21 Haziran 2015

BEN OLAYA MAKRO BAKIYORUM ABİ!


      Ohh, eğleniyor muyuz anam? Bir de bana sorun.  Kösem’in biyografisini yazarken oturduğum yerde 50 yıl yaşlandım.  Kan, revan, ihanet, Bizans oyunları ile dolu yarım asrın tarihi. Naima’nın tatlı bir küfrüne de pek güldüm bu arada: “Karpuz kiyafetli pezevenk”. Hırvat kaynaklarından çıkan Deli Mustafa’nın aktivitelerine de bayılacaksınız.  Halk içinde burnunu karıştırmaktan, kılıçla milletin elbiselerine daireler çizmeye kadar tatlı kaçık bir hali varmış atamızın. Pek renkli bir kitap geliyor anlayacağınız.
      Bu sene festa della repubblica’mız bol atraksiyonlu geçti. İtalyan konsolosluğunun devasa bahçesinde bu sene mozzarella yapımı bile vardı. Hande’nin çok işi olduğu içi ben Maurizio ile gezdim. Herkese de “kumam” diye tanıştırdı. Bu şenlikli anlardan birinde eski bir İtalyan sevgilimi gördüm. (Eski derken, daha 2 yıl bile geçmedi üzerinden) Tam bizimkilerle tanıştıracağım, delikanlının adını hatırlayamadım! Resmen unutmuşum. 1-2 saat sonra hatırladım nihayet. Meral’e durumu anlattım. “A, Bruno’yu mu? Bana sorsaydın ben söylerdim”, dedi.  Ben neden bu kadar mutluyum sanıyorsunuz? Eskiyenleri kafamdan anında sildiğim için.
      Emine (Çaykara) ile Halil İnalcık Hoca’mızın yanındaydık.  Bize evinin yanındaki apartmanda lojman ayırdı, gece gündüz yanı başında olmanın tadını çıkardık. Üç koca gün! Onun yediği yemekleri ben yedim, akşamına midem iflas etti. 41 değil 1001 kere maşallah! Hepimizden sağlıklı, hepimizden neşeli. Yedik, içtik, kahkahalarla güldük. Bizi 98 yıllık bir hayatın en gizli yerlerinde dolaştırdı, kahkahalara boğdu. Hoca Çin yemeğini çok seviyor. Bize ziyafetler çekti. Artık evden çıkamıyor. Geçen senelerde Çin lokantasına götürdüğü günlerden birinde yemek sonrasında kızarmış minik yufkacıklar içine kâğıttan niyet koymuşlardı. Biz hoca ile garsonu duyduk, Emine kuşum duymamış. Kâğıdıyla birlikte niyetini de yemiş. Yemek söylerken onu da hatırlayıp kahkahayla gülen hocayı Emine en lezizinden kaydetti.
     Halil Hoca hep söyler. “Tagore’un aşk tanımı her şeyi özetler: Kaçarsan, kovalanırsın, aşk olur.” Mesela bu bana göre değil. Bence hayat kaçıp kovalamakla uğraşamayacak kadar kısa. Hocanın bu sefer bize yaptığı aşk özetine ise itirazım yok:  “Aşk, bütün kâinatı canlı tutan prensip”. Bu kadar da net!
      Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili Edebiyatı mezunları Kennedy Lodge’de çatlak hocamız Oya Başak için toplandı. Malum bizim bölüm safi kızdı. Bir gün işletme bölümünden bir delikanlı bizim bölüme geçince şaşırıp sorduk “ne iş?” diye. “Sizin bölümde çok güzel kızlar var, bizimkisi çok sıkıcı” dedi. Türk erkeklerinin akademi anlayışını o gün anlamış olduk, takdir ettik. Oya Hoca dersten ziyade anılarını anlatarak bize eğlenceli hayat dersleri verirdi. Ben o zamanlar kızardım bir lokum öğretmiyor diye. Yıllar geçtikten sonra bir baktım ki aklımda sadece onun anlattığı fıkralar kalmış. Murat (Ertel) de bizden mezun olan nadir erkek popülasyonundan. O da gelmiş. Pek sevinip eski günlerde dolaşıp  güldük. Onun hatıralarından biri pek şenlendirdi bizi. Oya Başak bir gün Madam Bovary’nin film afişini görüp heyecanla sınıfa “Çok güzel film geldi, mutlaka gidin” diyerek ateşli bir reklam yapmış. Ertesi gün kahkaha koması içinde “Ayy, porno filmmiş o!”  diyerek durumu düzeltmiş.  Sevgili okur hatırlar, “Erkekte 2 M olması gerekir: Mizah ve merhamet” diyen Oya Hoca’dır.
      Murat’la 15 yıl önce planlayıp bir türlü yazamadığım kitaba yeniden el attık. Zen oldu Baba Zula. Ben de ölmeden önce artık başlayalım şu işe dedim. Bana yeni çıkan plaklarını imzaladı: 34 Oto Sanayi. (Plak özleyenler kaçırmasın). Kapağında da kırmızı bir Ford Futura! 17 milyonluk İstanbul’da beni bulan şeylerden biri. 20 yıl önceye gittim arabaya binip: Boğaziçi çıkışı otobüsün gelmediği ve otostop çektiğimiz bir gün. Bir İrlandalı arkadaşın deyimiyle ‘50lerin radyolarına benzeyen” kırmızı bir araba duruyor. Biniyorum. Zaman makinasına binmek gibi bir şey. Woody Allen’ın “Kugelmass Episode” hikâyesindeki kutu sanki! İçeride plaktan kasede çekilmiş bir Erkin Koray albümü çalıyor. Ben de pek hayranları olduğum Zen’in beyni Murat Ertel’i direksiyonda görününce pek sevinip konuşa konuşa geliyorum. Yıllar sonra da o arabayı albümün kapağında görünce pek tatlı oluyor tabii! Velhasıl başladık çalışmaya. Baba Zula’nın stüdyosu tahmininiz üzere bir müze tadında. İstanbul’da gördüğüm en ruhuma hitap eden mekân desem abartmam. Çok çılgın hayat hikâyeleri ile başlıyoruz. Bizle kalın derim.
      Başıma çılgın işler gelmeye devam ediyor. Çılgın bir başkonsolos amca beni yemeğe davet etti. Tam 7 saat sohbet etmişiz. Birkaç gün sonra yeniden buluştuk. Dünyanın en korkunç mekânı olan Şamdan’da buluşmamızın sebebi de ihtiyarın evine yakın olması. Neyse, biz yine amcayla saatlerce konuşmuşuz. Mekân bomboş. Saatler geçmiş. Gecenin 12’sinde kapıdan içeri heybetli bir figür giriyor. İlber Hoca! Hayko ile canlı yayından çıkıp bir şeyler içmeye gelmişler. Gecenin o saatinde, o korkunç mekânda o amcayla orada ne aradığımı anlatmaya çalışmadım tabii. Hayko başkonsolos amcaya soruyor, “şu meseleyle ilgileniyor musunuz?” Amcadan cevap “Ben sadece senyorita ile ilgileniyorum”.  İlber Hoca da gülümsüyor bıyık altından. Hah, şimdi bakalım bu hikâye dönüp dolaşıp bana nasıl gelecek. Ancak beni bulan tesadüfler zincirine şişko bir halka.
       Serdar yine albüm yapmış. Şarkı sözleri yine dokunmadan gülmekten öldürenler listesinde yerini aldı. Şarkılar zaten aynı. Serdar’ın savunmasını pek beğendik: “Ne yapalım, toplam 8 nota var”. Sizin için seçtiğim nadide sözlerden biri: “Dışında iri kıyım, içinde kibar uyum, nedense beni buluyor/Peşinde adım adım, dolaştım bulamadım, güzellik neye yarıyor”. Sanatçı burada ne demek istemiş, çözülemedi. Şuna ne dersiniz? “Aramızda bir sürü düşman var, nankör var ve bakan kör var”. Anlamı boş verin, zengin kafiyenin tadını çıkarın. Yine de favorim şu mısralar: “Beni çok kısa zannediyorlar, yerin altında bir o kadarım.” Neyse, tüyoyu aldım. Soran olursa boyum 3.20 J
        Başlık Örsan’ın bindiği bir taksinin ateist şoföründen. Dünya tatlı tatlı değişiyor tabii. Adam, “Karımla kavga ettim, ama takmıyorum. Ben olaya makro bakıyorum, abi” demiş. Bu kafadan ben de istiyorum. Örsan’ın her yıl Asos’ta düzenlediği felsefe günlerinin bu seneki konusu “ataraksia”: dinginlik. O meşhur sakinleştirici Atarax da buradan geliyor. 3 gün boyunca felsefe şöleni, müzik, Antikite’ye dönüş, şarap, yıldız izleme seansları… Baştan çıkarıcı bir şölen. Bence siz de kaçırmayın. Bende bu enerji varken ben o ataraksia şölenini gidip dağıtmaz mıyım? Dinginlik mi? O da ne!
      Gecenin ilerleyen saatlerinde etimolojiye girip Övgü’yü dokunmadan öldürdük. Pandora: Pan-dora. “Bütün hediyeler/hüner” demek Yunanca. Pondora doğduğunda tüm tanrılar ona bir hüner bahşederler. “Tanrı vergisi”  buradan geliyor. Tanrıların bahşettiği hünerler. Pandora’da hepsi toplanır.  Gerçekten de insan Yunanca öğrenince dış dünyayı çözüyor. Kelimelerin içinde hayat gizli. Bu arada da “My Big Fat Greek” filmini anmadan edemedik tabii. Amerika’da yaşayan bir Yunan ailenin Yunan kültürüne ve diline hastalıklı şekilde sahip çıkan babası, kızlarına hayatta her şeyin Yunancadan geldiği anlatır. Araknofobia örneği ile girer. (Örümcek korkusu. Ata Demirer de buradan almıştır kesin). Arabada giderlerken kız pislik olsun diye “Kimono”yu sorar. Malumunuz, bal gibi bir Japonca kelimedir.  Amca bir taraftan sürer, bir taraftan da enfes Yunan İngilizcesi ile hayatta hiç unutamayacağım o repliği sunar: “Kimono  “kış” demek olan Ximonas’tan gelir. Kışın ısınmak için kimono giyersin. There you go!” Muhteşem bir film. Üşenmeyip leziz repliklerinden bir demek sunmuşlar size. Yunan ruhun anlatan şu vecizeleri paylaşmazsam olmaz.  

Maria Portokalos: Toula, on my wedding night, my mother, she said to me, "Greek women, we may be lambs in the kitchen, but we are tigers in the bedroom."
Toula Portokalos: Eww. Please let that be the end of your speech.”

Gus Portokalos: There are two kinds of people - Greeks, and everyone else who wish they was Greek.”

Toula Portokalos: There are three things that every Greek woman must do in life: marry Greek boys, make Greek babies, and feed everyone.”

Maria Portokalos: Ian, are you hungry?
Ian Miller: Uh no, I already ate.
Maria Portokalos: Okay, I make you something”

 
     

     Halil Hoca beni Claudette Colbert’e benzetiyor. Oysa ben şu an kafamda mandallarla Tarlabaşı’nda, ya da daha iyi bir ihtimalle Napoli’nin tepesindeki  Montesacro’daki evler arasında asılı bir ip üzerindeki kazağa benziyorum. Yine Serdar’dan derin anlamlı bir vecize ile kapatıyoruz programımızı:  “Beni böyle tanıma, arada gel yanıma”.