31 Mayıs 2012

PLEASE ACCEPT MY CONDOMLESSNESS!

     Efsane devam ediyor… Yalnız benim başıma gelebilecek olaylar zincirine yeni bir halka. Dün Mr. Mutluluk Hattı’yla öğle yemeğinden dönerken kalabalık Beşiktaş ortamında kulağımın dibinden geçen Yunanca kelimelere istemsizce cevap verdim. “Bir kahve arayalım” diyordu sesler, ben de farkında olmadan “arayın da bulun bakalım” demişim Yunanca. Sonra sesin sahibi kim bu manyak merakıyla bana dönünce 17 milyonluk İstanbul’un aslında ne tuhaf bir hezeyan olduğunu anladı ve korktu sanırım: “Aaa, biz dün senle aynı otobüsle Alexandroupoli’den geldik!” Haydi beni geç, öğle yemeği şoku, bir de kadını düşünsenize! Doğal olarak ben kadını hatırlamadım, ama o beni unutmamış. Bilin bakalım, neden?
       Ya bugün başıma gelen ne demeli? Nato’nun yıllık savaş alanı inceleme projesinde bu sene 1565 Malta kuşatması var. Malta öncesinde farklı Nato ülkelerinden askerlerin de olduğu devasa bir gruba sunum yapacağız İlber Hoca’yla. Sabah çok erken bir saatte kibar birkaç asker sağolsun kahvaltı ve sohbet tedarik etti bana, Kıbrıs’tan bahsediyoruz keyifle sabahın köründe.  Diğer birkaç ince ruhlu asker de İlber Hoca’yı karşılamaya gitti. Ben kahvaltı konumundayım. Asker arkadaşlardan biri geldi, hocayı aldıklarını söyledi. “Hoca, ‘Bizim çatlak Özlem de geldi mi?’ dedi,” demezler mi? Bununla birlikte son akıllı taklidi yaptığım kurum da gerçeği öğrenmiş oldu a dostlar… Aşk olsun İlber Hocam!
    Durun, daha bitmedi. Koca bir salon dolusu Nato askeri. İlber Hoca içeri giriyor. Herkes hazır olda. Kapıda bir kişiye espri yapıyor, orada bir kopma yaşanıyor. Ben de en önde ortada yerimdeyim. Yaklaşıp beni göstererek hâlâ ayakta olan asker kadrosuna ne dese beğenirsiniz? “She cooks very well!”, daha bitmedi! “You should arrange a party with her”. Salondan bir kahkaha bombası tabii! İşte o an bir tarihçi olarak son bulduğum andır arkadaşlar. Kariyer yerle yeksan. Ama bu belki de aşçılık yolunda yeni umutlar demek olabilir. İlber Hoca bana yeni bir kader çizmiş olabilir.  
      Geçen hafta sonu Alexandroupoli’de idim. Memleketi özlemişim. Korsanlar üzerine bir konferans verdim. Ama daha da önemlisi pek çok gerçek dostumun olduğu bu şehirde insan olduğumu hatırladım. Kriz kâbus yaşatıyor, ama arabesk bir halk olmadıkları için hâlâ “kriz devlette, bizde değil” diyebiliyorlar. Maaşlar yarıya inmiş, ama hâlâ astronomik cömertliklerinden asla ödün vermiyorlar. Yunan halkına âşık olmamın sebebi onlardaki bu doğunun misafirperverliği ile batının medeniyetini birleştiren mükemmel ruh. Adamlar Avrupa medeniyetini kurmuşlar, daha ne yapsınlar. Ellerinde değil anacım, harikalar işte. Geçen hafta açlıktan biri ölmüş. Ama onlar hâlâ olabildiğinde cömert. Dimitri’yle üç gün boyunca hesap savaşı verdim ve bir kez bile kazanamadım. Garson, satıcı ve sair kişiye “misafir o” dediği zaman o adamın senden para alma ihtimali sıfır! Son olarak kendime birkaç kitap almak için girdiğim kitapçıda da aynı şey olunca artık utancımdan alacaklarımı da alamadım. Kitapçı benim paramı almadı! Bir tutam baharat filminde Tamer Karadağlı “Yunanlılardan çok şey öğrendik”, diyor, sonra da sarkastik bir şekilde bağlıyordu “astronomide yani!”. Ben buradan Türk erkeklerine sesleniyorum, anacım siz Yunanlılardan bir nane öğrenememişsiniz! Ama kısmet olursa ölmeden önce bir şeyler kaparsınız belki, “Nezakette yani”.
       Akşam eşi Maria ile ikimizi kalabalık bir bara götürdü. Biraları söyledik. Bize mitolojik öyküler anlatırken iki tuhaf şey oldu. Çok kalabalık bir yerde, sokak barında tünemiştik. Geçen hafta bir şarkıyı çok özlediğimi düşünmüş, sonra da dolaptan indirmeye üşenmiştim cd’yi. 90’ların Rock barlarının vazgeçilmesi bir Talking Heads parçası: Psycho killer! Durduğumuz yerde parça çalmaya başlamaz mı! (Tanrı’yla aramda tuhaf bir ilişki var ve bu bir çıkar ilişkisi olmadığı için beni hep koruduğunu düşünürüm. Tanrı hep bana küçüklü büyüklü sürprizler yapar mutlu eder beni. Bir şey isterim ve hemen olur.) Velhasıl konu Yunanların Merkez görüşüne geldi. Dimitris de “saate bakan Almanlar ya” demez mi? Ben de geçen hafta saate bakma krizi yaşamıştım. Saat taşımam, çünkü saate bakmanın karşıda oturan insana hakaret olduğunu düşünürüm. Sonra bir fark ettim ki en yakın beş arkadaşımın kolunda saati yok. Hislerimin dragomanı oldu canım arkadaşım. Bu da mı tesadüf?
      Rüya gibi bir hafta sonu oldu. Sayısız kitap okumuş gibi oldum yine. Dimitris arkeolog. Bana üç günde yoğun Bizans ve mitoloji dersleri verdi. Çift başlı kartalın 14. yüzyıl gibi geç bir zamanda geldiğini, sonra kiliselerdeki tek başlı kartalların çıkarılıp yerine çift başlı kartal konduğunu, öğrendim. Roma’daki çift koltuklu taht Bizans’ta da varmış, biri imparator biri Tanrı için! Mitolojik hikâyeleri ise masal gibi dinledim. Erotas’ın (Aşk) Psihi’yi (Ruh) nasıl kollarına alıp uyuttuğunu, ona asla gözlerini açmaması gerektiğini söylediğini ama Psihi’nin bir gün gözlerini açıp dünyalar güzeli bu deve âşık olduğunu uzun uzu, tatlı tatlı anlattı Dimitri bize esmer bir Alman birası eşliğinde. Düşündüm de aşk işte böyle ruhu uyutuyor. Tanrım, ne güzel hikâye!
      Çiğdem’in dediği gibi toprak kayması gibi yaşadım bu haftayı da. Kaç tanesinin adam gibi olmadığını bilmediğim bir sürü iş yapmışım. Ardından “ulan, nasıl sığdı bunlar bir haftaya?” dedim tabi. Yakında kendimi aşacağım. Yıllar önce Sicilya’da halk dansları festivalinde Adıyaman yöresi oynarken ekipten Faruk nam bir arkadaş oyunun sonunda çıkından domates, soğan, ekmek çıkarıp yenen bölümde harikalar yaratıp “her seferinde domatesi 20 cm daha uzağa sıçratıyorum, dört beş oyun sonra seyirciye kadar ulaştırmayı planlıyorum” demişti. Ben de onu gibiyim, yakında hayatı bir haftaya sığdırmayı planlıyorum.
      O çılgın yolculukta 15 yaşımdaydım. 50 kişilik bir otobüsle bir ay İtalya, Macaristan ve Romanya’da festival festival gezmiştik. Şimdi 38 yaşındayım ve o kadar güzel bir gezi daha olamadı hayatımda. Tiyatrocu çılgın arkadaşım Ezel geceleri otobüste giderken canavar kılığına girer en kabadayı arkadaşları uyurken korkutur, karizmalarını çizerdi. Bir ay sonra annesini özlemeye başlayan delikanlılara uyurken espadril uzatıp “annen arıyor, oğlum” der, zavallıların uykularından uyanıp espadrile “anneciğimmm” diye sarılmalarıyla tuz buz olan babayiğitliklerine gülerdik. Arka beşliyi kapatan şopar müzisyen grubunun içkileri bitince kolonyaya bağlamalarına şaşkınlıkla şahit olmuştum. (Daha on beş, on beş, on beştim!) Romanya’da geceleri Ezel Drakula gelecek korkusuyla camları kapatırdı, 40 derece sıcak ve yüzde bilmem kaç yüz nem oranında sabah buharlaşmış olarak uyanırdık. Daha doğrusu sıcaktan uyuyamaz, labirent kılıklı otelimizde geceleri en üst katta 20-30 kişi toplanıp saklambaç oynardık. O kadar gülerdik ki benim “literarily” aynı gece içinde tam üç defa altıma etmişliğim kayda geçmişti! Odalara girmek de serbestti. Saklanmaya çalışırken Adıyaman’dan gelen davulcuyu bir Romen hatunla basmıştık. (Nerden bilcez, odalara saklanmak serbestti). 10 gün boyunca kurşun delikleri taze olan Bükreş’te leş kokulu kaz eti ve içine düşen arılarla birlikte şişelenmiş gazozdan başka gıda olmayan bir ortamda neşe ile beslenmiştik. İlk gün kapağı açılmamış gazozun içindeki arılara şaşkınlıkla bakıp “aaaa, ölü mü bunlar?” diye bağırınca tüm zamanların en büyük salağı olarak etiketlenmiştim. Zoff fesuphanallah çekip “hayır Özlemcim, oksijen tüpüyle dalmış onlar”, demişti de yok etmişti beni. Bir ay boyunca tüm zaaflarımızla, salaklıklarımızla dalga geçmiş, hep birlikte gülmüş, bir gram incinmemiştik. Gocunmadan, kırılmadan tek sesten kahkahalara boğulmuştuk. Hey yavrum, ne güzel günlerdi. Kompleks icat olduğu mertlik bozuldu, anacım.
      Macaristan’da kaldığımız konsantraston kampı formatındaki kız yurdunda kapıda bekleyen Kerberos kılıklı teyzeyi halay düzeni alıp oynayarak tırım tırım çıkıp, “biz prova yapıyoruz” diyerek kandırmış, dans ede ede kaçmıştık. Sabaha kadar Leninvaros sokaklarında dolaşmıştık. Kültür Koleji’nden bir arkadaşım metrelerce uzak dümdüz bir direğe tırmanıp Macar bayrağı çalmıştı, bütün gece onu sallaya sallaya yanımızdaki Macarca polise küfür etme sanatında bizi geliştiren Macar dansçılardan öğrendiğimiz cümleleri çığırmıştık. (Bu arada Kültür’den bizim devrede aramızdan çıkan tek meşhurun da Kenan Doğulu olması ne acı yaaa!) Hayatta kurduğum ilk Macarca cümle de polisi çok seven bir cümle olmuştu doğal olarak. Bugün bile hatırlarım.
      Üç günlük otobüs yolcuğundan sonra Sicilya’da Messina’ya vardığımızda nefes alan bitkilerdik. Her tarafı aynadan ibaret enfes bir deniz kenarı otelinde ilk akşam yemeğine indiğimizde yine bir numaraydım. Üç gündür yıkanmamış, bir otobüs dolusu insan hayal edin. Bunlar yarım saat içinde insana benzeyip festivalin gala yemeğine inecek, de nasıl? Neyse, temiz taklidi yapıp süslenip indik aşağı. Gecenin amacı İtalyan dansçılarla kaynaşmak. (Bize uyar!) Bizim kızlardan biri İtalya’nın en yakışıklı delikanlısının yanında konuşlanmış, bize gel işareti yapıyor. Tüm hücrelerim ölmüş ama gayet süslü ve havalıyım. Kıza doğru bir adım atıyorum ve şangırrrrrr… Anacım, her yer ayna, arkadaş beni arkadan çağırıyormuş, ne bileyim aynadan görünce, yanındaki İtalyanla da göz göze gelince hedefe doğru ilerledim tabii. Hayatımın en büyük toplu rezaletidir. Çıkardığım gürültüye panik halinde koşan cümle âlemin yanı sıra festival başkanı amca (adını hala hatırlarım, Stello) da “anam, gitti barbar Türk” diye telaş içinde ilk yardıma gelmişti. Sicilya’nın aynaya giren ilk Türk’ü olarak İtalya tarihine geçmiştim. Ben de içimden (sonra da dışımdan kızlara) "sen şurada duran İtalyanları kurtar bence, sonları çok fena”. İtalyanca öğrenmem bu seyahatin akabine denk düşer doğal olarak.
        Dimitris bana Korfu (Kerkira) adasında yaşayan annesinin yaptığı şaraptan verdi iki koca kola şişesi. Bu yüzden neşem yerinde şu an. Son gün onunla kalabalık bir sokak barına oturduk, çene çalıyoruz. Bana Bizans’taki seremonileri anlatıyordu, ben de heyecanla dinliyordum. İkimizde kolumuzda saatimiz olmadığı için gururluyuz ya, bir de ne görelim’ tam dört saat çene çalmışız ve otobüsün kalmasına 15 dakika kalmış! Neyse beni uçurarak yetiştirdi Dimitris. Yolda çok güldük: Ara sıra Alman olmak işe yarayabilirmiş.
     Ah bu hafta bir de Kenan Hoca’nın beni bir saat çalıştırdığı bir parçayla sene sonu konserlerine çıktım: “Gözlerini gözlerimden ayırma hiç”. Kenan Hoca çok buğulu ve romantik olduğunu söyledi. Ama ben içimde yaşayan (ya da artık yaşaması gerektiğine inandığım) ayıcıkların bu romantizme izin vermediklerini düşünüyorum. Uzun yırtmaçlı elbiseyle sahneye az kalsın kapaklanarak çıkış yapıyor olmam da “hayli sempatik” bulundu. Koroyla birlikte söylemem gereken yerleri heyecandan unutmam ise hayli şenlikliydi. Ama toparladım. Kenan Hoca “ast solistimizsiniz” diyerek beni avuttuysa, ben aslında gece kaz solist olarak renk kattım bence. Seneye Mr. Mutluluk Hattı ile birlikte düet yapacağız. Annem de demez mi, “Yavruuum, ne güzel sesin varmış!”. Küçükken iyi göbek attığımı fark ettiğinde beni yıllarca teyzeler geldiğinde oynatmıştı, bundan sonra teyzeler geldiğinde şarkı söyletecek, töbelerrr olsuuuunn…
      Ne çok şey oldu bu hafta, diyordum. Buket Uzuner geldi, yeni kitabını anlattı. Türk Mitolojisi çalışmış uzun süre. Psikomitoloji araştırması yapmış. Türklerin mitolojik bilinçlerini anlatan muhteşem bir kitaptan bahsetti: “Deli Dumrul’un bilinci”, Bilgin Saydam. (Yeterince açık sanırım) Gerçekten bizi uçurdu yazarım Buket. Yeni romanı için sayısız insanla röportaj yapmış. Hep söylerim, ben Nazlı Eray ve Buket Uzuner okuyarak yazmaya başladım. İlk formasyonumda özel bir yerleri olmuştur hep. Bu yaz ilk okuyacağım Kutadgu Bilig ve Türk mitolojisi. It’s hightime! Uyumsuz Defne Kaman’ın Maceları. Su. Kaman eski Türkçe’deki şaman kelimesiymiş. Doğa tanrısı Umay pek tabii dişiymiş. (Umay Umay, çok akıllıca bir seçimmiş yani, ancak anladım). Ülgen de tanrı demekmiş. Böylelikle Okan Bayülgen de soyadının ne demek olduğunu öğrenmiş. Şimdi anlıyorum Atatürk’ümün “bay” kelimesini nereden bulup “bayan” kelimesini yarattığını. Yeni bir trend var, bayan demeyecekmişiz de kadın diyecekmişiz. Niye, manyak mıyız biz? “Bayan”, tanrım ne hoş geliyor kulağa, ne zarif kelime. Üstelik artık benim için iki defa anlamlı!
     Bugün bir arkadaşımı kızdıran salak bir hatun ona gelip “Please accept my apologies” demiş. Ben de ona “Hatunun hayatı kaymış zaten, ona mortingen ştrayzee babında bir ‘please accept my condolences’ deseydiniz”, dedim. Ama arkadaşımdan daha da güzeli geldi: “Please accept my condomlessness!”… Bu da kürtajı yasaklayan zihniyete kapak olsun. Mehmet Hoca güldürdü bizi yine. Kürtaj içinde “Kürt” kelimesi olduğu için yasaklanmış. Bundan sonra “Türkaj” denecekmiş ve de yasak gelmeyecekmiş.
       Ben Nato’yla Malta’ya gidiyorum, beni özleyin anacııımmm…

21 Mayıs 2012

TÜRK ERKEĞİNİN BİR TÜRLÜ TAMAMLANAMAYAN EVRİMİ ya da AYYYY, ŞİŞTİMMM OF A DOWN, AMMBİİİYANZZZZZ!

     Yok anacım, buraya kadarmış. Yaşlandım ben kısa zamanda bu memlekette. Ben bu Türk erkeklerini National Geographic’e emanet ediyorum. İmdatttt! Çağatay Koçtuğ gibi cama çıkıp “ambıyannzzzz” diye bağırmak istiyorum. Biriktim ben, a dostlar. Kardeşim, dünyada bir buçuk milyar Çinli, bir milyar Hintli varken dünyanın, -hatta evrenin-, bütün havyan ihtiyacını biz mi karşılamak zorundayız ya?! Ne günahım var kardeşim benim Török doğdum diye.  Pazar Pazar belaya buladı yine başımı.
Sahne I, perde I
Bahçeden inşaat sesleri geliyor. Sazan Aksu bitti, bu ayucuklar devraldı kavuğu. İndim aşağı, kim yıkıyor evi diye bakmaya. Homo erectus bile olamamış, hala dört ayak üzerindeki formatını koruyan bir ayı çıktı karşıma. Üzerimde pembe bir pijamayla kimsenin, -hele hele bir orman ayısının- kaale alacağı kıvamda değildim, ama açtım ağzımı, yumdum gözümü.
-Kardeşim, bugün Pazar. Dünyanın her yerinde inşaat yapmak yasak. Göster bakayım iznini. (Anacım, Yalan Dünya’da Nurhayat’tan kaptım bu taktiği, ama bizimkisi su katılmamış, katıksız ayı çıkınca işe yaramadı.)
-Buranın sahibi ganser, biliyo mun? Bir aylık ömrü galdı, demez mi? (Ay, bayılıyorum a dostlar, bi tutan yok mu! )
-İyi, biz de olduk sayesinde zaten son iki günde.
   Analiz edelim olayı. Cem Yılmaz repliğini bilirsiniz. “ Bu halıyı dokuyan adam kör oldu”. Ha canım, adam neden komik? Çünkü hayattan alıyor esprileri, TC şartlarından kapıyor. Herife “gürültü” diyorum, ayaklı hayvanat bahçesi bana “adam kanser” diyor. İlahiiiii komedyaaaaa…
-İyi o zaman, ben de polise giderim.
-Get, gime istersen gettt..
    Sahne I, perde II
(Bahçe katında oturan delikanlı elinde sigarayla bahçede dolaşırken pijamalı deliyi görür. Oysa Özlem Kumrular’ı her sabah akıllı -ona ne kadar akıllı denir bilinmez- kıyafetleriyle kapıdan çıkarken gördüğü için akıllı bir şey sanmaktadır. Deli çenesinin vanasını açar.)
-Ay, rahatsız olmuyor musunuz ayol?
-Oluyoruz tabii.
-O zaman siz de bağırın. Bağırın, bağırın, açğırın, hep ben bağırıyorum. Sesiniz çıksın! Polise şikâyet edin.
(İç ses: Polis benim numarayı belledi, artık görünce açmıyo. Benim “Tikat Sapık, Tikat ayu çıkabülür, Tikat Yıldız, Tikat X, Tikat Y” diye kaydedip, tongaya düşmemek için sakladığım, çalınca açmadığım telefon numaraları gibi poliscanlar da beni kaydetmişler Tikat Psiko diye meğer!)
Sahne I, perde III
-Alo? 155 mi? Aşağıda bir ayu ailesi bahçede kaçak inşaat yapıyor, burada yavrulayacak, her yeri ayu basacak!
-Sana belediye baksın abla.
(Adam gerçekten “153’ü arayın, belediye bakıyo” dedi ya… )
  Sahne I, perde IV
  (Pembe pijamaların üzerine sapık paltosu giyip Beylerbeyi Polis karakoluna)
-Abla, bu işe belediye bakıyo.
-Aaaa, beni sokakta öldürseler belediye mi bakacak ayol? Yok böyle bişi. Abari gabari zuuduruuu butttuutu biiiiiiryyyiiiii şşpiiiitttt….
-(Polis tak diye bayılmadan önce) Tamam abla, ben arıyorum 115’i, ben çağırırsam ekip gönderirler.
-Aaaa, memleketin haline bak ya. Biz de polise güveniyoruz. Biz çağrınca gelmiyor, polis çağırınca geliyor.
İç ses.
(Terk et kızım bu diyarları, git İtalya’ya. Memlekette polise gidiyorsun, adam derdine anında çare buluyor. Bir güler yüz, bir tatlı söz. Hatta sempatiklikte devrim yapıyor (ayrıca herifler yakışıklılıkta dünya yüzeyinde devrim yapmış zaten, onu da yaz kızım kereviz) sana şehri bile gezdiriyor. Gözünü sevdiğimin İtalya’sı. TC’de de polise mağdur olduğunu ispatlarken yaşlanıyorsun.)
Sahne I, perde V
(Pembe pijamalarıyla karakoldan dönen Özlem Kumrular, hafif sıyırmış bir havada. Suçlu ayı onu polise şikâyet ettiğini öğrenince kapıda kendisine yaklaşır.)
-Bi dagga, bişi diyeceğiynnn..
-Sus, sus, önce ben diyeceğim.
-Ben diyeceynnnnn didim.
-Önce kadın konuşur, sussssss, önce ben konuşacağım…
-Deget gadın ya… Bu garıyla da heççç gonuşulmuyooo…
  Sonuçlar:
1-Bugünü de sapa sağlam atlattık. Kimse beni vurmadı. Kendi kendine yeten tek kişilik hayvanat bahçesi bile cinnet geçirip topuklarıma delik açmadı. Buna şans derler.
2-  Yok anam, ben jübile yaptım artık. Okullusu, okulsuzu hepsi aynı. Evrimi tamamlanmamış bunların. Baştan yarat ellerini, baştan yarat genlerini, tanrım bunları baştan yarat bir zahmet ya… Sen bunları yaptın, ama bunlar olmamış ya!
3- Ayyy, şiştim of the downnn, kurtarın beni, ambiyanzzzz….

      Hafta sonu hareketli geçti. Bayrakları ve 19 Mayıs tişörtlerimizi giyip kardeşim ve Mr. Mutluluk Hattı ile İstiklal’e döküldük. Konvoydan ara sıra gelen “kahrolsun Amerika” seslerini duydukça, aslen bir Amerikan edebiyatı profesörü olan Mr. MH ile gülüştük. Kardeşim bizi zayıf buldu, baktı protest ruhumuz ve sesimiz ona yetmedi, bayrağını alıp terk etti gitti arkadaşlarıyla slogan atmaya.
     Bu sabah da Vatan Kitap’ın yazarlar kahvaltısı vardı. Rixos’taydık.  Neşe depoladım. Buket Ali Poyrazoğlu’nu sahneye çağırdı. O da bizi kahkahaya boğdu. Marcel Proust’un elinde kitabıyla nasıl kalakaldığını, kimseciklerin basmadığını, sonra küçük bir yayınevinde basılan kitapları önce kendisini kapıdan çeviren Gallimard tarafından satın alınıp, kapakları yırtılıp, Gallimard etiketiyle nasıl basıldığını anlattı. Bol keseden de güldürdü bizi diğer çapkınca yorumlarıyla. Onları takdir ederseniz ben söylesem hiç komik olmaz.
    İlber Hoca da geldi. Kaçılın Türkler Geliyor kitabımı okumuş yakınlarda, “Nerden buluyorsun bunları, kızz deli?” dedi. Çok gülmüş. Öner Ciravaoğlu da vardı. Çok sempatik bir yazarmış. Ona kitabın küfür dolu olduğunu anlatıyordum. “Yakası açılmadık küfürlerden mi?” diye sordu. Sonra da nereden geldiğini anlattı. Damadın düğün günü yakası kapalı olurmuş, ertesi sabah da doğal olarak açık. Deyim de oradan gelmiş. Ben de mimarlıktan çok sevdiğimiz Ersin Hoca’mızdan duyduğum damatlı atasözünü verdim karşılık olarak. Kambersiz düğün olmaz, Yunanca “o gamos den ginetai xoris gambro”: Damatsız (gambros) düğün olmaz. İşte kamber olagelen şey aslında “gambros”muş. Derim hep, Yunanca öğren, hayatı çöz.
     Doğan Kitap’ın yeni iletişim müdiresiyle oturduk yan yana. Pek tatlı bir hatun kişiymiş. Bir sonraki karede ona dün yaptığım enginar çorbasını tarif ediyordum. Sonra içimden çok güldüm. İki kadın yan yana gelince hep böyle oluyor, dedim. Sonra eve dönerken motorda çok sevdiğim bir öğrencimle karşılaştım. Taksim’den Beylerbeyi’ne ellerim dolu gittiğimi görünce “yakınlarda market yok mu, hocam?” diye gülmekle yetindi. Poşetteki susam yağı kurtardı, beni. “Susamyağı her yerde yok, Muratçığım” dedim. (Hocam, kıyma, domates, dereotu, biber,  vesair gıdaya da bir açıklama alayım, demedi sağolsun.) Bir sonraki karede Murat’a susamyağlı kabak tarifi veriyordum. Bu sefer koptum gülmekten. “Hohoyyt, iki kadın yan yana gelince olmuyormuş, sorun bendeymiş!” dedim. 
     Çok severim Murat’ı.  Ona bugün dert yanıyordum. “Kimse beni anlamıyor”, diye. “Hocam, sizi anlamak kimin haddine!” dedi. (Ühüüü, psikopatın feriştahısınız, demek istedi aslında.)  “Hocam, Bayan Hayatbirrüyadır’ın Yeldeğirmenleri’ni okuyan sizi anlar belki”, dedi. (Murat bende bile olmayan bu kitabımdan beş adet bulmuştu İstanbul’u dolaşıp.) Ben anladım neden beni kimse anlamıyor L Neyse, geçtim ben her şeyden. Murat’la dedikoduya bağlayıp 15 dakikalık yolculukta 15 günlük güldük. Çok sevdiğimiz bir hocamız var, dünya tatlısı bir hocadır. Rahatlığıyla göz doldurur. Dünya yansa içinde yorganı yanmaz. Kocaman, yapılı bir adamdır. Bir gün geldi, sinirlenmiş, “Çocuklar bana isim takmışlar”, dedi, “Ayıcık diyorlarmış!” Biz de ne diyeceğimizi şaşırdık. Tam ne desek diye düşünüyorduk, patlattı bombayı. “Ayı deseler, hadi neyseee”. Yere yığıldık. Hocamız “cık” ekine takılmış meğerse! “Ayı”da sorun yok yani. Ona kalpten selam olsun.
     Harıl harıl yazıyorum. Kafamı kaşımaya vakit yok. (Annemin çatlak bir arkadaşının kocasının bize hediye ettiği telden kafa kaşıma aleti geldi aklıma. Adam da az buz çatlak değilmiş hani! Bizdenmiş.) Sıyırmanın arifesindeyim. Cuma günü yemeğe gittik Beşiktaş’taki enfes restoran Sıdıka’ya. Karton poşetimi yanıma koydum. Giderken de aldım. Eve geldim baktım, benim poşetten bir çift İtalyan ayakkabı çıktı. Nasıl hikaye, tam benlik değil mi? Bayan Hayatbirrüyadır’ı Tüyap’a yetiştiriyorduk sevgili editörümle. Yayınevinde, o alelacele redakte ediyor, ben de yanında bekliyorum imdat kolu olarak. O da çalışmaktan tatlı tatlı sıyırmıştı o aralar. “Özlem, dün gece eve geldim, sabah da baktım cebimde bir yüzük. Kimin yüzüğü, nereden geldi cebimde ne işi var, inan hiç bilmiyorum.” O zaman içimden “Hasan Abiiii, yeme bizi”, demiştim. 23 yaşındaydım. Şimdi 38’im ve poşetten çıkan siyah rugan ayakkabıyı açıklayabilecek durumda değilim. Sahibi de İtalyansa beri gelsin. (Evim, devrim, hepsi tamam onlarda ne de olsa, kalp plantasyonu gerekmiyor). Belki önceden ayakkabısını göndermiştir, bakmıştır adam kızın kalbini kırıyor, kurtarayım hatunu demiştir. Saatini çıkarıp gelecektir belki de. Bir umut.
       Vakitsizlikten yaptığım yemeklere kardeşim protesto bayrağı kaldırıyor. Yaptığım salatanın malzemelerini kesmeyi unutmuşum sanırım. Ağzına koca yaprakları atarken, “Abla, gerçekten çok doğal besleniyoruz, tarladan doğrudan sofraya gelmiş bunlar!” demez mi! Alın şu pabuç dilliyi başımdan, baş edemiyorum ben bununla.
      Haydi anacım, iyi geceler. Ben ayakkabıyı alıp İtalyan konsolosluğuna gidiyorum. Bakalım kimin ayağına olacak…   

16 Mayıs 2012

ÇIKACAK BU KALP YERİNDEN: SÖYLE ÇIKMASIN! Ya da JE T’AIME MECBUREN JE T’AIME


       İnsanın kendisi deli olursa yırtma ihtimali olabilir pekâlâ, ama bir de ileri dereceden deli kuzeni varsa sıfırın altıdır ihtimal.  Galata’da Sensus’ta iki, Ritim Galata’da koca bir şaraptan sonra bir fark ettim ki ben geçmişte yediğim naneleri hatırlamıyorum, onlar doğrudan kuzen Ozzy’nin hafızaya yerleştirilmiş. (Almanya’dan oğlu gelmiş ev sahibinin, anıları benim hafızadan çıkarmış.) Tabii sen kuzeni “Gel sen de Salamanca’da oku”, diye kandırırsan o da şehrin başına senin yüzünden gelen her türlü felakete şahit olur. Taksim Meydanı’nda ayrılırken kuzen Cafer’e şöyle dedi: “Bunlar daha bir şey değildi, sadece promosyon”. Cafer’in bana kurduğu cümle ise gecenin bombalarından “Tanrı öteki dünyada seninle ilgili hatırlayamadığı şeyler için Ozan’ı çağıracak”. Ben mi Alzheimer olmuşum, kuzen mi uzay değerlerinde zeki? (Cevap veriyorum: Kuzen çok zeki, ayrıca doktor her şeyi hatırlama demişti, ondandır.)
      Öteki dünya diye bir yer varsa (Boğaziçi’ndeAmerikan edebiyatı hocamız Mr. Endress “If there is no other world, it will be a really bad surprise” derdi) ve o zebaniler beni değil de Ozan’ı dinleyecek olurlarsa ben yanmışım a dostlar! Uzun zamandır gülmekten altıma etmiyordum, bu gece de itiraf ettim ama bir inanan çıkmadı. Ben bu gece gülmekten bilfiil altıma ettim Galata’da!  Ben ne çeşit bir canavarmışım da haberim yokmuş.
      Kuzen sanatçı. Kariyerinin son kısmını Salamanca’da tamamladı. Yıllardır Barcelona-Floransa hattında yaşıyor. İki seneye İspanyol vatandaşı olacak. (Ben de büyüyünce olacaktım, ama baktım büyüme ihtimalim sıfır, evlenerek olayım dedim. Sonra şakası bile kötü geldi, Çin’e kaçacaktım ki, baktım benim müstakbel Katalan kaçmış oraya. Ben burada kaldım güvende olayım diye.) Kuzenin hayatımın İspanya kısmında bana ettiği iyiliği kimse etmemiştir bana. Okur bilir. İspanya’dan hafta sonu için gelen bahtsız sevgilime bakmıştır öğrenci haliyle. “Şey, kuzen benim İspanyol’a bakar mısın bugün? Ben çok sıkıldım da!” Çocukken kardeşini pazara götürmek için bile annesinden para istermiş, benden beş kuruş almadan bu kutsal görevi üstlendi ya, Allah ondan razı olsun. Javier’i (bana gökten yıldız alan delikanlı) götürüp 24 saat içkiye boğmuşlar, sıcak şarap bile yapmışlar öğrenci halleriyle. Tek lokma yedirmeden içirmişler garibe. Ertesi gün teslim saatinde bana getirdiler. Üniversitede de parti var. Ama yemek var, içmek yok. Delikanlıyı teslim alıp partiye gark ettiğimizde bize kurduğu şu cümleyi hiç unutmadık: “Un día comer, un día beber” (Bir gün yemek, bir gün içmek)
      Annemin ne cadaloz olduğunu hatırladık. “Freaky hatun”, dedi kuzen. “Bundan deli olmasın, delidir”. Annemin bir ud çalan taklidini yaptı ki, annem sandım. Sonra benim bile bilmediğim bir detayı öğrendim. Juan Ignacio nam bir İspanyolumuz vardı nurtopu gibi, bize gelmişti. Annem hiç haz etmemişti kendisinden. Masada öksürünce annem Ozzy’ye “sevmedim herifi, soğuk odada yatırdım, oh, hastalanmış”, demiş. 12 yıl sonra bugün öğrenmeme ne dersiniz?
       Bar masasına tünemiş içiyorduk Sensus’ta. Bir zata kızıyordum yine “psikopat”, diye. Ozzy her zamanki o en sevdiğim repliği tekrarladı. “Bakma sen buna, psikopat kendisi. Herkes masum.” Bir şey değil Ebru’yu da pek sevdim. İmajı camdan olanın burnu boktan kurtulmaz demiş atalarımız. (Bu arada Ebru’nun doktora tezine bayıldım: Çok gezen insanların yemek tariflerindeki farklılıklarla yapılan sosyal bir analiz.) Gelecek ay İspanya’dan ödüllü romanım Doğan Kitap’tan tekrar çıkacak. Çok sevdiğim bir diyalog buldum o kitapta:
Nosta (Ben yani): “Haydi geçin içeri, size biraz psikologluk yapayım?
Kızlar: “Psikolog mu? Senden olsa olsa psikopat olur!”
    Hal böyle olunca hatırladım tabii. Bunu tek söyleyen kuzen değildi ki!
        Salamanca günlerini andık. Doktora sonrası yemek akabinde kuzenin evine gelmiştim elimde raporlar. O anı kuzen Ozzy şöyle anlatıyor: “Kuzen kapıdan girdi. ‘Cumlaude aldım!’ dedi. İyi bir şeymiş cumlaude, yüksek onur ödülüymüş İspanya’da. Ben ne bileyim. Bildiğim tek Cumlaude vardı, o da disko!” Tam da Cumlaude nam diskonun o insan boyu devasa kolonlarına çıkıp dans eden salak Amerikalıları taklit ediyordum ki, o an daha bir komik geldi manzara gözüme. Cumlaude eski bir manastır Salamanca’da. Disko olduğundan beri gelirini de kimler alıyor bilin bakalım! Rahibeler!  Tek başınıza bile gidip dans edebilirsiniz, kıro yok, asılan yok, rahatsız eden yok. Gölgenizle sabaha kadar dans edebilirsiniz. Hey yavrum, medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar…
      Off, daha ne komik şeyler hatırladık. Ama anlatamam. Neyse, şöyle ucundan anlatayım. Yaptığım suigeneris bir kötülüğün cezası olarak başıma gelenlere bakalım. Girdiğim bir bijuteri dükkânında bir yüzük denedim. Parmağıma taktım. Sonra bir çığlık duydum, sonra da zifiri karanlık. Gözlerimi açtım, ambulanstayım. Kafamda koca bir chichón (Türkçesini wallahi bilmiyorum) şişmeye devam ediyor. Javier karşımda, gazetecilerle röportaj yapıyor. Neyse, ben ölmüyorum. Ertesi gün polise gidiyoruz şikâyette bulunmaya. Karakolda bekleme salonunda bir gazeteye bakarak oyalanıyoruz. Abariiii… O da ne? Bir 3. sayfa haberi: “Salamanca Üniversitesi öğrencisi Türk kızı O.K. (27) nişanlısıyla yüzük almaya girdiği dükkânda kafasına tavan çökerek yaralandı”. Yüzük, saçma pembe bir yüzüktü, ama bu haber başıma neler neler açtı. Hikâyenin tamamını ölmeden önce yazacağım, lakin sanırım bu kadarı bile yeterli. Kuzenden yoruma bakın: “Salamanca’da binalar zaten en iyi ihtimalle 500 yıllık. Taş gibi taştan yapılıyor. Yüzyıllardır çökmemiş, kuzenin kafasına çöküyor! Hak etti tabii.”
      Bu arada kuzen Reina Sofia Müzesi’nde eserleri sergilen birkaç Türk’ten biri. Zekâ ve yetenek enflasyonudur. Sülalenin en parlak figürü bence. Övünmek gibi olmasın hepimiz hafif kontağızdır, bol çılgınlı bir sülaleyizdir, ama Ozzy başkadır. Gecen Cuma yeni bir sergisi açıldı Kadıköy Hush Gallery’de. Yolunuz düşerse gidin, yakışıklı eserler.
      Geçen senelerde Yunan adalarına yaptıkları seyahatleri resimlerden takip edip çatır çatır çatlamıştım. Dün gece tek başına bir cruise’de yaptığı bir seyahati anlattı. Galata’dan Taksim’e yürüdük dört kafadar. (Yolda neler gördük neler, ama kahkaha komasından korkamadık duruma) Tam Şişhane’nin sokak lambaları altında durup bu macerayı dinledik, Ozzy de pek güzel anlatıyor anacımmm… Sen git, iç iç, sonra geminin ucunda tek başına Titanik yapmaya çalış. Sonra gelsin Yunan güvenlik görevlileri, kolundan tutup indirsin. Yakışır kuzenime. Yalnız yolculukta sıkılır mı benim kuzenim? Haşaaa… Ne yapar? Ağlarla örtülmüş havuza tramplenden atlar… Hey yavrum, hey. Ağlar bedenine desen olur günlerce! Bir tanedir benim kuzenim. Zaten iki tane olsa bu TC’nin halini düşünemiyorum ben!!! Kuzzzzeeennn,  on numarasınnnn bir tanemmm…
     Gelelim günün anlam ve önemine. Kardeşim evini kakalaklar (kelimeyi yeni öğrendim, hemen cümlede kullandım) bastığından mütevellit benim eve taşındı. Alt katında fırın olan evde yaşamayacaksın anacııım. Sıcaktan tepelere çıkıyormuş Hamam Fatmaları. Yavrukuşum  evi ilaçlayıp bana taşındı. (Geri döndüğünde hepsini gaz maskesiyle, insan boyunda elinde gazete, sırtında İbrahim Tatlıses atleti, kıçında çizgili pijamayla bulmasından korkuyorum.)  Ben de bir daha evine dönmesin, benimle kalsın diye mutfağa girdim, mısır ekmeği seviyesine kadar çıktım. “Oo, abla, eve bağlama büyüsü falan”, dedi. “Kalbe giden yol mideden geçiyor ya, ben de doğrudan mideye gelip orada kalıyor,  abla. Kalp olmaduğunaaa…”  Oh, bir şenlik bir şenlik.  Cuma günü de onu aramayınca bana şu sms’i göndermiş. “Aramadın, ilişkimiz rutine mi bindi?” Bu da bir Yiğit Özgür karikatürüne göndermeydi tabii yalnız ikimizin anladığı.
      Kardeşim küçükken “beni kucağıma al” derdi. Ben de her sabah Mr. Mutluluk Hattı’nın odasına gider ona sarılıp böyle derim. Ama nereden bilirdim, Cafer’e hiç söylememişim bunu. Spordan çıktım, elimde koca çanta, Kabalcı’nın önünde buluştuk. Cafer’e “beni kucağıma al!” dedim, Cafer de aldı. Beşiktaş’ın orta yerinde eğlence oldu millete. Benim bunu gelip geçen öğrencilere açıklayacak vaktim olmadı. (Hem de hiç)
      Sanırım gerçek bir kalpsiz oldum. Bende de olay midede tıkanmaya başladı. Geçen gün Caferciğim’le Kazan’da biralanıyorduk.  Yeni e-mail adresimi herkes gönderirken hayatımdan sildiğim birine de gönderdiğimi fark etmiş. Ben unutmuşum, o görmüş toplu listeden. Bana “Kubilay’a da göndermişsin”, dedi. “Kubilay kim ya?” dedim. “Kubilay işte” dedi. Sonuç: Herifi hayatımızdan nasıl sildiysek iki kişi yarım saatte adını hatırlayamadık. Tek hatırladığımız K harfi ile başladığı! Daha iki ay olmadı, sıfırladık abiyi. Kafamdaki çipi çevirince ertesi gün başka bir insan olduğuma bazen ben bile inanamıyorum!
      Gelelim günün anlam ve önemine. Kitap yazarken uyku düzenim değişti tabii. Bazen azıcık dinlenip devam edeyim diye giriyorum yorganın altına, kalkamıyorum. Bu gece de öyle olmuştu. Ama kardeşim eline aldığı bir havluyla bana Serdar Ortaç şov yapınca kahkahadan boğulmamak için kalktım, bir daha da uyuyamadım. (Blog yazdım fırsat o fırsat). Biz severiz Sertar’ı. Her sene Kuruçeşme’de verdiği konser bizim evin içinden net olarak duyulur. Değil şarkılar, ara sözler bile mutfağa kadar gelir. Bu yaz Arena’da izleyeceğiz delikanlıyı. Neden mi seviyoruz onu? Hayatının on yılını Rock dünyasında yazarlık yapan biri nasıl olur da Serdar’ı sever mi diyorsunuz? Sempatik buluyoruz herifi. Üstelik içimizdeki hücreleri uyandırıyor. Dans ettiriyor. Milli kodlarımızla oynuyor. Bu gece o milli kodları çözdük. Saçma bir milletiz ya, saçma sözlerle kendimizden geçiyoruz. Merve’nin (kardeşimin) bir arkadaşının yorumuna hasta oldum: “Bir şarkı 4 dakika 11 saniyede hiç mi bir şey anlatmaz ya?” Sizin için Serdar’ın şarkılarından düzgün beslenen bir insanın bu dünyada ve öteki dünyada asla yazamayacağı sözler seçtik. Bakalım neler bulduk sadece 3 albümde:

“Varlığın içime dert olur, ama yine bulunsun”

“Tozşeker olsun yerim, ben gönlümden zenginim.
Hissime n’olur güven, ta altyapıdan sezginim
Bol sulu aşktan hoş kafam
Koy nargile olsun havam
Tavşankanı demle şu çayı, tak ortasına yarım ayı.”

“Yüz yüze bakışalım hangimiz platonik?
Yüz yüze bakışalım, hangimiz fotojenik?”

“Aşk bu kızılötesi, yaralı müzesi, hareket edemem.”

“Çıkacak bu kalp yerinden: söyle çıkmasın.”

“Acılarım heveste, güneş açar aheste, bir kapalı kafesteyim
Topu topu bir deste, ara sıra bir besle, iki nota bir besteyim.”
(Bu sözlere ben olsam şöyle devam ederdim: “Ördeklerim güneşte, yiyorlar küpeşte, tavuklarla kümesteyim”. Hadi, saklamayın, ben de kıvırdım bu işiii….)
“Haber aldım gökyüzünden, yağacakmış kar bu hafta, en azından yaklaşıyorsun.”

“Var mı beyin açıcı?”

“Sana kalsaydım tutanaktaydım, boşamaktan hüznü”.

“Bu da çözüm olmadı yaramıza, seni öne yazalım yürek atamasına.”

“Hevesini kıra kıra bir lokma çocuğun.

“Sana birkaç eziyet sundum, seni bu aralar oyalar.”

Sonra baktık ki bunca söz arasında en anlamlısı şu: “Clap your hands and move your body!

      Ama kardeşim buradan bana sizlere sesleniyor:
“Lütfen Serdar’ı hep sevdiğimizi ve de seveceğimizi de yazar mısın?”
     Yazarım anacım, severiz biz onu, “Je t’aime, ille de je t'aime, emret yolunda dağları aşıp gelem”…. Ooo…
  Sözlerime Mr. Mutluluk Hattı’nın son haiku’suyla son veriyorum:

“Değirmen hayat,
Ömrüm oldukça ömrünsün,
Aşk bitmez, geçer.”

      Aklınızı kullanın, âşık olmayın anacıııımm… Hayat âşık olunmayacak kadar güzelll yeavrooom… Yine Serdar’la bitiriyorum: “Vazgeçtim seni sevmekten, vazgeçtim seni sevmekten!”
      Var mı beyin açıcı????

8 Mayıs 2012

REDHOUSE’U NASIL BİLİRSİNİZ?


    Dağ mantarı, mis kokulu Lübnan şarabı ve sıcak bir baharıyla günü yarılamış mutlu bir formatımla karşınızdayım. (Benden uzun bir süre haber alamazsanız o dağ mantarlarının poposu poposuna -acıtmadan- vurursunuz). İslam Korkusu’na gark olmuş durumdayım. Son altı günde 87 sayfa yazmışım. (Picasso’nun resmi 15 dakikada yaptığına şaşan herife cevap verdiği gibi, “40 yıl artı 15 dakika” demek isterdim ama: olay aslında öyle olmadı!) Hesaplarıma göre yıl sonunda 24 cilt artı 4 ek ciltlik bir İslam Korkusu ansiklopedisi çıkaracağım ve Dirayet İşleri’ne vereceğim (bunca dirayetten sona ancak ona yakışır diyerekten).
       Doktorcuğum alın çizgimi -daha ziyade alnımdaki Gran Canyon’u- yok etti. Ben de diyorum hayatım neden şenlendi? Belâlar da alın yazısıyla yok oluverdi. Geliştirdiğim son hobi televizyon programlarından sonra Alaattin’e (doktorumuz) de haber verip cümle aile toplanıp olmayan çizgiye bakıp ona dua etmek. Bugün de başka bir program var, Cengiz Hoca’yla Batı Divanı’na gidiyorum. Ama küçük bir sorun var. Bir kırmızı, bir beyaz iki şişe şarabın dibini görmek üzereyim. Şu anda on cilt Don Camillo yazacak kıvamdayım. Aklıma Rachid Taha’nın Helsinki konseri geldi. Adamım nasıl sarhoş olmuşsa sahnede düşüp şarkısını yattığı yerden bitirdiydi. Adamlar gelip zor kaldırdılardı yakışıklıyı. Programda sonumu görür gibiyim.
     Mısırlı eski sevgilim mail göndermiş. Sadece bir satır: “Beni hatırladın mı?” diye. Ağır vaka. 1-Neden, hayvan mıyım ben? 2- Neden, amnesiye mi tutuldum ben? Oradan öyle mi görünüyor? 3-Sizde Mısır baharı var da biz de TC sonbaharı mı var? Yaşlandım mı ben? Alzheimer mı oldum güzelim? 4-Şanım mı bu mudur? Kalpsiz miyim ben, öyle sevgili unutayım Amr’cığım, -pardon Hussein’di değil mi? 5-Her şeyi unutsam bana yaptığın kıskançlıkları unutmam habibi. (Telefonda bağıra bağıra “seni seviyorum” dedirtme maraziyeti, hem de mazeretsiz!)  Allahım, ne biçim vahşi bir imaj semirmiş halemde onca sene derken aklıma en az yirmi yıl önce gördüğüm şenlikli bir karikatür geldi. Delikanlı telefonda kızla konuşmaktadır ve ona “evet hayatım, saçmalama, resmin tabii ki de şu anda tam karşımda” der. Karşısında, konsolda yaklaşık yirmi çerçeveli hatun resmi vardır! Ben evinde uslu uslu oturup kitabını yazan masum bir hatunkişiyim ya…
       Ha, ayrıca, El Mısrî’nin bana bu saçma mesajı yazmasına pek bir güldüm de, ona “Anacım, ben senden roman kahramanı yapıp değerlendirdim seni -arkadaşım Ana’nın dediği gibi “rentabilize ettim” - diyemedim tabii. Yeryüzünde bulunan nadir yakışıklı, bilge ve kültür enflasyonu içinde olan insanlardandı El Mısrî. Ya seyyyiidd… Onu Amr Diab’la karıştırıp El Mısrî yapmıştım romanda. Fiyakalı olmuştu. İnsanın sevdiği, saydığı birini romanında ölümsüzleştirmesinde bir sakınca gören varsa şu an beri gelsin. ( İki şişe içtim, artı haftada üç gün sıkı spor yapıyorum, hayli ağır kaldırıyorum. Bir arkadaşın dediği gibi hayatta ayakucunda uyunmaması gereken 10 kadından biriyim. Kırarım kemiklerinizi.)
       Son zamanlarda keyfim yerinde a dostlar. İki hafta önce Matbah’taydık gençlerle. Necati Yılmaz Fatih dönemi yemeklerini damağımıza uygun bir hale getirmiş. Karides, istiridye, kaz eti, kuzu eti, ördek eti ve daha neler neler… Mide spazmı formatında bitirdik geceyi. Ağzına et koymayan ben ihya oldum. Gelibolu’dan gelen bir yaşındaki kuzu etinden sonra ete et demem. Yolunuz düşerse Sultanahmet’te Imperial Ottoman Otel’in o enfes manzarasına kurulun ve kendinizi Necati’ye bırakın derim: O seçsin, siz yiyin.
        13 yıldır çalıştığım üniversitemde beni delirttiler ve ben de delirmeden önce çok sevdiğim bir hocamızdan akıl almaya gittim Galatasaray Üniversitesi’ne. (Alto doğada bulunmayan bir sesmiş, akıl da benim bünyede barınamayan bir şey. Ben de pek sevdiğim hocadan aklıselim ödünç almaya gittim.) “Dert etme”, dedi. “Gel içelim”. (En sevdiğim insan tipi!) Üniversitenin leziz barı kapalıymış, biz de biraz yürüdük. Haliyle bizim üniversitede bitti parkur. Bir sonraki karede bizim üniversitenin terasında birlikte içiyorduk. İşte o an anladım ki benim bu üniversitede ölmek kaderim ve alnımı düzelten Alaattin çizgimin bu kısmını düzeltememiş. Alooo, Alaaatttim, anacım lambanın gazına bi baksan diyorum… Kaçak var galiba. (Şey, aslında güzel oldu, Alaattin, kaderimin diğer kısmına karışma anacım.)
       Vağarşak Hazretleri benim kitap yazmak için inzivaya çekilmeme çok gülüp bana “çakma münzevi” diyor. Gerçekten de son iki haftadır eve uğramamışım, yemiş içmiş gezmişim, çuvalla sayfa okumuş yazmışım. Soruyorlar, “bu enerjiyi nereden buluyorsun?” diye. Bir bilsem. Şebnem İşigüzel’in o çok sevdiğim kitabı Sarmaşık’ta ödül alan yazar Abidin’e soruyorlar nereden buluyorsun bunları diye? Ödül töreninde bu soruya pantolonunu indirerek poposunu göstererek cevap veriyor. Hastasıyım Şebnem’in ve cesur kaleminin. TC şartlarında en sevdiğim yazar o. Okumaya başlayıp da kusacak hale geldiğimden okuyamadığım kitapları var. (Çöplük, Kirpiklerim Gölgesi) hediye ediyorum dirayetli arkadaşlara. Kelimeleri silah yapıp insanların bünyesiyle oynayacak kadar başarılı bir kalem Şebnem. O yazıyor, millet hâlâ osuruktan yazarlar okumaya devam ediyor. Protestodayım.
        Vağarşak Bey “iç’tima” topladı. Her zamanki gibi 1. hecede vurgu vardı. Askoros nam bir mekânda cümle deli yedik, içtik. Eve geldiğimde gülmekten hâlâ karın kaslarım ağrıyordu. Vağarşak Bey Ekim ayında Kınalı adadaki evinde olacakmış. Ari’nin dediğine göre ev denize değil, deniz eve bakıyormuş. Vağarşak Bey Hazretleri’nin ailesi 3. bir çocuk isterse, ben İffet’le İsmail’i satabilirim diye düşündüm. (Sadık okuyucu hatırlayacaktır. Yazın Caferciğim’le Kınalı sahillerinde güneşlenirken buzzzz gibi bira almak için süper markete gitmiş, tam parayı verirken önümde Vağarşak Bey’e benzeyen bir çift görmüş ve şöyle sormuştum: “Siz sakın Vağarşak Bey’in anne ve babası olmayasınız?”  Ve cevabı almıştım: “Bildiğimiz kadarıyla öyleyiz!” ) Velhasıl ben de eve kapağı atmanın bir yolu olarak Balina Cif (böyle içmeye devam edersem çok yakında bu sıfata layık olacağımı da hesapladım da) olarak cam ve bulaşık işlerinden sorumlu (sorumsuz?) elaman alarak aileye hizmetçi kimliğiyle girmeye karar verdim. Pembe plastik eldivenlerim hazır. Ama Ari’nin dediğine göre işim zormuş, çünkü ev Şişe-Cam fabrikasıymış! Vağarşak Beyy, Alllaaaahım size geliyorummm…
        Mavi yolculuğu özledim. Bu yaz Lisanî Osmanî hocamıza küs olmamdan mütevellit, nah bana mavi yolculuk. Biz de eskileri andık bütün gece. Ari âlem çocuktur vesselam, ayrıca dün gece formunun doruğundaydı. Rakı kana karışınca neler neler anlattı. Mavi yolculukta yandan geçen gemilerle muhatap olup onların uzaktan bağırma efekti sorularına cevap veriyorduk. Ben de dragomanlık yapıyordum severek. Ari yıktı bizi: “Özlem Hoca bakıyor, Portekiz bandıra. Hemen çipi Portekizce’ye çeviriyor. Portekizce çemkiriyor!”  Bir de unutulmayan bir an vardı bizim Blue voyage’da… Alkol ve yiyecek stoku tazelemek için bir köye inmiştik. Sahilde turistcanlar teknede bulaşık yıkayıp köpüklü suyu döküyor denize. Sinirim tavan yaptı, doğrudan memleketimin dilinde daldım adamlara bakmadan bandıraya. Yarım saat vaaz çektim.  Ari beni uyarmış, “Hocam, adamlar İtalyan, bandıraya bak!”… Benden Burhansal  el-cevap “Ha, tağam o zaman: Auıaoeömfşweçfwfvgşö öb”. (Ari’nin adamlara İtalyanca verdiğim vaazın taklidini görmek için tıkla!) Ben şahsen hala gülüyorum. Ari’nin konuya dair son repliği bana yeni isim verdi: “Özlem Hoca Redhouse gibi çalışıyor, ama o cep sözlüklerinden değil, büyük olanlardan.”
    Nasıl özlemişim canları! “Et mi, balık mı?” sorusuna Ari cevap verdi: “Dedem balıkçıydı ve “içinde R harfi olmayan aylarda balık yenmez”, derdi. Mayıs’ta da yok!”. Dedemizin sözü Ermenice aylar için geçerliydi, ama Ariciğim üşenmeyip hesapladı İngilizce aylar da vecizeyi utandırmıyor: Wal-hasıl, Mayıs, Haziran, Temmuz, Ağustos balık yemiyoruz, Ermeni kardeşlerimizin atalarına güveniyoruz. Bir de şunu öğrendik Ari’den: Suriye’de herkese yaşına kadar rakı veriliyormuş. Ona da 20’lik çıkarmışlar. Ari? 20’lik? İlk 15 dakika için yetebilir belki! Her hafta yeni bir gastronomik noktada toplanmaya karar verdik. İki hafta sonra Kurtuluş’ta bir Ermeni lokantasıyla başlamayı teklif ettik Hazret’e. Kabul gördü.
       Masada kimya mühendisi olunca konu nasıl olduysa helyuma geldi. Benim de çocukluk anılarım canlandı. Nefret ederim helyumdan. Çocukluğumu yedi benim o helyum denen illet. Çenem kapansın diye bana geceleri fuarda aldıkları balon usulca adi helyumun da teşvikiyle kolumdan kopar gider, bileğimde balonun sapı kalakalırdı. Bakakalırdım ipe. Hiç sevmezdim o helyumu ben. Hiç!
      Dün gece başıma gelen saçma bir vakayı konuşmak için gecenin sabaha duran saatlerinde Erol’u arayıp ona dert yandım. Sonra birlikte saçma sapan sahneler yazdık kafamızda. Merve’de yattığı yerden İspanyolların dediği gibi “tavada yumurta olmuş gözleriyle” dinledi bizi. Bugün konuya dair yaptığım bir yoruma kardeşimden sms: “Abla, Erol Komplo Teorileri’ni senle birlikte mi yazdı?”
    Aile eşrafı Kaz dağlarında. Kardeşim babama “GS şampiyon mu olacak?” gibi bilimsel bir soru sormak için telefon etti. O an annemin varlığını hemen hissediverdik. (Bu hissi bize telefonda da olsa yaşattı ya, helal olsun). Babamın cümle kurmasına izin vermeden telefonu kapan anneme bağlanıyoruz şimdi: “ Bana de bakim? Ne diyorsun? Şampiyon mu olacakmış? Olamaz. Neden? Çünkü her şeyin başı çalışmak, çok çalışacaksınız, şans mans değil. Futbolcular kendilerini çalışmaya vermiyorlar,  geceleri barlarda kızlarla sürtüyorlar, sonra da yorgun argın geliyorlar.” Bu diyalog kurgu filan değil, has be has gerçek. Anladınız mı şimdi roman kahramanlarım neden gerçek diye. Şimdi de mikrofonu kardeşime verelim: “Evet, buradan tüm annelere sesleniyoruz, madem futboldan anlamıyorsunuz, bizi futboldan soğutmayın.  Allahım, 2012 olimpiyatlarının resmi antrenörü ya!
      Yalan Dünya her zamanki gibi muhteşemdi. Gülse Birsel hâlâ memleketimde en takdir ettiğim kadın: son 5 yıldır olduğu gibi. Açılay’ın Emir’e kelime cinsinden tokadı bu bölümün zirvesi oldu benim için:  “Aşk böyle bir şey değil!” Walla nasıl bir şey olduğunu çözen beri gelsin.
     Bu bölümü beni yazmaya teşvik eden sevgili Selçuk’a adıyorum. Onu alnından öpüyorum.