olmuşum. Sınıfa yeni gelmişim. “Çıkma teklifi” tabir edilen, yüzyılın faciası sayılacak utanç kaynağı bir ilişkiye başlama şekli mevcut memlekette (Bizim nesil bilir). Cenk bana çıkma teklif etmiş. Ben de gülüp geçmişim. Aradan iki hafta geçmiş, ben kıpır kıpır... Durduk yere aşık oluvermişim.  Halimi görenler gidip ona “Bir daha teklif et, kabul edecek” diyorlar. Cenk karakter bir abimiz. İnat ve racon yerinde. Ölür ama geri dönmez. Cenk’in bu inadı yüzünden hiç kavuşamadık. Uzaktan baktık. Tek kelime konuşmadık. Ben onun saniye başında yaptığı, sınıfı darma duman eden esprilere gülmemek için aylarca, yıllarca kendimi kastım. (Onları gizli gizli not deflerinde topladım, sıranın altında gizlice gülme teknikleri geliştirdim).  Onu bütün çocukluğum boyunca bir gün bile sevmekten vazgeçmedim. (O zamanlar salak bir yapım varmış, sonradan akıllandım tabii.) Yıllar sonra görüştük, o günleri andık Cenk’le. 80’lerin müziklerini çalan Cool’da dans ettik, eğlendik. Ona kahve bile yapmışım 95’te balkonda, unutamadığı bir anmış (Ben de onu hatırlamayarak “eternal flame”in intikamını almış oldum. Hatırla oni, hatırla oni). Hayatımın en büyük dersidir Cenk. Hayattan istemsizce aldığım boktan seçmeli derslerin en sağlamıdır: “Herşeyin vakti şimdidir”. (Yarın değil). Bugün istediğin şeyi yarına bırakma, yarın çok geç olabilir. (İş konusunda hâlâ o en sevdiğim Hint atasözüne kulak veriyorum, o başka: “Bugünün işini yarına bırak, yarın yapman gerekmeyebilir”.) Ama aşk beklemezmiş.

    Bu haftanın diğer takdire şayan diyalogları:

    Yunanca-Portekizce-Arapça yoldaşım, canparem Eyüpçüğüme halet-i ruhiyemi anlatan bir cümle kurduğumda aldığım cevap:
-Bu bir İbrahim Tatlıses şarkısı be! (Tuğba boşuna demiyor son zamanlarda “Arabesk Kraliçesi olacakmışsın sen” diye..)

  Eyüp’e açıldığım başka bir duygusal durum karşısında:

“Hemen spor salonuna git. Bel, bacak, kalça çalış. Beslenmene de dikkat et” . !?

       Harika birkaç gün geçirdik geçen hafta. Turgutreis’te adı üzerinde bir kütüphane kurmak için Burak ve Batuhan’la Bodrum yollarını tuttuk. Çok iyi iş çıkardık, yıllar sonra “bir kopyası da Turgutreis’te var” denecek kitaplar bulduk. Sonra da çocukluğumuzu bedelli yapmış gibi güldük. Gün batımında denize girdik, yaş ortalaması 280 olan Polski ve Kazakların şaşkın bakışları önünde çocuk kaydıraklarında kaydık, gece sahilde Patxaran’ımızı içtik, çatlayana kadar sohbet ettik (7 saatlik rekorumuzu henüz kıramadık), kayalara çıkıp Yiğit Özgür’ü andık bol bol (bir tek kardeşimle oluyor sanıyordum, tek kelime söyleyip hikâyeyi hatırlayarak fazla kelime ziyan etmeden kahkaha komasına girme hali), nezaketi ve tatlılığıyla yılın erkeği seçtiğimiz Tarık Bey’in tekne sürprizinin tadını çıkardık. (Onu rol modeli seçtik). Tarık Bey’in sürprizleri bitmedi. Mandalina bahçesinde enfes bir akşam geçirdik. Ramazan arifesinde şenlendik, rakılandık, biralandık... Gecenin sürprizi kemancıdan en sevdiğim şarkının gelmesi oldu: “Gülü susuz seni aşksız bırakmam”. 30 Temmuz’da Koç burcuna çarpması beklenen Venüs ve yeniayı bekledik. Şişko bir Polski çarpmadığı için dua ettik. (Yeniayı görmedik, ama az kalsın göbekli ayı görüyorduk, ucuz atlattık.) Buruşana dek yüzdük, gölde ayrı, güneşte ayrı -tembel tembel- yattık, uğur taşları topladık.  Enfesti.

Haftanın monoloğu:

  Yan koltukta giden annem (ben onu direksiyonda tercih ediyorum, diğer bahtsız taşıtlarla kavga ederken sıra bana gelmiyor) radyoda çalan Serdar Ortaç şarkısı üzerine (“Görsem de sevemiyorum, artık anla, ben aşık olamıyorum”) annemin Serdar’la monoloğu:
-Gelmişsin kırk yaşına, evladım. Ne aşkı? Bundan sonra bulacaksın birini, yaşayacaksın, hayat kuracaksın, aşkı unut.

     Yüzyılın monoloğu değil mi? Biz diyoruz Ortadoğu ve Balkanların en büyük aşkı, valide su koyuyor... Anne, duyamıyorum, tünele girdim ben şu an, efendiiiim?? Çekmiyor...

24 Temmuz 2011

“BAKARSIN UMDUĞUNDAN İYİ GEÇER YAZ”

Bu haftanın yaza dair favori anları:



-Erol’un balkonundaki koltuktan ayaklarımı aşağı sarkıtıp kiraz yemek, doğaya dönsün diye çekirdekleri aşağı atmak, deniz kokusu.

-Caferciğim’le Kınalı’da denize sıfıra şezlonglarda İsveç hükümetinin kuşa baktığı bir anda buz gibi bir Efes götürmek.

-Çok sevdiğim bir arkadaşımla kuaförde çalan bir yasak aşk şarkısı üzerine aynada göz göze gelip kahkahayı basmak: “Kalplerimiz patlayacak, ama şimdi susmalıyız”. (Falcım bana yakın zamanda (üç vakte kadar) yasak ama uzuuuun ve sıradışı bir aşk layık gördü de. Şimdilik faili meçhul. Sabırla intizar hali.)

-Favori Macar Osmanlı tarihçim Gabor Agoston’la üç yıl sonra buluşup neşe bazında açığı kapatmak. Çok özlemişim onu. (Daha geçenlerde anmıştık onu. Sevgili okur hatırlarsa, Budapeşte’de kilisede beni günah kabini önünde bırakıp “haftaya Pazar işin ancak biter” demişti.

-Vağarşak Bey’in sahile getirdiği çantasından “Hanımefendi siz şarapçıydınız, değil mi?” diyerek enfes bir sürpriz çıkarması: Binlerce kilometre yapıp gelmiş ahşap oyma bir şarap şişesi ayağı.



     Cafer’le Kilyos’taki kum zambaklarıyla Kınalıada’daki bisiklet arasında gidip gelmenin sonucunda kendimizi ada sahillerinde bulduk. Adada yine ancak ve ancak benim başıma gelebilecek türden bir vaka cereyan etti. Markette sırada önümde hazretleri Vağarşak Bey’in annesi ve babası vardı! Gözlerime inanamayınca durumu kulaklarımla onaylamak istedim. “Siz Vağarşak Bey’in annesi ve babası mısınız?” Cevabın lezzetinin de onaylandığı üzere: “Sanırım öyleyiz.” Hemen telefona sarıldık. Vağarşak Bey kendisini sahile getirerek asıl sürprizi yaptı.

     Güneş paneli gibi yanmışım. Geçen sene Roma sahilinde sadece 15 dakika girebilmiştik denize.  Bu sene türlü kimyasallarla beni sudan ayrıştırmak zorunda kalacak halkım. Siftahı yaptık. (Siftah, Arapça “feth”, yani açmaktan geliyor. Kapa parantez.) Malak gibi güneş altında yatmanın sözlüğümden bile çıkmak üzere olduğunu fark ettim. (Cümlede kullan deseler, zorlanırım, o derece.) Doçentlik yan gelip yatma yeri değil, biliyoruz, ama bu yaz böyle. Yengeç kıvamına gelince çay bahçesinde mutlu mutlu kitabını okuyan Vağarşak Bey’in yanına naklimizi istedik. Sonra da ver elini bisiklet. İlk beş dakika hayli zor geçti, sonrasını bir Cafer bilir, bir Tanrı.

     Caferciğim İsveç diyetimde bugün havuç olduğunu görüp denize havuç getirmiş. Mervecik ve bana iki de el yapımı uğurböcekli enfes aynalı kalem kutusu! (Çalışırken ara sıra aynaya bakayım, insanlıktan çıkmayayım diye, sanırım) Yok, yok. Bu Cafer’den daha çok daha çok lazım memlekete. Bugün anlaşma yaptık kendisiyle. Üç vakte kadar çıkacak olan sevgiliyi ona talime göndereceğim. Nezaket, incelik, beklemeyi öğrenme ve diğer envai erdem öğretecek ona. Hem de beleşe. Romantizma giriş ve çıkamayış, inşaalllllaahh…

     Pinpirikli bir babam olduğu için pek tabii çocukluğumda üçtekerden az bisiklete binmedim. (Karizma çökeli yüzyıl olmuş meğer).  Hayatımda sadece üç yerde bindim velespite. Şarköy’de bağlar arasında, İspanya’nın kuzeyinde yemyeşil Austrias bölgesinin şehirlerarası yollarında (İspanya için tehlikeyi düşünebiliyor musunuz?) ve geçen sene Büyükada’da. Pek eğlenceli bir başlangıçtı. (Benim ve ada halkı için tabii, yoksa bana yardım için ter döken ex için hiç de heyecan söz konusu değildi.) Zavallım beni iki teker üstüne oturtana kadar ne kadar koşturup ter döktüyse artık, oradan geçmekte olan iki Rum teyzenin kendi aralarındaki yorumu bizi yerle yeksan etmişti: “Çocuk çok âşık canım”. (Bu durumda daha ziyade çok çaresiz desek?) Bu esnada camdan bakan bir teyze de bana “olmayacak bu iş” demişti. Bu iş olmuştu ve biz yokuşlardan uçup gitmiştik. Dönerken de teyzenin penceresi önünden geçip bizim kitabımızda “olmayacak” iş olmadığını göstermiştik. Aradan koca bir yıl geçti tabii. Hal böyle olunca durum ilk beş dakika bizi izleyen Vağarşak Bey için bu yaz mavi yolculukta defalarca anlatılacak bir hikâye haline geldi. (Kaybedilen tavla müsabakalarının acı intikamı). Neyse, köşeyi bisiklet üzerinde dönüp kesintisiz yolculuğa geçtik. Public danger!

    Bisiklet deyince, bu sene başında yaptığım liste geldi aklıma. Bakalım durum ne?



-Saçlarımı Rapunzel gibi uzatacağım. (Lâkin kaleden aşağı uzatmaya niyetim yok. Toplayacağım hepsini tepeme, kımıldamayacağım, oturduğum yerden seveceğim. Erkekler rollerini unuttular anacımmm. Erkek dediğin dişiyle tırnağıyla tırmanır o kaleden seviyorsa. Yok saç maç, tepeme dolayacağım ben o saçı.)

Yorum: Saçlar uzuyor ve hâlâ tepemde.

-Buzuki alacağım, Yunan ellerinde masalara çıkıp çalacağım.

Yorum: Tam olarak buzuki değildir aslında o, bknz. Yiğit Özgür. Evet, senenin bitmesine az kaldı, bir şans daha.

-Bülbül gibi Arapça konuşacağım, Amr Diab, Faudel, Cheb Mami, Khaled ve Tamer’in şarkılarını şuursuz kalana dek söyleceğim.

Yorum: Bülbül gibi Arapça konuşuyorum, ama dut yemiş bülbül gibi. Yani, mevcut durumda sadece derdimi anlatabiliyorum, Elyevm rekebne fil derracati, (bugün bisiklete bindim). Cafer’in derdini de anlatabilir miyim acaba, bir bakayım? Sanmıyorum.

-En sevdiklerimle mavi yolculuğa çıkacağım, buruşana kadar yüzüp, taksiciye (senaryoya göre kaptana) beş euro verene kadar içeceğim, teknenin kenarında köşesinde döne döne uyuyacağım ay ışığı altında.

Yorum: Şafak 30.

-Yaz gelince pılımı pırtımı toplayıp Ana’ya gideceğim, bahçede yayılıp örgü öreceğim, sempatik komşularıyla seramik yapacağım, çit boyayacağım, Simancas arşivine demir atacağım, dağ köylerine çıkıp köy barlarında ev şarapları içeceğim.

 Yorum: Buna da bir Deep Purple şarkısıyla cevap verelim (Anyone’s daughter) “Yes, I did. It was nice.”



-Ölmeden önce sakalına kurban olmak için Fidel’in memleketine gideceğim.

Yorum:  Fidel’e fidel olmuşum ben. Hatta ve hatta  High Fidelity kıvamındayım.

-Adolfo’nun (Harry Potter’ın İspanyolca tercümanı) yeni evini de camping ortamı yapacağım. O koskoca havuzu ve palmiye ağaçlarını bırakmam ona. Hem de Denia’da! Oturup Sultan’ın Mutfağı’nı birlikte çevirme teklifini kabul ediyorum, ediyorum, ettim… Adolfo’ya ve sevgilisine yemekler yapıp, cümlesini mutfaktan soğutacağım. (Şekil II, Adolfo'nun lezzetli sofralarından birinin girizgâhı. Ekmekler Adolfo'nun eseri. Sırasıyla: Ana, Adolfo, Beatriz, Robert)

Yorum: Bknz Selçuk Erdem, kaplumbağa karikatürü. Olamadım, olamadım.



-Bisiklete bineceğim. Bu konuda daha becerikli olacağım. Ada sahillerinde korku salacağım. Yorum: En iyi bunu icra etmişim, -yani korku salma kısmını-.

-İş damarlarımdan zararsız bir ikisini aldıracağım. Hedonizm ilmine giriş-I dersleri alacağım. Yorum: Buna da bir minibüs yazısıyla cevaplayalım: “O iş tamam.”

-Babamın annemle barışmasını geciktirmek için var gücümle savaşacağım. (Sabah 7.30’da kahvaltı hazırlayan, ütü yapan, yemek pişiren, üstelik ortalığı dağıtmayan bir babanız olsa siz de öyle yapardınız.)

Yorum: Babam bir haftadır bende. Dün barbunya, bugün enginar.

-Bu sene favori fiilim Yunanca’dan gelecek. “Tembeliazo”. (Anladınız siz onu)

Yani: Az zamanda çok işler başarmışsın, kızım kereviz… Şimdi gidip tembellik fiiline devam.
     Haftanın sözü Erol’dan. Ona kirazlar eşliğinde, nalları dikip hayatıma dair komik hikâyelerden çok nadiren anlattığım birini anlatınca dayanamadı: “Sen kaçıncı dereceden çatlaksın?” El-cevap: 4. Ben küçükken de çatlaktım. Bir gram akıllanmadım. Hande’nin dediği gibi, fabrika çıkışımız bu.

   Şu Sezen’e kılım, ama dayanamıyorum anacııım, dinlemeden de olmuyooo… Özümcüğüm bizim için bir şarkı seçmiş, sonra bir baktım ki, beni anlatıyor tepeden tırnağa!Olmazsa toplarım tası tarağı / Gider yerleşirim Bolluca'ya”… Dinleyin, seveceksiniz….Ah felek yordun beni!

     Ben Ankara’ya Halil Hocam’ın yanına gidiyorum. Özleyin beni anacııımm…

22 Temmuz 2011

BEST BEFORE 40 (PREFERENTEMENTE ANTES DE LOS 40) !

     Beylerbeyi’nde doğan fazla uzaklaşamıyor, anacıım. Dolayısıyla tüm ilkokul arkadaşlarımla hâlâ pastanede, vapurda, markette karşılaşıp ayaküstü laflama lüksüne sahibim. Dün akşam İsveç diyeti ve ağır spor salonu aktivitesi sonrasında İsveç hükümetinin bana layık gördüğü 100 gr. ıspanakla eve dönerken ilkokul arkadaşım Burak’ın renkli kitapçı-kafesine uğradım neşem yerine gelsin diye. Fazlasıyla geldi. Benden önce başka tarihçi bir arkadaşı uğramış, benden bahsetmişler, tesadüf bu. “Ankara’daki gençler seni konuşuyormuş”, dedi. “Ne vesile ile?” dedim. “Ben de öyle sordum, ‘bizim kız delidir, o vesile ile mi?’ dedim, hayır dedi”, dedi Burak. Tabii, deli gibi çalışıyorum, takdir edilesim olmasa da, olursa da yan cebime alabilirim… Dünyanın dört bir yanından bavul bavul, renk renk desen desen dillerde kitap getiriyor, iz sürüyorum. Takdir edildim sandım bir an.  Sonra söyledi “ne vesile” ile olduğunu. “Güzelliğini konuşuyorlarmış”, dedi. İçimden dedim ki, “Kızım, kereviz. Doğru yoldasın galiba. İlim dediğin şeyden şimdiye dek ne fayda gördün?”

    Yeryüzünde en sevdiğim adaya 4. defa gideceğim Eylül sonu: Sardinya. İtalyan Tübitak’ı (Yıllar önce bir milletvekili Avusturya TRT’si demişti, ona gönderme yaptım çaktırmadan) beni doktora öğrencilerine derse davet etti. Hem de Ana ile birlikte. Ada buna henüz hazır değil. (Ben hiç değilim). Eski sevgilim Sardinya’da belediye başkanı olmuş! Avusturya’da geçen haftanın geyiği idi: “Bir aylık da olsa protokol icabı çıkabilir miyiz, acaba Özlem Hanım?” teklifleri! Genelde belediyede değil, akıl hastanesinde son buluyorlar, anacııım… Benden söylemesi. Sana belediye baksın, dedikleri bu galiba. (Mümkünse artık bana bakmasın!)

     Ottakringer nam enfes bir bira ile tanıştım. Edelweiser’den sonra favorim oldu. Avusturya’nın envai çeşit bira dolu süpermarket stantlarını özledim. Yemek aralarında abuk sabuk şeyler alıp, bankta bira eşliğinde tıkınmayı özledim. Avusturya’ya kesin dönüş yapacağım galiba.

    İspanya’da her gece film gibi rüyalar gördüm. Ana’nın iki hafta sonunda tepkisi şu oldu: “Rüyaların böyleyse, hayatın nasıl böyle olmasın! Normal!”

     Havaalanına döndüğümde hiç sürpriz yapanım yoktu. Bu Türk milletine sürpriz yapma sanatını bir öğreten çıksın ya rabbim. Sonra soruyorlar,  neden bizim kızlar ecnebilere kaçıyor? Cevap veriyorum: Çünkü küçük sürprizlerden bihabersiniz, ey halkım! Bu işlerden hiç anlamıyorsunuz! Sevgili Cafer’e dert yandım bu konuda. Kendisini buradan kutsuyor, bol bol klonlanmasını diliyorum. Son gününü beni uğurlamak için havaalanına gelerek harcadı. Erken gelmiştik, bira içerek bekledik ve dertleştik. Süpermarkette üzerimde şişe kırıldığı gün sinirlenip raflara geri bıraktığım şarapları ve çikolataları arkamdan satın alıp, getirip sürpriz yapmıştı. İnce ruhluluk sonradan ameliyatla olmuyor, ne yapalım. Romantizma.101.01. herkes bu dersi almalı! Kardeşim burada olsa gelir bana sürpriz yapardı. Bir kere Ankara dönüşü havaalanında elimdeki bavulu çekiştirerek çıkarken apansızın kardeşimi ve elindeki notu görmüş ve kendimi yere atmıştım çaresiz. Doçentlik sınavı için çalıştığım günlerden biri idi. Hiç utanıp sıkılmadan büyük bir ciddiyetle elinde tuttuğu A4’te aynen şöyle yazıyordu: Doç. Dr. Gözlem Yumrular!

       ABD’ye ihraç ettiğimiz çatlak arkadaşım Murat yaz tatili için geldi. İçinde küçük bir Burhan yaşıyor. Beni en çok güldüren insanlar arasında üst sıralarda. Aşktan meşkten, Amerikan ellerindeki aşk maceralarından bahsediyorduk da, “Bak sırtıma, “best before 40” yazıyor!” demez mi! Çok tuttum. İspanyolcası “tercihen 40’tan önce kullanınız”, güzel Türkçemizle “Son kullanma tarihi: 40 yaş”. Bana soracak olursanız, hissedilen yaş: 5. Hayat yeni başlıyor, anacııım…

    Sırp tarihçi Slobodan bizi bir hafta kesintisiz güldürdü. Günde ortalama 28 fıkra anlatarak hepimizi etkisiz hale getirdi. Sırbistan’da şöyle denirmiş: Erkekler umumi tuvalet gibidir: Ya dolu, ya boktan. Anlattığı fıkraların hiçbirini anlatabilitem yok. Yeni tanıştığı birisi kendisini hafife alırcasına “eee, siz ne yapıyorsunuz?” deyince verdiği cevabı kaydettik. Aklınızda bulunsun, sakın ona bu soruyu sormayın. “Senin yaptığından, ama daha sık”, cevabını almak istemiyorsanız tabii!

       Ana fal merakımı hiç ciddiye almıyor. (Falcımla tanışsa hayatı değişecek, o başka.) Üstelik kendisi İspanya’nın en büyük astronom ve astrologlarının tarihini yazdı! Yıllar önce onu görmeye Santander’e gittiğimde harika arkadaşımız Charo bana kötülük yapanların isimleriniz yazıp onları buzlukta dondurmuştu. Ne biçim bir enerjiyse işe yaramış, gerçekten donmuşlardı. Bunu hatırlayıp kikirderken aklımıza dâhice bir fikir geldi: Ölmüş de haberi olmayanları/ateş burcunda doğmayan buz küplerini alevlendirmek için 47 derece alkol işe yarayabilirdi pekâlâ! Birer isim yazıp sert bir aguardiente içine attık. Tedavi Ana’nın isminde işe yaramış. Cafer’in falcısı da ona 17 Temmuz’da birisi ile tanışacağını söylemiş. Havaalanında ona “public space’lerde” dolaşmasını söyledim. Gece 12’de mesaj atmış: “Falcı yalancı çıktı!”  

      Ana Susan Miller’a da inanmıyor. (Ona artık ben de hiç inanmıyorum, Hafazan Killer). Ona son inandığım ay, -sevgili okur hatırlayacaktır- romantizm zirvesi dediği gün Giritli’de hocamız eşliğinde demlenip sonra da Serkan yeavrooom ve Vağarşak Bey hazretleri ile Tophane’de gecenin dördüne dek gülme krizleri eşliğinde tavla oynamış, hatta takside de taksi şoförünü canından bezdirene dek gülmüştük. Takdir edersiniz ki ekstra eğlenceli olmakla birlikte zerre kadar romantik değildi. Bunu Ana’ya anlatınca, o da bana son kitabını yazarken bulduğu ilginç verileri sızdırdı. Galileo Galilei Medicilerin astrologu olarak çalışmış. Uydurdukları çıkmayınca şehirden sürgün edilmiş! Galileo’ya dair hiçbir yerde bulamayacağınız komik bir bilgi daha: Galileo Pazar günleri kiliseye gidiyorum diyerek ortadan kayboluyormuş. “Kötü diller” (malas lenguas) onun bir kadına gittiğini söylüyormuş. -Kötü değil, güzel diller bence. Oh, sefası olsun anacııımmm-. Törkiye’den 12 puan Galileo’ya.

    Ana zamanın ölçülmesi ile ilgili enfes bir kitap yazdı. Günlerce isim aradık. Sıkı durun: Bugün kullandığımız takvim Salamancalı âlimler tarafından icat edildi! Ana da bunu belgelerle ispat etti. Müthiş bir çalışma. “Horozdan takvime” diye güzel bir isim bulmuştu, (o kadar şaraptan sonra daha güzeli çıkmazdı), ayık kafayla daha ciddi bir isim gerektiği kanaatine vardı.

     Bu yaz not defterim Metis Yayınlarının defteri. Her sayfasında özlü/tözlü bir söz var. Avusturya günlerini anlatan bir söz seçtim: “Bir deliydi mahallemiz ilaçlarını içmeyi unutmuş (Didem Madak)

  Yavaş ilerleyen her şeye alerjim var, anladım. Eskiden de böyleydim. Bir Queen şarkısı gibi: “I want it all and I want it now”. Ben istemekten vazgeçtikten sonra istenen şeylerden hiç hayır gelmemiştir. Hemen olsun isterim, soğumasın. Küçükken gecenin bir yarısı yeşil uzun bir yastık üzerinde sabaha kadar bir sağa bir sola zıplayıp ağlayarak “ben sıcak ekmek isteriiiiim” diye ağlamam Zürih’ten gelip tesadüfen o gece bu manzaraya şahit olan Fevziye Teyzem tarafından pek bir eğlenceli anlatılmıştır yıllar yılı. Babam sabahın ilk ışığında fırına gidip o ekmeği almıştır. Hal böyle olunca, her şeyi istediğim zaman almak da gelenek oldu bu şımarık bünyede tabii. Bir arkadaşım Sıdıka’da (enfes bir restorandır, şiddetle tavsiye) demlendiğimiz bir gün bu durumuma dair kıssadan hisse bir Kızılderili hikâyesi anlatmıştı. Bir Kızılderili kabilesi yolda giderken durmuş. Diğer kabileden olanlar onlara neden durduklarını sorunca “Ruhumuzu bekliyoruz, biz çok hızlı geldik, ruhumuz geriden kaldı” demişler. Tamam, anacım, hikâye harika ama benim bünyeye tümden ters. Benim bu hikâyeden anladığım, ruhun kıçına motor takması gerektiği. Budur.

      Retz’de pek keyifli gecelerimizden birinde Türkolog bir Slovak arkadaşımızı da alıp biralanmaya gittik. Keyfim fazlasıyla gıcır olduğu için hayatımdan benim bile unuttuğum kesitler anlattım. Uçakta yemek yiyen Çinli hikâyesini dinleyen Cafer’in oracıkta ölmesinden çok korktum. Hikâyeme hakkını verdi vallahi. Konu aşk mektuplarından açılınca hayatımın ilk aşk mektubuna da bir girizgâh yaptık tabii. 6-7 yaşlarındaydım. Anneannenim Beylerbeyi’ndeki devasa terasında geçerdi yazlarım. Annemle babam çalıştığı ve bizim ihtiyarlar da benim enerji fazlasına ayak uyduramadıkları için 5. kattan sokakla kurduğum irtibatla eğlenirdim gün boyu. Alt katta oturan Rum Anosto (Anastasia) Teyze’nin Almanya’daki torunları da yazın gelir sokağa yayılırlardı. Bunlardan pek yakışıklı kıvırcık saçlı bir Selim vardı ki tek bakıştaki aşklarımın en çatlağıydı.  Sanırım o da 13-14 yaşlarında idi ve takdir edersiniz ki ben küçük karıncayı görmüyordu bile. Günlerden bir gün sokakta cümle erkek tayfasıyla oynamakta olan zavallıya küçük dilim görünene kadar şöyle bağırdım: “Seliiimmm! Ben seni seviyorummmm!” (Hey yavrooom, kendine güvene bak!) Birden şok geçirip oyunu durduran Selim’den 5. Katın manyağına gelen cevap o hiç de bacak kadar çocuğun bu ilk aşk faaliyetlerini destekleyecek türden olmadı maalesef: “Oraya gelirsem bacaklarını kırarım!”. (Al sana, Bayan Güven Fazlası). Uzun süre babam beni bakkala gönderdiğinde Selim’in gerçekten bacaklarımı kıracağı korkusuyla tenha saatleri gözetlemiştim. Bakkala gitme aktivitesi kâbusum olmuştu. Dün gibi hatırlarım bu korku enflasyonlu günlerimde beni yalnız bırakmayan arkadaşım Aslıhan’la elimizde bira şişeleriyle (boşların verilip doluların alınabildiği hoş günlermiş onlar) arabaların arkasına saklanarak bira ve karpuz almaya gidişimizi. Ama hikâye burada bitmiyor. Aradan yıllar geçti, bir gün kapı çaldı. Selim’in minik kuzeni! Kızcağızın elinde bir mektup! Mektup Selim Abiiisi’ndenmiş. Yarı Almanca, yarı Türkçe bir aşk mektubu. (Almanca’yı alet ettiğime göre Moda Koleji’nin ilk yılı olsa gerek). Hâlâ durur mektup sandığımda. Uzun süre Almanca mortingen ştrayyze (Burhan’ın kulakları çınlasın) tadında yazıştık Selim’le.  (Ben bunca dili nasıl öğrendim sanıyorsunuz anacıımmm?) Geç gelen bu başarı beni aşk ilminde cesur yapan ilk faydalı etmen sanırım.

    Zaten zayıfmışım, üstelik fazla zayıflık bana yakışmıyormuş (burası doğru, Nebi Hoca’nın deyimiyle kuyu çıkrığı gibi oluyormuşum), yemek gibisi yokmuş (rayyytt), vesaire, vesaire... Son üç günde doğal ortamımda verdiğim mücadele en katı gözlere yaş tedarik eder. Ben tek çizgili pijama giyecek kadar zayıflamak istiyorum, anacııım!

        Şey, şapkamı uzatsam biraz moscatelli muz kızartması koyar mısınız aciiiba?  Çok açıııım da….