26 Ekim 2014

UYKUSUZLUK ÖZLEMİ

Sekiz saat uyuyan insana „salak“ diyen Napolyon beni görseydi inanın gurur enflasyonuna girerdi benimle. (Bu arada Arapların Napolyon’a ne dediğini biliyor musunuz? Nabulyun. Malum dilde „p“ ve „o“ harfi olmayınca böyle oluyor. Kapa parantez). Günde üç saat uykuyla yarın ölecekmiş gibi bu dünya için çalışıyorum anacımm. Şu uykusuzluk gömleğini çıkarmak istiyorum artık ben, Numan Abi! Caiz midir? Aynı anda üç kitap yazıp bir tv programı çekiyoruz, bir de gazete sayfası. Bu arada üniversitedeki dersler de devam ediyor tabii, çocuklar şerrimden korunmak için sarımsaklarını takıp geliyorlar. İki de kulüp kurduk: tarih ve gastronomi. Yunanca’da galaksi seviyesine geldik. Bu enfes dilde 11. zafer yılım. Salı-Perşembe kurslar devam ediyor. Uykusuzluk özlemi oldum ben anlayacağınız. Akşam eve gelip gün içinde yaptıklarımı düşünürken başım dönüyor. Tek ihtiyacım bir son ütücü. Eve gaz maskesiyle giriliyor. Koltuklara otururken fazla debelenmezseniz tozlar yapıştığı yerde kalır. Size diyorum. „Bazen uğra bize, yok hiç kötü niyetim“ diye bir şarkı vardı ya, haftanın bir numarası bende o şarkı. Bir Cif’imi için, buyrun. Alın elinize bir toz bezi, uğrayın bana. Yok anam, ben Demirhan’ın çocuklarıyla kuracağı Demirhan Baylan Band’i bekliyorum. Kendisi çocukları elinde musiki aletleriyle metroya yollamaya düşünüyor, ama ben onları erkenden sigortalarım. Mehmet’le „Zaman Treni“ nam bir programa ve gazete köşesine başladık. Haftaya Pazar günü (20.00’de) Ulusal Kanal’da ve Aydınlık’ta hizmetinizdeyiz. Küçükken babamla TRT’ye gider, akşama kadar kuyruk gibi peşinde dolaşırdım. O günlere geri döndüm. Mehmet’in peşinde kanalda ördek yavrusu gibiyim. Çılgın bir tarih programıyla sımsıkı geliyoruz. Japonya’nın I. Dünya Savaşı’na katılmadığını sanıyorsunuz değil mi? Üzülmeyin, Japonlar da öyle sanıyor. Barbaros Hayreddin’in şimdiye kadar hiç bilinmeyen bir kardeşi olduğunu biliyor muydunuz peki? Adı Yusuf. Ya kaburga dolmasının bilinen ilk mucidinin Hititler olduğunu? Atatürk’ün aslında Türkler ve Tanrı hakkındaki görüşlerine ne demeli? Ortalığı yıkmaya geliyoruz. Kemerlerinizi bağlayın deriz. Çekerken çok eğleniyoruz, siz de izlerken çok eğleneceksiniz. Sloven illerinden misafirlerim geldi. Evde kamp kurduk. Ben de bu sayede evin yolunu hatırlamış oldum. Henüz mahalleli satmamış bizim evi. Mirjana ve Marco’yla evde resmi dil Slovence’ye döndü. Rüyada gibiyim. Hayatımda gördüğüm en komik adamlardan Marco. Ülkenin siyasi durumunu yarım saatlik bir stand up show’la açıkladı. Tek başına dünyadaki bütün kadınlardan daha fazla ve hızlı konuşabiliyor. Bıraksan dünyanın tüm konuşma ihtiyacını tek başına kendisi karşılayabilir, o derece. Slovenya’nın doğuşundan düne kadar olan tarihini 3 günde söktüm vallahi. Hastasıyım. Dünyayı anlattı. Tito öldüğünde cezanesinin Ljubljana’dan Belgrad‘a taşınırken tren yolunun ağlayan insanlarla dolduğunu, Slovence’de Arapça’da da olan ikilin olduğunu, (İki kadın ayrı, iki erkek için ayrı fiil ve sıfat çekimi var. Kabustan hallice), Slovenya gibi cennet bir ülkede resmi yolsuzluğunun %97’ye vardığını, Slovenya’nın en büyük baş belasının ihtiyar seçmenler olduğunu… Ben en çok pratik bir bilgi olan dünyanın en ucuz birasının Prag’da olmasıyla ilgilendim. Çekleri o kadar sevmiyorum ki, biradan havuz yapsalar ayağımı sokmam. Çekistan’da yolda saat ya da yol sorduğunuz tek bir kişiden cevap alabilirseniz gelin, alnınızdan öpeceğim. Ev deyince aklıma geldi anacımm. (Kavram kullanılmayınca kelime de unutuluyor linguistlere göre ya, yoksa aklıma gelmez. Kardeşime bakarsan “akıl” kavramı da bende durmadığı için “aklıma bir şey geldi deyince, “Allah bilir nerene geldi!” diyor. ) Yıllar önce üç yaşındaki kardeşimin telefonda ‘Orası kimin evi?’ diye soran bir kadına verdiği cevap hala evde saygıyla anılır: “Ailemizin evi!” Durun durun, daha iyisi var. Dört yaşında bile değilken bir akşam okul dönüşü zatıalilerine yönelttiğim ‘Beni arayan oldu mu?’ sorusuna cevabı: « Evet. Makiko, telefon sapığı, Oğuz, konservatuardan Halil. » (Bana sorarsanız esas sapık benmişim, çünkü bütün bu diyalogları günü gününe kaydetmişim. Tarihçi olmaktan başka şansım yokmuş zaten). Rejimdeyim. Tam faşist rejim. Bir deri bir kemik kalıp artan derilerimi THK’na bağışlayana kadar devam. Ara Cafe’de bizim gençler yemeğe yumuldular. Sıra bana gelince garson kıza cevabım netti: „Bana da gözyaşı getirir misiniz?“ Sabahları spor salonunda 7 km koşuyoruz. Koşuyoruz dediysem, ben ve yalnızlığım. (Çok kalabalığız anlayacağınız.) Eskiden ne güzel Müzeyyen Teyze olurdu, onunla yaz-kış iki müdavim kalırdık. Sevgili okuyucu hatırlar. Müzeyyen Teyze 80 yaşında, alzheimer hastası. Saatlerce çalışıp hangi aleti yaptığını unutup bir daha yapıyordu hareketleri. Bu sayede Rambo tadında kalıyordu. Bacaklarıyla 70 kg kaldırdığına şahit olduğumda gözlerim tavada yumurta gibi olmuştu. O alzheimer bende olsa, ben sadece yediğimi unutur tekrar yerim, Hüsmen Dayı tadında olurum. Akıl sağlığı durumu olsa facebook’ta benimki „complicated“ olur şüpheye mahal olmadan. Tatlı bir ruh gibi dolaşıyorum, kraliçenin çay partisine yetişmeye çalışan tavşan tadında. Geçen sabah, -hani şu okula bir gün önce gittiğimi sandığım saatlerden birinde-, (kargalarla kalkıp spor yapmış, gün doğmadan okula gelmişim), endorfin fışkırıyor, kahkahayla fakülteye giriyorum. İşte tam o esnada Serkan’la aramızda geçen diyalog: -Özlem ne içtin? -Çaayyy. -Onu demiyorum. İçine ne koydun? Ağlasam yeri. Şeker bile koyamazken o çaya hem de. Bonzai desen, onu benim hücrelerimden yapıyorlar zaten. Anacım ben sigara bile içmiyorum. Mario söyledi, Rusya’da krokodil nam bir meret çıkmış. Bonzainin deli modeli. İnsanın derisini döktüğü için bu adı vermişler. Düşündüm de Ruslar kendilerine katlanmak için ne bulsalar içiyorlar. Yakışır. Mevzu Balkanlar’dan açıldı madem, devam edelim. 89’da Bulagaristan’dan gelen bir arkadaşım vardı. Kocasını Bulgarlar arabayla birlikte çalmışlar! (Hırsızların numarasını istiyorsunuz di mi kızlar? Yok anam, Türk kocaları çalmıyorlarmış. Üzerine araba verip kaçıyorlarmış.) Giden arabanın şöfor koltuğuna atlayıvermişler. Bizim arkadaşın kocasını da önce yan koltuğa, sonra da diğer kapıdan aşağı atıvermişler. Nasıl hikâye? Bence bu insanın Bulgaristan’daki araba çılgınlığı ile ilgili duyabileceği en “light” anı. Başka bir arkadaşımın babasının adamlarını da çuvala koyup ormanda bırakmışlar. Dikkat edin, Sofya’ya giderseniz akciğerlerinizi filan çalıp nefes almasınlar.////////////// Bayramda Antalya’ya kaçtık. Meral’imi de alıp sülalenin bütün kızları mayoları giydik dizildik sahile. Gran tuvalet bir amca geldi, önümüze dikilip herkese tek tek baktı. Öylece durdu önümüzde. Ne yaptığını sorduk çaresiz. El cevap: “Bağıyom!”. Yok, bence krokodile ihtiyacı olan biziz. Kendi kendimize katlanmak için son şansımız. ///////////// Hande gerçekten beni öldürmek için var. Telefon çalar. “Şu anda yanımda çok yakışlıklı biri var. Hazır roman kahramanı. Roman yaz üzerine otursun, o derece.” Kılıçdaroğlu’nun dediği gibi kendisini Leman dergisine emanet ediyorum. Bir de bizim öğrencileri aynı dergiye emanet ediyorum. (Yerler onalar o dergiyi ya!) Geçen gün bir tanesiyle bir hocamız arasında şu diyalog yaşanmış: //////////////-Hocam size bir sır vereyim mi, ben İngilizce bilmiyorum. (Bu arada bizim üniversitede dersler İngilizce işleniyor. Kapa parantez.) -Nasıl anlıyorsun dersleri? -Bilmece gibi bakıyorum olaya, parçaları birleştiriyorum falan, öyle yani.///////////// Dün konusu açılınca ben de buradan bir sıra geçeyim dedim. Dünyanın ilk romanını bir Japon kadınını yazdığını biliyor muydunuz? Murasaki Shikibu. Prens Genji’nin yazarı. Okumadan ölmeyin. 11. yüzyıl. Bir de bizim saray kadınlarına bak. Dikiş-nakış, entrika, mücevher filan. Avrupa’nın bilinen ilk romanı malumunuz Don Quijote. Ondan 50 yıl önce çıkan pikaresk romanları saymazsak tabii. Ve lakin geçen yıl Hırvatistan’dan Avrupa’nın ilk romanının Petar Zoranić’in Planine’si (Dağlar) olduğunu öğrenmiştim. Yazım 1538, basım 1569. Bizim ellerde ilk roman Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat, 1871. Üç buçuk asır sonra! ////////////// O kadar kalabalığım ki, kardeşimin arkadaşı Zehra’nın kavuran yaz sıcaklarında telefonda “O kadar yalnızım ki, overlokçu bile geçmiyor” demesini hatırladım çaresiz. Hani yatarken hayal kurarsın ya, işte kafanın yastıkla teması bende saniyesinde uykuya geçmek demek olduğu için tam da şu aralar hayallerimi kuracak birisine ihtiyacım var. Sahibinden ihtiyaçtan hayaliniz varsa, o da olur. ////////////////////// Hala aklımda Gürcistan’da tanıştığımız opera sanatçısı Stefan’ın bize söylediği şarkı var. Müptelası oldum. Siz de kaçırmayın bence: Du liegst mir im herzen. Tam karnaval diyarında doğacak insan evladıymışım ben. Yanlış olmuş. Geri versinler beni. Açlık da başıma vurdu zaten. Hayallerimin ekranlarında nohut-pilav arabası geçmeye başladı yine. Gözyaşı getirin bana!