10 Kasım 2013

BELKİ ŞURADA FAYDALI BİR ÇEYİZ VARDIR

İşte yeniden ben canlar… 130 karaktere sıkışıp kalmışım, oh be şöyle yana kayın bakim, burası güzel. Ben nihayet eve geldim. Evi de yerinde bulduğuma sevindim. Haftalık bilançoya bir bakalım: Kuzen Ozzy sergileri için Brüksel’den memlekete intikal etti. Malum fraktal resim sergisinden bir anlayan çıkmadığı için genel olarak on kişi geliyor sergisine, dokuzu akrabagillerden. Biz de kuzenler toplanıp gidiyoruz, Trakya All Stars tadında. Eseriyle Reina Sofia Müzesi’ne girdi çocuk yaw… Doğal şartlar altında eserleri anlaşılamıyor. Son sergide yine ziyaretçiler gelirken eserini tamamlamaya çalışıyordu. Tatlı Trakyalılık deriz biz buna. Bir önceki sergiye ihtiyar heyetinden bir arkadaşımı kapıp götürüyordum. Geldik Kadıköy iskelesine. Baktım bizim kuzen. Sergi salonunun duvarlarını boyamak ona kalmış, sergi açışına 1 (yazı ile bir) saat var, saçları rüzgârda sallaya sallaya geliyor. Stress-proof yaşıyor, hepimizi gömecek vallahi. Ayrıca, sanatçının sergi salonunu boyadığı tek ülkeyi de bildiniz di mi? Çocukluğumuzu bedelli yapmış gibi güldük dün gece. Demirhan’ın kardeşim minikken hayatımı kurtaran albümünü andık. “Yangın” nam parçadaki ambulans- siren sesleriyle “polis geliyor” diyerek minicik kardeşimi yıllarca korkutmuştum. Ne diyorsunuz, bir nesil yangın demosuyla büyüdü! (İlahi adalet ontolojik realitesi olan bişi bence. Biber gazı olarak bu yaz o yılların diyetini verdim.) Anneminki de iş, bana çocuk mu teslim edilir. Sonuç: Her akşam Kemancı, her sabah konser. Ozzy sağ olsun hafızamın geriye iteklediği ne varsa saklar. Sonra onları arkadaş ortamlarında anlatır. Yakında hiç arkadaşım kalmayacak. Bence artık bazı şeyleri unutmasının tam zamanı. Diğer kuzen Esra’nın eşinin kafasına 5. kattan kapı düşmüş. (Bu ancak bir Kumrular sülalesi ferdinin başına gelebilecek cinsten bir vakadır. Kapa parantez.) Ozzy de “Bunda bir espri yok, Özlem’in kafasına tavan çöktü” demiş. Ben Salamanca’da ortalığı karıştırırken ilahi yolla cevabımı almıştım, bijuteri dükkânı tam yüzük denerken kafama çökmüştü. Ertesi gün gazetede 3. sayfa haberi olarak hizmetinizdeydim tabii: “27 yaşındaki Türk kızı Ö.K. nişanlısıyla yüzük almaya girdiği dükkânda kafasına tavan çökmesi suretiyle yaralandı. Hastaneye kaldırıldı.” Sorunsallar çeşitli. Medya işin içine girene kadar karmaşık ama başarıyla yürüttüğüm bir aşk hayatım vardı. (Evlenme vaatleriyle kandırdığım gençlerin yüzüklerini hâlâ utanıp arlanmadan takarım.) Durum Kutsal Roma İmparatorluğu gibi: Ne Kutsal, ne Roma, ne imparatorluk… Bijuteri dükkânında nişan yüzüğü ne arar, ayrıca nişanlım filan da değildi. Ayrıca Salamanca’da 27 yaşında Türk kızı ÖK’den kaç tane olabilir? Velhasıl, kafamda tatlı bir hasar oldu ama postu deldirmeden çıktım kazadan. Bu tavanla karışık aşk kazasına yıllardır güleriz. Bir daha o kadar kötü hiç olmadım  Annemler Törkiye turundalar, arkadaşlarını ziyaret ediyorlar. Son iki haftada Türkcell şu iki diyalogu şaşkınlıkla kaydetti: -Baba neredesiniz? -Nuriye Teyzenler’e geldik kızım. -O kim ya? -Hani kızı Gülçin vardı ya, küçükken dövdüydün. Şu nasıl? -Baba, Rize’ye vardınız mı? -Evet, Dursun Amcanlar’dayız. Tolga’yı nasıl dövdüğünü anlatıyorduk tam. Kafasını duvara çarptıydın küçükken. Bir görsen, kocaman olmuş. Ne görcem! Kocaman olmuş derken en az 40 yaşına filan gelmiş demek istemiştir zaten. Döverken küçük-büyük aramazdım. Kızlı-erkekli döverdim. Ama seçme şansım varsa kesinlikle büyüklere saldırırdım. Küçükken de rakibin benden büyüğünü severdim. Bayramlarda Malkara’da babaanneye gidilirdi. Bayram sabahı el öpme kuyruğunda herkes kör topal olurdu. Rize’den Antalya’ya, Konya’dan Tekirdağ’a Törkiye’nin dört bir yanında şamarımın, tırmığımın tadına bakmayan kalmadı. Kuzen Ozzy’yi de babaannemin bahçesinde salıncaktan düşürmüştüm bir arife günü. Ne tarafına düştüyse pek iyi geldi, çocuk pür zekâ, pür yetenek oldu. Bence öz geçmişinde benden ve oluşumundaki katkımdan da bahsetmeli. Yere düştü fraktal resim yapıyor, ben sağlam kafayla bakıp anlamıyorum. (Sağlam kafa burada mecaz anlamda kullanılmıştır) Bana âşık olup Beylerbeyi’nde, Vangel’in bostanındaki ağaçlara adımızı kazıyan bir Balkan çocuk vardı, benden büyük. Tam ağaçta isim yazarken yakalamış ve taşla kafasını yarmıştım, hatırlarsanız. Küçükken de çok romantiktim. Ama artık spor salonu var. İyi ki var. (Kararlıyım, uslu bir kız olacağım.) Her şeyin büyüğü derken Antonio’yu da unutmayalım. Yunanca hocam Niça’nın eşi Antoş küçükken her şeyin büyüğünü seçermiş. İlkokula başlayacak, kırtasiye gitmişler, cetvel alınacak. Bizimkisi tabii ki üniversite tipi T cetveli getirmiş eve. Zaten kendisi cetvelle aynı boyda! O cetvelle dayak yemeden önce kırtasiyeye bir seyahat daha yapılıp bırakılmış cetvel. Büyüyünce çeyiz olarak kocamannnn bir kalkan tavası getirmiş. Öyle böyle değil, kalkan değil kalkan sürüsü pişer içinde. Antoş’un en sevdiği köpek bilin bakalım ne? San Bernard tabii ki! Ancak beni bulacak şeylerden anlatmaya devam edeyim. Chronis’i bilirsiniz. Miyadını doldurmuş Yunan sevgili. Onun halefi olan Emre zamanında Chronis sms atmaya devam ettiği için pek de küçük olmayan bir kriz çıktı. Kardak’tan beter gelişip Emre’nin arkadaşlarını toplayıp Chronis’in evini basmaya kalkmasıyla tavan yaparken, sonuçta Chronis’in çılgın Türk gencinden korkup telefonda özür dilemesiyle kriz yönetiminde başarı sağlandı. Velhasıl Emre Chronis’ten hep gani gani nefret etti. Neyse, biz ayrıldık, yıllar geçti. Bir gün ben Niça’da kahvaltıdayken Emre geldi (ben saklandım tabii), Niça da gülmekten ölerek yanıma geldi onu gönderip. Hikâyeye bakın: Chronis bir mesele için Niça’yla bir avukata para ve pasaport fotokopisi gönderiyor. Niça arkadaşı olan avukata veriyor zarfı. Kadın da Emre’nin iş arkadaşı çıkmasın mı? Tam kapıdan çıkarken “Ayy, Emreciim, şunu bir zahmet fotokopi çek, akşam Niça’ya bırak, zaten komşusunuz”, diyor. Emre zarfı bir açıyor: Chronis’in resmi!! Bu vakanın cereyan etme olasılığı milyonda kaçtır? Zaten böyle bir vaka cereyan ederse ancak ve ancak beni bulur… Ben geçen hafta bunu anlatırken konu Chronis’in evindeki albümde gördüğüm ve ağladığım iki Atatürk resmine geldi. Ev sahibi Rumlar her şeyi bırakıp gitmişler. O da bir gün bana albümü gösterdi ve “bu senin çeyizin” olacak dedi. Evlilikten yırttık, ama çeyiz de gitti. Emre’nin mahallelinin delikanlılarıyla ev basmasından sonra “ben çeyizimi de alıp tatlı tatlı sıvışayım” diyemedim tabii. (Şimdi diyeceksiniz ki, sen kimlerle takılıyorsun? Emre pırıl bir aile çocuğu, meşhur bir tasarımcının kardeşi, abla kadın hakları derneklerinde faal, anne avukat, ailenin resmi dili Fransızca falan… Kardeşimin tabiriyle “Biz kibar çocuk diye aldık, fermuarı açıp içinden tır şoförü çıktı.” -Dört dil konuşan bir Sırp tır şoförü oturmuştu Mohaç’ta restoranda yanımıza, onun adına tüm tır şoförleri için cümleyi tekzip ederim.-) Mehmet konuyla çok ilgilendi, “şu çeyizi bir alalım”, dedi. Benim gibi belgeperest. Biz de can güvenliği garantisi çerçevesinde Chronis’i çağırdık. Tarafsız bölgeye çağırdık, çeyizi aldık. Atatürk’ün hiçbir yerde olmayan bir fotoğrafı! Fotoğraftaki kişilerin peşine düşeceğiz, mekânı, yılı çözeceğiz. Yani: bir fotoğrafı çözmenin hikâyesini yazacağız. Çok heyecanlı. İlk durak Patrikhane. (Yüklemsiz cümle diyor Word Kişisi. Hep şekilcilik, hep şekilcilik anacııım. Gramer bile hayatımıza karışıyor, başbakan nasıl karışmasın!) Mehmet soruyor: “Başka çeyiz var mı?” Dediğim gibi, yüzük filan var ama kız işi, yakışmaz.  Gökte yıldız var, biraz sapa. Ama satıp yiyebiliriz. Šljivovica'ya çeviririz onları... Uyar bana. (Sahi, Emanet Çeyiz nam bir mübadele kitabı vardı. Ailecek iki defa okuduk. Doğan’dan. Okumadıysanız mutlaka okuyun derim.) Dünyayı içtik, sabaha karşı sızmışız. Kuzen Ozzy’ye el yordamıyla bir pijama verdim. Sabah gelmiş “Üzerinde kırmızı kurdele olan, leopar desenli bir pijamayla uyandım. Çok korktum!” diyordu. Bizim evde kalmanın en şenlikli yanı gece el yordamıyla bulunan şeylerden birini giyip sabah uyanmaktır. Geçen gün Meralim “Romen voleybolcu eşofmanı”yla uyanmış. Ondan önce de 80’li yılların Madonnası kılığında buldu kendini yatakta. Bizim evde gece giyilenlerle bir sergi açsam sadece akrabalar değil kimler kimler gelir… Fraktal bize çok hacı. (Kuzen İspanya’da benim eski sevgilinin evinde kamp kurduğumuz zaman ona verdiği pijamanın rengini bile hatırlıyor. Halkalı Hafıza Çöplüğü! Gaflet anında ona verdiğim kurdeleli leoparı unutması için dua etmeye başlıyorum.) Haydi ben kaçtım… Belki şurada faideli bir çeyiz vardır…

3 Eylül 2013

PAZARTESİ HAK YİYEN, CUMA HACK YER…

Daha eve uğramadım desem? İki ay Hırvatistan, Yunanistan, güney, aile evi, kuzen derken evi götürüp götüremediklerine bakamadım bile. Yaban ellerden blog’a yazı yüklemeye çalıştıkça blog direndi. Bana mailler gönderdi. “Bilmem ne tarihinde Zadar’dan biri blog hesabınıza girilmeye çalışmıştır”, gibi. Ulan salak, benim o, bi izin versen neler yazacaktım sayfama! Velhasıl, iki buçuk ay önce sisin için karaladığım satırlarla başlayayım. Benden haber alamıyorsanız her şey gereğinden fazla yolunda demektir. Hırvat ellerine geldim, her gün sosyal içerik halindeyim. Ne çeşit bir bukalemunsam hemen ortamla bir oluveriyor; çay, simit ve beyaz peynir özlemiyorum. Sıvı gibiyim, içinde bulunduğum şehrin şeklini alıyorum galiba. Hırvatistan’ı pek severdim, şimdi müptelasıyım. Hırvatçayı da kısmen kaptım sayılır, arkadaşlarıma Hırvatça mail yazacak düzeye geldim üç haftada. Kursu da birincilikle bitirdim. Kıl olurdum 100 alan öğrenciye, işi gücü yok oturmuş, ineklemiş sanırdım. Bir de kendime halime baktım, 3 haftadır Allah’ın her günü sosyal iç-erik halindeyim, günde 3-4 arkadaşımla buluştuğum oluyor, sosyalleşmekten telef haldeyim daha yeni geldiğim memlekette. Şu halde sınıfın ineği oldum. Fiziksel olarak mümkünmüş. Ancak beni bulacak olaylar beni bulmaya devam ediyor. İlk akşam ara sokaklardan birinde Vjeran’la demlenirken önümüzden ihtiyar bir amca geçti. Hayli uzaklaştıktan sonra Vjerancığım “Matvejević geçti”, dedi. Delirmiş bir şekilde ayağa kalkıp koşup onu yakalamam bir oldu. (Onu yakalamamı 80 yaşında olmasına borçluyum, fazla uzaklaşamamıştı.) Dikkatli okur hatırlar, Matvejević yeni idolüm, Hırvatların Eco’su, bencileyin ise Eco’dan daha başarılı. Öteki Venedik, Ekmeğimiz… YKY’den, bulun, okuyun, aklınız şaşsın insan evladının seviyesine. Haydi ben şaşırdım, normal değil tabii, sen karanlıkta ara sokakta dur, yanından en sevdiğin yazar geçsin. Bir de adam tarafından bakın, daha komik. Akşam akşam tavşan gibi koşan bir kız gelip “Ben sizin hayranınızım” diyor. Üstelik Türk. En kısa zamanda röportaja gideceğim, sözleştik. “Birkaç İyi Adam” diye bir röportaj kitabı mı çıkartsam diye düşünmüyor değilim. Shantel, Massimo Montanari ve daha ne güzel röportajlar var elimde cillop gibi … Beşiktaş’ımın yeni teknik direktörü Hırvat: Bilić. Ben geldim, o gitti. Aynı gün içinde açılan demografik kontenjanı doldurdum. Amcam harika! Gitar çalıyor, okuyor, Rock adamı. Üstelik Vjeran’ın yazın gittikleri deniz kenarı köyündenmiş. Yaz boyunca halkla birlikte yaşıyor, kalabalıklara karışıyormuş. 10 puan diyorum. Teknik direktör dediğin böyle olur, di mi canım? What can I do sometimes?  Rönesans yaşayan tek Balkan ülkesi Hırvatistan. Tarihinde hem Rönesans, hem sosyalizm olması da kültür seviyesini yükseltiyor bittabii. Sabahın köründe bir kadın elinde notalarla geçti önümden. Sokaklar halk dansları gruplarıyla dolu. Viyolonsel, kontrbas adamların folk çalgısı, o derece! Fakir, zengin herkes şık. Paspal insan yok sokakta. Nedir bu tomayla ayrılamamaklığımız. Tomislav nam kahraman Hırvat krala kısaca Toma demeyelerdi iyiydi. Tomislav iyi ya, zifiri karanlık bir Hırvat birası. Adamlar krallarının adını biraya vermiş, bizde 22.00’de bize ayrılan alkol satışının sonu geliyor. Reva değil. Piratska Stranka nam bir hacker partisi var burada. %5 seçim barajına kıl payı takılmışlar. Hacker partisi. Hökömet bence artık sandıkta şikeye cesaret edemez. Redhack’i seçim zamanı hayal edin… Güzel hayal değil mi? Geçenlerde en pırıltılı kahramanımla buluştum. Unamuno okuyanlar bilir. La Niebla (Sis)’teki gibi: Yazarla kahraman karşı karşıya gelir. (Bu arada Unamuno’nun Salamanca rektörü olması da ne tatlıdır. Kapa parantez.) İnsan kahraman yaratır da sonra onu nasıl bulur, değil mi? Ancak benim başıma gelebilecekler familyasından. Sultan’ın Mutfağı’nda bir Ragusalı elçi vardır: Lovro Kukulyević. Başak sarısı saçları, zümrüt yeşili gözleri ile 1574 yılında Dersaadet’e gönderilir. Kadın, erkek, yaşlı geç, tün Konstantiniyye âşık olur ona. Hayat durur. Körlerin gözleri açılır. Sağırlar onun sesiyle dünyayı duymaya başlalar. Akıllarda taşan bir güzelliğe sahiptir. Lovro ontolojik realitesi olan bir kahramanımız. Onu 2008’de Dubrovnik’te Marin Dryic sempozyumunda tanımış ve kahraman yapmıştım. Bir Hırvat lokantasında tıkınıp simsiyah biranın bahrinde boğulduk. Yıllar sonra aynı sendromdan yakınan birini tanıdım: hayatta her şeyi bitirmiş olduğunu sanma, peşinden gidecek hayal bulamama sendromu. Bir çeşit Midlife Crises sendromunun Faith No More’cası… Bana hayatta tek yapmadığım şeyin bana iyi geleceğini söyledi, ruhuma tezat olsun diye: evlenmemi. Bu vesileyle direnişte tanışıp Gezi’de evlenen çifte sonsuz mutluluk diliyorum. Şeref peşlerinden gitsin. Başka bir gün de üç Hırvat tarihçi beni Lovro’nun “babaannem olsa geleceği restoran” dediği, Çifte Kumrular nam enfes bir yere götürdü. Memleketin en çok okuyan insan listesinde kesinlikle ilk 10’dayımdır, buna rağmen çok gezenin daha çok bildiğinden eminim. Üç haftadır bir masal dünyasındayım, öğrendiklerim başımda ağırlık yapıyor. Hırvatların bağımsızlık kahramanı Ban Jelačić’in heykelinin eskiden Macarlardan kurtulma şerefine Macaristan’a, kuzeye baktığını söylediler. Araları düzelince çevirmişler. Kanuni’nin Szigetvar kuşatması sırasında kendini tehlikeye atmadan önce altınlarını vücuduna giyen Zrinski bugün eğlenceli bir deyime özne olmuş: Zirinski’yi yapmak, yani hesabı ödemeden kaçmak. Geceyi kahkahalar arasında kapatırken Montenegroluların küfürlerinden örnekler verdiler, bir an düşüp bayılacağım sandım. Ben de küfür etmeyi biliriz sanıyordum. Tahmin ve takdir edersiniz ki hiçbirini yazabilecek durumda değilim. 90 yaşındaki Ercüment Hocam olsaydı yine bu kadar küfrü nereden öğrendiğime şaşırıp “Kızım, sen kimlerle geziyorsun?” derdi. Vjeran’la, Lovro’ya  Roman kahramanlarıyla dünyanın öteki ucuna buluşan başka deliler vardır inşallah. Netekim bir haftasonu da trene atlayıp Hola’nın kahramanlarından, 15 yıldır görmediğim ballı dostum Mirjana’ya gittim Maribor’a. Maribor festivalinin son günüydü, küçücük şehirde binlerce insan sokaktaydı! Kendisi gibi dünya tatlısı bir çocukla evlenmiş, gülmekten öldürdüler beni. Düşünün, sabahın köründe gelmişim, yeni tanıştık kocayla. İlk cümlesi şu oldu: “Slovence Wikipedia’ya bakarsan Balkanlar Hırvatistan’da başlar, Hırvatça sayfaya bakarsan Sırbistan’da başlar.” Avrupa’nın en büyük mağarasını gezdik. Gezdik diyorsam, trenle gezdik! O kadar büyük ki içinde ray sistemi var! Ortaçağ şatolarını dolaştık şehir şehir, çatlayana kadar yedik içtik, aile ziyaretleri yaptık, yemyeşil bahçeler içinde oturan ev ahalisiyle dilim döndüğünce sohbet ettim Hırvatça. Fraklı kılıçların nasıl tutulduğunu öğrendik şatolarda. Sabah savaş alanında sağ kalanları öldürmek için kullanılan gürzümsü “morning star”la tanıştık. Slovenlerin hastasıyım. Bu iki milyonluk rüya ülkesinde insanlar senede bir gün toplanıp ülkeyi temizliyormuş. Sadece sokaklar değil, dereler, tepeler, ovalar… Nehirlere dalıp neir yataklarını temizleyen bir halk gördünüz mü hiç? (“Ne çıkıyormuş nehirden?” derseniz, motosiklet parçaları!) Nehir de Drava yani, kelli felli nehir! Aralık ayında Maribor’da da direniş varmış. Medeni ülke tabii, başarıya ulaşmış ve belediye başkanı çekilmiş görevden. Biber gazı, karanfil, polis şiddeti, ne ararsan var Maribor eylemlerinde. Videolar izledim, memleket özlemim gitti: barikat, gaz, saldırgan polis. Karanfillerle gittikleri gün polisin gönlünü almış ve şiddet bitmiş. Bizde hücresel olarak namümkün böyle bir başarı. Biz karanfil tarlası döktük, karşılığında ağırlığınca plastik mermi aldık. Yaw, tanrım biz nerede yanlış yaptık diyeceğim, ama düşündüm de yoksa sen mi bi yerde yanlışlık yaptın? Picasso sergisine gittik, yıldızlar altında caz konserlerine gittik, müze müze dolaştık. Tiflološki Muzej’i gördüm sonunda. Prag’la birlikte dünyada sadece iki tane var: Körlük Müzesi. Karanlık bir odaya girip nesnelere dokunuyorsun, duvardaki kokuları ayırt etmeye çalışıyorsun, her pencereyi açtığında gelen farklı sesleri algılamaya çalışıyorsun. Ayrıca görme engelli heykeltıraşların eserleri var. Hüzünlü bir müze. Zagreb’e yolu düşen mutlaka uğrasın. Vjeran bir kaza geçirdikten sonra sadece ana dili olmayan Macarcayı konuşmaya başlayan bir hocadan bahsetti. Duyduğum en abzürd hikâye. “Geç gelen Gençlik” diye bir film vardı, Serkan seyrettirdiydi. Kurgu olmadığını gösterdi. Zagreb’de 1 Mayıs’ta tüm sendikalar toplanıp kuru fasulye yiyormuş. Ne hoş, bizde fasulye yerine biber gazı ve cop yeniyor. Medeniyet parayla değil ya. Bu arada sendika kelimesi ne tatlı, yazarken yeniden hatırladım: sin-dikio, birlikte-hak, birlikte hak aramak bâbında… Hacı bu Slav dillerini pek bir beğendim. Türk mitolojisi gibi tabiatın içinde bir dil. Haziran Lipanj misket limonu çiçeklerinden alıyor adını. Kuruş da “lipa”. Sırpanj, yani Temmuz ise “srp” oraktan geliyor. Hasattan yani. Ožujak (Mart) en sevdiğim: içinde eski dilde yalan söylemek gizli: Mart hep yalan söyler ya… Güvenilmez, kazma kürek yaktırır. Para birimleri kuna ise sansar demek. Eskiden vergiler bu hayvancığın postuyla ödendiği için. Kelimelerin içinde gizli olan hayat olmasa ne yapardım… Medeniyet dediğimiz tek dişi kalmış canavar. Şehr-i Zagreb’de herkes okula bisikletle gidiyor. İnsan enerjisiyle çalışıyor bu şehir. Bisikletin yanı roller skates, roller-blade ve son olarak geçen gün sabahın köründe gördüğüm monosiklet. Çocuk okula gelip tekerini kolunun altına alıp derse girdi anacım. Bana sorarsan budur. Medeniyet dediğin eker sayısının azlığıyla ölçülür. Bizim memlekette öğrenciler araba yarıştırıyor, burada öğrenci âlemi okula ne kadar az tekerle gelebilirim derdinde. Hırvat topraklarına gelirken Redhack’le uğurlandım diyebilirim. Sabahın körü, kargalar lokumu yemeden aile eşrafıyla havaalanına geliyoruz. Giderayak bir bakayım dedim twitter âlemlerine, bir de ne göreyim Redhack coşmuş, erken kalkan ahaliye eğlence çıkarmış. “Hep beraber özel idareye girelim mi?” demiş. Borcuna bakıp çıkanlar, anneannesini faturasını silenler, siteye direnişin şehitlerinin adlarını yazanlar… Sabah sabah eylem yapmış zekâ enflasyonlu delikanlılar. Buraya gelmeden önceki Pazar günü gülmekten ölmenin sınırlarında dolaştık malumunuz. Redhack-Gökçek düellosu son zamanların en izlenesi vakasıydı. Başganın Selin Giritli’ye açıkça saldırıp kin dolu bir tag’i TT yapma çabası akıllara ziyandı. Hele twitter’da attığı “Haydi, Türkiyem, 8. sıradayız, haydi!” derken ve her sırada üşenmeden coşarak ilkokul çocuğu heyecanıyla “haydi Türkiyem, 4. sıraya çıkmışız”a kadar gelmesi, Selin’in Redhack’ten yardım dilemesi ve paralel âlemde Redhack’in açtığı #provokatörmelihgökçek tag’inin 10 dakika içinde 1. sıraya çıkması, “Haydi, 3. sıraya az kaldı”, derken Redhack’ten başgana cevap gelmesi takdire şayandı: “1. sıraya bir bakarsan başgan!” Redhack’in başgana yönelik şu datlu cümleleri yüzünden gülmekten öleyazdım. Twitter fakiri anneme Gökçek’in durumunu anlatmakta zorlandım. “Başkası yazıyordur o kadar tweeti’, 5 dakikada bir tweet atamaz belediye başkanı”, dedi. “Yok anne”, dedim, “bence belediyeye başkası bakıyor. Adamın asli işi twitter!” . Hırvatça’da Yunanca’da olduğu gibi vokatif (seslenme hali) var. Dilin ölmek üzere olan hallerinden biri, çok az kullanılıyor. Bana sorarsan vokatifin kralı Redhack. Başgana “liselim”, “annem” seslenişleri de vokatifin gördüğü zirve. Bir erkekte 2 M olmalı derdi Boğaziçi’nden bir hocam: Mizah ve merhamet. Bu delikanlılarda ikisi de var. Halk TV’deki canlı bağlantıdan sora ortalığın yıkılmasını çözmeye çalıştım. Zeki, merhametli özgürlük savaşçıları. Artık midemizin bulandığı söylemelerle değil, belki eski ama tatlı dillendirilmiş mottolarla geliyorlar. Mükemmel bir Türkçe’yle hem de. Hiçbir siyaset bilimcinin konuşmasından almadığım keyfi aldım dinlerken. Daha çok konuşun güzel adamlar. Ruhum şaştı. Kahramanlar ihtiyaçlara göre çıkar. Kiminin kahramanı kiminin düşmanıdır. Haiduklar burada kahraman, Osmanlı’da “haydut”. Armatoloslar, kleftler… Hepsi de nereden bakıldığına göre değişir. Çoğumuz buradan bakınca kahraman görüyoruz… Bunun üzerine bir makale yazasım var, masanın yolunu bir bulabilsem. Uslu bir çocuk olursam Şirinler’i görebilir miyim sizce?

11 Haziran 2013

“MERKEZ, BEYAZ DE!”

     Hep tarihi yazacak değiliz ya, biraz da tarih yazalım. Bunca zamandır öğrencilerine az okudukları için  kızan biri olarak cümlesinden, küllisinden özür dilerim. Ne hakikatli evlatlar varmış aralarında. Buradan onların alınlarından öpüp yanaklarını cimciriyorum. Artık ölsem de gam yemem. Fakülteden arkadaşlar eylemcilere  kapılarını açmaya Starbucks’ta kahvaltı yapsın, Mado’da dondurma yesin; benim çakı gibi kızlı erkekli delikanlıları Taksim’de özgürlük avında. Umut en son tükenen şeymiş.
       Her zamanki gibi başıma kimseciklerin başına gelmeyecekler geldi. Gezi hareketinin 5. Günü olan Cuma günü koskoca fakültede bana eşlik edecek bir tek Serkancığım’ı bulabildim. Diğer bir iki arkadaşı da saymazsak o gün herkesin hastalanacağı tuttu. Talcid’imizi, gaz maskemizi kaptık döküldük akşam vakti yollara. Düşe düşe gecenin en direngen sokağına düşmüşüz, hem de en öndeyiz. İlk gaz ayaklarımızın dibine sokulacak kadar yakına düşünce daracık sokakta can havliyle bir apartmana girdik nefes almak için. Ayakta duramıyoruz. Hele ben, bayılmanın arifesindeyim. Bir jinekolog bizi içeri aldı, beni de içerideki oksijen dolu odaya koydu ayılayım diye. Gözlerimi bir açtım: “Tanıyorum olm ben burayı” dedim kendi kendime. Olacak şey değil, hayatımda ilk adımımı attığım jinekoloji muayenehanesi çıkmaz mı? Gözümden yaş gelmedi gülmekten, hali hazırda biber gazından kalma yaş vardı çünkülüm.
       Velhasıl jinekoloğa sığınan 15-20 kişi yeniden çıktık. İzdihamın en fiyakalı hali sokak. Bir gaz daha. Karambolde bir ses duydum yanı başımda. “Özlem, sesini hemen tanıdım.” Olacak şey değil, değil bu dünyada öteki dünyada bile affedilmesi imkânsız olan, dört yıldır görmediğim eski sevgilim. “Özlem, beni affet” demez mi! Elinde de bira. Olayın ciddiyetini hâlâ algılayamamış, kendini kokteylde sanıyor. Affeder miyim? Etmedim tabii. Tam o esnada tam tepemize biz gaz bombası daha. Bu seferki öyle böyle değil. Bir de Sıraselviler’deyiz, daracık sokak, boğulup gideceğiz. Ben o acıyla demir bir apartman kapısından içeri dalmışım, peşimde de 15-20 kişi. Her katta daha çok nefes alabildiğimiz için yukarı çıkmaya başladık. 5. kata vardığımızda ev sahibi kapıyı açmış bizi içeri almak için bekliyordu. Beni banyoda sütle, Talcid’le yıkayıp bir sandalyeye oturttular. Kendimde değildim. Sonra gözlerimi açtım. Ev sahibinden ses.
- Özlem, ne işin var burada?
-Aaa, Haluk senin ne işin var?
-Burası benim evimmm!
     20 yıldır tanıdığım Haluk bu, Boğaziçi Müzik Kulübü başkanı arkadaşım. Görüşmek böyle kısmet oldu bendenize. Başka türlüsü yakışmazdı.
      Durunnn, bitmedi. Haluk’la karısı beni ayağa kalkacak hale getirip yolcu ederken kapıdan içeri iki kız girdi “Bize de Talcid”, diyerek.  Öğrencim Banu’yla arkadaşı. Kaç yıldır görmüyorum  yavru kuşumu. Şimdi siz bana söyleyiverin, beni izleyip de eğlenen bir Tanrı var mı yok mu? Varsa, karnına ağrılar giriyorduk gülmekten. İnsanın biber gazından kapı açıp 20 yıldır görmediği arkadaşının evine girip öğrencisiyle karşılaşma olasılığı milyonda kaçtır? Matematikçilere sesleniyorum! Abzürd dramacılar, koşun, koşun. Hazır materyal var.
     Gece bu kadar sürprizle bitmedi tabii. Neler gördük sokakta bütün gece! Bir sonraki etapta biber gazı artık yakmaz oldu. Yüzü gözü parçalanmış sedyede giden insanlar son güçleriyle slogan atıyorlardı yattıkları yerden. Gece 3’te Beşiktaş’a geldiğimizde pek çok öğrencimizin polisin şiddetine maruz kaldığını gördüm. Üzerimize atılan bir biber gazı kapsülünü geri atan Mısırlı Erasmus öğrencisine ne demeli? Bu insanlığın özgürlük savaşı değil de ne? Sabah 7’ye kadar saldırmaya devam etti polis. En önde resim çeken öğrencimin üzerine toma geldiğini görünce şöyle bir diyalog yaşandı:
-Denizzzzz.. (Deniz sabahın 6’sında kendini sokakta yalnız sanıyor tabii)
-Kim lan ooo? (…) Ay, pardon hocam, nasılsınız?
      İlk gece üniversitede çay salonunda yarım saat uyudum. Öğrencilerim bütün gece sokakta özgürlükleri için bağırmışlar. Fırat,  Mustafa Sarıgül’le birlikte aynı sokaktaymış, gaz gelince beraber kaçmışlar J  90’ların gençliğinden özür diliyorum, Dire Straits’i bilmiyorsunuz diye size kızdığım için affedin beni çocuklar. Özgürlük için savaşmasını biliyorsunuz ya, yeter.
      Bunu takip eden her gün sokaktaydım. Sayısız biber gazı yedim, tazyikli suyla duş aldım, polisin vatan evladına uyguladığı vahşet karşısında duyduğu gurur ve aldığı zevki gözlerimle gördüm.  “Kaç gündür sokakta yatıyoruz”, demişler polisler basına. Sizin yatacak yeriniz yok be! Ayrıca onları gördükten sonra artık cehennem korkusu da kalmadı bence, cehennemde polisten bize yer kalmaz, içiniz rahat olsun. Tüm cehennem kontenjanları dolmuştur. bilginize.
     31 Mayıs gecesi bende vokabüler genişlemesi oldu:
-Kaççç, toma geliyor.
-Toma ne lan? Niye kaçıyorum ki?
-Şu panzer!
-Anaaa… Yettim yetim...
      Benim bildiğim tek Thomas vardı  (Fransızca ‘toma’ okunuyor), o da Aslı’nın kocasıydı.  Sirke ve limon salataya konurdu. Sütün farklı kullanımları vardı. Meğer aslında en önemli fonksiyonları biber gazı gelince acıyı hafifletmekmiş. Talcid denen mide ilacıyla bu sayede tanıştık. Artık çantamda kimliğimin yanında bir plastik su şişesinde taşıyorum, en yakın arkadaşım.(Babam geçen gün ayran sanıp dolaba koymuş, pek güldük.) Milli içkimiz ne ayran, ne rakı. Milli içkimiz Talcid’dir a dostlar. Sütle karıştır, suyla karıştır. İç, yüzüne sür, âlemlerin içkisi. Benim bildiğim polis, lazım olduğu zaman gelmeyen, “belediyeyi arayın” diyen bir insandı, bu eylemlerde gözlerimle gördüm ki şarkı söyleyen insanların üzerine, insanın gözünü hedef alarak gaz bombası atan bir mekanizmaymış. İnsan hiç değilmiş.
      Türk, Kürt, Ermeni, Rum herkes sokaktaydı. Erasmus öğrencileri de. Her mezhepten insan vardı.  Takdir ettiğim pek çok insan arasında yeni keşfettiğim Sermiyan Midyat’a buradan selam olsun. Ağzından çıkan her söze kurban olayım ben. Okan Bayülgen, sana bir daha asla kızmayacağım. Yeni sevgili kriterim: Redhack kadar zeki, Çarşı kadar cesur,  her ikisi kadar duyarlı ve “insan”.  Sizlere sözüm: en az 3 çocuk! Üreyin, çoğalın, zeka ve yürek seviyesi yükselsin memleketimin. Bunun yanı sıra pek çok yakın bildiğim arkadaşım evinden tatlı su balığı kıvamında tweet göndermekten başka bir şey yapmadı. Onlara da selam olsun. İrtifa kaybettiniz binlerce hayranınızın nazarında. Hele yakın arkadaşlarım: sevişmek için hep gençtirler, anlatırlar; ama savaşmak için yaşlı çıktılar, evde oturdular. Pek çok arkadaşıma saygımı kaybettim.
         Ben böyle mizah görmedim anacım. Gözüm biber gazından önümü görmediği, tüm hücrelerimin yandığı anlarda bile hala gülebiliyordum. Ulan ne zeki insanlarmışız be! Birisi acilen Twitter’da dönen sözler, bir kitap yapsın. Vakitlice yazalım tarihi, bir taraftan yaşarken. Eylemlerde olmayan popçuların bile gölgesi vardı: “Buralara yaz günü gaz yağıyor canımmmm”, diye bir duvar yazısı gördük.
       Bir takım tuttum, yıllarca şampiyonluk göstermedi bana artık onlarla daha çok gurur duyma vaktim geldi. Çarşı, haksızlığa karşı. En sevdiğim slogan şu oldu: “Fenerliyim, ama yükselenim Çarşı”. Gerçekten de üç büyük takımı kol kola sokağa dökmeyi başaran başbakana teşekkür ediyoruz. Çarşı bir polis telsizi ele geçirmiş. Son günlerin en baba cümlesi de kanımca şu oldu: “Merkez, beyaz de!”.
        Merkez,” beyaz bayrak” desin artık…
        Özgürlük şereftir!
    (Ps. Son yazım 9 bin defa okunmuş! Teşekkürler! )

2 Mayıs 2013

TARZAN İNCE DALLARDA


       Sen yaşlanmak nedir bilir misin Abidin? Şöyle bir şeydir: Yirmi yıldır büyük bir aşkla dinlediğin grubun konserine yıllar sonra gittiğinde, solistin en az yirmi yıl önceki bir parçasını anons ederken “Bunu Özlem bilir” demesidir. Hem de mikrofonla. Mikrofonla olmasa ön saflarda dans eden bidi bidi veletler, “Anaaa, Özlem de kim?” diye arkaya bakmayacak tabii. Heh, tam da o esnada ortadaki sütunun arkasına gizlenmesek herkes görecek bencileyin Neolitik kadını. Düşünsenize rezaleti, ben o şarkıları dinlerken doğan veletler 20 yaşına gelmişler, ayy feci.  Evet, şeytanın bacağını kırıp Kesmeşeker konserine gittik. Vapuru kaçırınca koca bir şişe şarap alıp sahilde ayaklarımızı uzattık, kalanını da vapurun kıçında bitirdik. (Yasak ya, çok tatlı oluyo.) Ruhuma hizmet eden iki şarkı sözü yazarı seçsem biri Cenk Taner, biri MŞŞ olur. O gece ikisini de aynı sahnede gördüm ya, ölsem de gam yemem.
       Umberto Ecom geldi. Biricik Tanjucuğum da sağ olsun bizi torpil kadrosundan içeri aldı. Memleketlim sorulara çalışmış, korsan tebliğ tadında sorular sorup bildiklerini ispatladılar. Pek komikti. Ben de “çok saçma bir soru soracağım”, dedim. “Saçma sorulara bayılırım”, dedi. Gerçekten tatlı saçmalıkta bir soru sormuşum, “bilmiyorum”, dedi. Bizde olsa ayaküstü 38 tane yalan uydurur asla bilmiyorum demezler anacımmm. “Massimo Montanari’ye sorun, o bilir”, dedi. “Ayy, ben ona geçen Eylül’de Bologna’da sordum, o da bilmiyormuş” deyince deli olduğumu anladı. Eco’nun “Ben Ortaçağ’ı içinde bulunduğumuz çağdan daha iyi biliyorum” demesini motto bellemiştim, kendim de 16. Yüzyıl için kullanıyorum. Ortaçağ’la ilgili bir şeyi bilmemesi beni tatlı tatlı yıkmadı değil hani. En azından onun da insan olduğunu gösterdi.  Saramago ile Portekizce, Eco ile İtalyanca konuşup bu iki dilde yapabilceğim en güzel şeyi yapmış oldum son 5 yılda.
       Hafta sonu Samos’a kaçtık. Koli koli ahtapot, kalamar, mürekkep balıklı pilav, mezgit, barbun yedik, memlekette moratoryum ilan ettik. Dağ köylerine çıktık, yüzlerce virajdan hızla indik, portakal ağaçlarından portakal çaldık (dünya böyle lezzetli portakal daha görmemiştir), kitapçıları dolaştık, parklarında sallandık, kaydıranlarından kaydık, ihtiyar amcalarla köy kahvesinde saatlerce sohbet ettik, bize bir sürahi şarap hediye ettiler yan masaya, denize bakan minik bir otelde sabahları aile kahvaltısı yaptık… Toplum baskısında son boyutu 380 metre yüksekte, Tanrı’nın bile unuttuğu (ama Türklerin unutmadığı) bir köyde yaşadım. Kahvede yaşlı amcalarla dört saat laflamışız. Bir baktık kahvenin sahibi de oturdu, çeşit çeşit şarap verdiler ikram, tütsülü balıklar çıktı, derken amcalar “seni burada evlendirelim biriyle” demezler mi? Hah,  evlilik baskısındaki bu çeşit de bir renk olarak suluboya takımıma girdi.
       Haftasonu da adaya gitme gafletinde bulunduk.  Hep demişimdir, bachata aile kurmaya yönelik bir dans diye. Ada vapuru da keza. Çocuğunuz olmuyorsa ya metrobüsü, ya da ada vapurunu deneyin. Kesin çözüm. Hatta kimden olduğunu bile fark etmezsiniz, o derece. Kitaplarımızı ve bisikletimizi aldık, bindik vapura. Ooo, Arap poposundan geçilmeyen arka saflarda kendimizi kollayarak güç bela intikal ettik adaya. Adayı bisikletle tavaf ettik, kaybettiğimiz kalorileri hemen midye tava, bira ve dondurma cinsinden geri aldık. Adanın resmi dili olmuş Arapça a dostlar…
      Azınlık’ın konserinde en ön saflarda eşlikteydik. Kültür’den sıra, Boğaziçi’nden kader arkadaşım Özlem de geldi konsere. Görüştük yıllar sonra. Hafızamdan silinen anıların tozlarını sildik. Onda da Halkalı hafıza çöplüğü varmış ayol.  Macera dolu lise yıllarımıza döndük. Ataköy’de oturuyorduk ve kardeşim en iyi ihtimalle üç yaşındaydı. Onu Taksim’e götürmemiz yasak olduğu halde biz onu arabanın terkisine atıp götürüyor, sonra da onu tramvayın aslında otobüs olduğuna ikna ediyorduk.(Öyle ya, Bakırköy’de tramvay ne arasın!) Kemancı’ya götürüyorduk bacak kadar çocuğu. Maymun kardeşim herkesin adını hemen ezberlediği için ona uzun saçlı delikanlıları Filiz olarak tanıyorduk. (Evde maceralarımızı bülbül gibi anlatırken Mustafalar, Hüseyinler çıkmasın diye.) Ne çektik be!
       Bu arada Kemancı’nın babası, sahibi Zeki Abi’yi de toprağa verdik.  Gittik cenazesine Atlantisli’yle. Yıllar durmuş gibiydi. 20 yıl önce kim varsa, biraz saçları ağarmış bir şekilde cenazede idi. Sonra çıktık, daha mezarlığın kapısında kaz ayaklarımızı çekiştirerek birbirimize “ay, sence ben de o kadar yaşlanmış mıyım?” diye sorarak paniğe kapıldık. Gezi Parkı’ndaki protesto konserine varınca acımız diner gibi oldu. Bulutsuzluk’u özlemişim. Ha, bu arada, bence cenazeye gelmesi gereken esas şahıs kardeşimdi. Ne de olsa Zeki Abi onu daha 3 yaşındayken her gün Kemancı’ya alıyordu, hem de 18 yaş sınırına rağmen.
      Memleket tarihinin sayılı kepaze 1 Mayıs’ını geçirdik sanırım.  Eski sevgili takipçisi değilimdir bilirsiniz, walakin iyi işler yapanlara bakarım ara sıra halleri nicedir niye.  Bir baktım ki bizim sol tendanslı belediye başkanı Sardinya’da şenlikler, konserler, eğlenceler düzenlemiş. Oh, bende de akıl olsa şimdi Sardinya’da denize bakan bir evin kütüphanesinde mirto içip sabada yiyerek yan gelip yatıyor olurdum. Akıl bende duran bir şey değil zaten, bünyeme ters.
      1 Mayıs demişken Rafael Correa’yı da anmamak olmaz. Yaw bir erkek hem aşırı derecede yakışıklı, hem zeki hem cesur, hem yetenekli, hem şefkatli olur mu ya? Sinir bozucu bri mükemmeliyeti var arkadaşın.  1 Mayıs’ta halkını San Francisco meydanında toplayıp kutlama yapmış. Hey yavrum, nar çiçeğim. İki sene önce ona fahri doktora vereceğimiz zaman programın spikerliği bana kalınca yine başıma iş çıktı diye dırdırlanıyordum. (Kim olduğunu bilmiyordum ki). Sonra afişler çıktı, kime program yapacağımı gördüm. Mr. Mutluluk Hattı’na gösterdim.
-Hocam, bakın, 1 milyon dolarlık adam!
-Hayır, en az 5 milyon dolar eder.

       Hande yine beni begayet güldürdü. Resimlere bakıyorduk. Şöyle bir diyalog geçti aramızda.
-Sen şimdi bunu yakışıklı mı buluyorsun?
-Evet.
-Kaç biradan sonra?
       Benim yakışıklıdan anladığım Rafael Correa, Giannis Kotsiras, Stefano Accorsi, Fele Martinez , Alen Ademovic, Gabino Diego. Ruhlarını yüzlerinde gezdiren adamlar yani. Rafael ise o iki metre boyuyla tepeden tırnağa her hücresinde gezdiriyor.
     Tarzan ince dallarda… Hoş değil mi?  Cenk Taner yazınca böyle oluyor. Yeni nesile hatırlatalım, Kesmeşeker adı nereden geliyor… Bir provada sürekli kesen Belen’e davulcu Melik “kesme be şekerim” deyince grubun adı ortaya çıkar. Bahsi geçen minik kardeşimin üç yaşındayken Belen’e Kelen demesi de Halkalı hafıza çöplüğümüzün bir tarafında saklı.
      Akşam eve geleceğim diye bulaşık makinasını çalışır bırakıp gitmiştim. Dört gün sonra eve geldiğimde evin hala yerinde olması beni sevince gark etti.  (Franco döneminde Katolik Kilisesi’nde mütevellit boşanma olmadığı için erkekler sigara almaya gidip geri dönmüyorlarmış.) Odaların yerini başta karıştırıyorum biraz. Bildiğiniz bag lady oldum.  Annemler hazır tatile gitmişken evi satıp Brezilya’ya yerleşeyim diyordum, korkarım onlar yakında benimkini satıp Ekvador’a yerleşecekler. Safi eyyama bağladım. ( Brezilya demişken, geçen gece konser çıkışı kapıda bira içerken yanımıza bir Brezilyalı çocuk gelip bizi Brezilyalığıyla şaşırtmaya çalıştı: Gustavo. Şefmiş. Hohoyt,  ona Portekizce yemek tarihi hocası olduğumu söyleyip, onu etkisiz hale getirene kadar konuşarak  ben onu şaşırttım. Öğrencilerime Brezilya mutfağı anlatacak. Kardeşimin dediğine geldik mi? “Abla, ay başında bir bakıyorsun maaş yok! Dersine gelen konuşmacılar arasında bölüştürmüşler meğersem!)
      Üç kız konserdeyken bir çocuk gelip: “Barcelona Barcelona gibisiniz”, dedi. Hepimizi filmdeki bir kızla eşleştirdi. Bana da Penélope Cruz, dedi. “Kısa kızıl saç, ela gözlü Penélope olur mu be?” dedim ve cevabımı aldım: “Yok, ben senin cazgırlığını benzettim.” A dostlar, konserde bira içip şarkı söylerken bile dışarıdan görülen bir cazgırlığım varmış meğer. Allah Mazhar’ı, Özkan’ı, Fuat’ı ve tüm öğrencilerimi korusun.
     Haydi ben kaçtım…
      
     
    

10 Nisan 2013

HER NİSAN BİR YAŞ DAHA GENÇ…

    Bu yıl da bütün güzellikler benden yana olsun anacım. Hayatımın en eğlenceli doğum gününü geçirdim. Ben dâhil hiç kimsenin 39 yaşıma bastığına inanmadığı şu son bir hafta film tadında geçti yine.  Mr. Mutluluk Hattı (Yusuf Hoca) doğum günü yemeği için bizi Hayvore’ye götürdü. (Lazca I’m here demekmiş, hâlâ gitmedinizse kaçırmayın, Taksim’de) Tesadüfen Adnan Abi (Özer) ve Cebrail’in (Okçu) orada olmasıyla benim doğum günü abzürd drama oluverdi. Adnan Abi telefonla çiçekçiye ulaşamayınca restorandaki saksılardan birini tepelerden indirtip bizim masaya göndermiş. Küçücük bir masada eşek kadar bir saksı ile var olmayan ciddiyetimizi kaybetmiştik ki Cebrail giderken “Artık küçüleceksin,” dedi. “Tersine evrim yani.” Son cümleyi de herkes duyunca sırıtarak “ biz de artık yavaş yavaş kalkalım bari” demek zorunda kaldık: “Maymuna döndüğünde tekrar görüşürüz!” Ben de aynaya bakıp şöyle dedim. “Ee, pek bir şey kalmamış”. Güzel, ama replik benim değil. Yusuf Hoca’nın taksisine bindiğine komik pabuç dilli taksicilerden birinin. Yusuf Hoca takside “Ölene kadar çalışmayı düşünüyorum” diyince taksici ona muzip muzip bakıp aynen böyle der: “Ee, pek bir şey kalmamış”.  (Yusuf Hoca bana akik bir kolye, bir de ayna aldı. Ayna “sana senden daha güzel bir hediye bulamadım” demekmiş. Çok lokumlu. Akik de enerji verirmiş. Bence akik enerjisini benden alıyor.)
     “Çok mutluyum”, dedim Hande’ye. “Doğum günüm!”. “Dünyaya sormalı bir de”, dedi. “Dünya o kadar mutlu değil. Sen erkekler neden koştura koştura gay oluyorlar sanıyorsun? Geçen zaman içinde erkekler güzelleştiğinden değil. Kadınlar da birden çirkinleşmedi. Hepsi senin yüzünden. Deccal misin sen yavrum?” dedi. Anacım bu arkadaşlarını ara sıra uygulamalardan update edeceksin, yoksa çekmiyorlar. Ya da uçak mod’una alacaksın bir süre.
      Ballı ballı bir dört gün geçirdim. Bursa’da Yıldırım Bayezid sempozyumundaydık. Sanırım padişahlar içinde adamım o. Bana çok benziyor. Düşünmeden hareket ediyor, çabuk karar veriyor, hayatı yakalayayım derken yüzüne gözüne bulaştırıyor. Canı ne isterse onu yapıyor. Turgut Kut gezi boyunca bize dünyayı anlattı. Gece-gündüz öğrenme ve masal dünyasında dolaşma halindeydik. Küçük bir kedi yavrusu gibi peşinde dolaşıp dinledik, dinledik. Sanırım onunla bir nehir söyleşi yapıp ülkenin son 60 -70 yılının renklerini kaydetmek istiyorum. Yüzlerce bilgiden bazıları:
-Elinin körü, “ölünün güru’ndan (mezarı) geliyormuş.
-Erzurumlular için “ara sıcak” çaymış.
-Muz ağacı sadece bir kez meyve verdiği için ağaç sayılmazmış.
-“Kazın ayağı öyle değil”, kaziye öyle değil’den bozulmuş.
      Gün batımında Tirilye’deydik. Ahtapot, fener kavurma, tekirler eşliğinde içip güzelleştik, güzelleştikçe çıktı hikâyeler çıkılardan. Turgut-Günay Kut çifti bizi Tirilye’de gülmekten ölüme yaklaştırdılar. Nişanlarında nar suyu ve votka ikram etmişler. Ne hoş detay. Diğerleri de son romanda huzurunuzda.
       A dostlar, Bursa’yı da Arapcanlar basmış. Her zamanki gibi ayağımın tozuyla kaldığımız otelde kasırga gibi estim geçtim. Kervansaray’daydık. Malum, bunlar sıcak sulara inmeye meraklı bir millet. Beyinleri kaplıcada iyice haşlanıyor, mikroskopla görünemeyen kısmı da buharlaşıp uçuyor. Tarladan doğru soframıza gelmişler. Mağaradan otele. Aracısız. Yan odaya kabile yerleşti sandım. 120 desibeli futbol sahasında yasaklayacak Katalanlar yakında, bunlar 140 desibelle anlaşıyorlar aralarında. Su aygırlarından biri kapımı zorladı, hemen anladım durumu. Okuma yazma olmadığından oda numaralarını da el yordamıyla çözüyorlar. Aynı zorlama 4 kez tekrarlanınca, 5. sinde pijamalarla çıkıp gözüm kapalı başladım bağırmaya. “Demüzlük için geldüydüm” cümlesini duyunca baktım ki senkronu yine tutturamamışım. Nasıl bir nefret içindeysem bir türlü çıkamadım, kadıncağıza “söyleyin o Araplara, dövücem ben onları. (Aynen böyle dedim, Allah inandırsın. Temizlikçi kadının job description’ında Araplara haber iletmek var mı ki?) “Ayy, çok korktuk, diyecekler sanki”, dediğinizi duyar gibiyim. Bendeki acı gücü bilen bilir. Spor salonundan bana yakında orman ayısı kimliği verecekler. Bursa’da bizi gezdiren devasa minibüsün ağır kapısını küçük parmağımla açınca Özer Hoca şok geçirdi, “her seferinde yeni bir şeklini görüyoruz” dedi. Acı gücümle sükse yapmaya devam ediyorum. Eserlerimle olduğundan daha büyük saygınlık sağladım parmağımın mucizevî gücüyle. Kapa parantez, dön Araplara. Temizlikçi kadını şaşkın bakışlarını koltuğunun altına vererek gönderip lobiye indim. (23 Nisan şenliğine gelen bütün Arap çocukları birden gördüm sanırsınız. Oysa tek bir ailenin veletleri. Yumak olmuş, böğürüyorlar. Ona lobi mi denir? Dense dense fobi denir.) İndim fobiye, resepsiyondaki adama çemkirmek için derin bir nefes aldım ve bunu müteakip hiç nefes almadan 80 tane cümle sıraladım. Ayyy, bunlara homo erektüs muamelesi yapıyorsunuz, yüz veriyorsunuz, bıdıbıdıbarugüppereekkds… Üç saniyede resepsiyonisti etkisiz hale getirdim. O an susmam için bana servetini teklif edebilirdi. Meğer gerçekten yan odada tam tamına on kişi kalıyormuş! Sevgi yumağı şeklinde. Onubirlik. Dokuz alana bir bedava. Bunu duyunca az kalsın bayılan ben oluyordum, yürü kızım kereviz, dedim, sana ne gerektüs… Basra alçak basıncından, bu Arapları bu hale getirdiği için özür bekliyorum. Alçak basınç!
       Atlantis’ten Gelen Adam hayatımı renklendirmeye devam ediyor. Son olarak nasıl taşındığını anlattı, Kusturica filminden bir sahne sandım. Evi bizim üniversiteyle yapışık. Eski evi de tam arkadaymış. Arkadaşlarından biri üniversitenin çatısına çıkmış. Biri eşyaları ona atmış, o  diğerine, sonuncusu  da çatıdan yeni evin camından sarkan diğer arkadaşa. Bu sahneyi Ak Kedi/Kara Kedi’de gördüm diyorsunuz, haklısınız. Atlantis’ten Gelen Adam benim erkek versiyonum. (Uzun sapsarı saçlı, yeşil gözlü halim. Yoksa ben mi onun erkek haliyim bu saçlarla?  Bunu bir daha sağlam kafayla düşüneyim ben. Bak şimdi şüphelendim.) Yan yana gelince sınırsız şımarabiliyoruz. Bu sabah öğrenciler şaşkına dönünce “Rahat ol”, dedim, “onlar beni yadırgamıyor. Seni yadırgıyor!”  (Okulda efsane olmaya devam ediyorum. Biraz daha olursam doğrudan muhasebeden tazminatımı alarak bunu ölümsüzleştireceğim, o başka.) Geçen gün usulca gelip Mr. Mutluluk Hattı’nın (Yusuf Hoca) odasında paltoların arkasına saklanmış. Ben de “Ay lav yu, ay lav yu, du yu lav mi yes ay duuu” diye bağırarak odaya girince kahkahayı basınca daha fazla saklanamadı. Yusuf Hoca buna istinaden ballı bir anısını anlattı. Yıllar önce bir turistik kasabada tek bildiği İngilizce “aylavyu”yla sınırlı olan bir öğrencisi yanında sevgilisiyle giderken yabancı bir çiftle muhatap olunca ona “bak ben onu seviorum, sen de onu seviyorsun” babında kız arkadaşını gösterip “aylavyu”, sonra da erkekle kız gösterip “aylavyu” demiş. Bunu bir de Yusuf Hoca’dan dinleyin, okulda dinlerseniz kesin tazminatınızı hemen verirler.
     Yatağımı kiraya vermeye karar verdim. Yatağımla ilişkimiz hiç rutine dönemiyo. Çünkü görüşemiyoruz. O yüzden uzun soluklu bir ilişki içindeyiz. Beni anlayışla karşıladı. Bayandan temiz, az kullanılmış yatak. Her sabah gözlerimi açtığımda “ben kimim, burası neresi?” demek zorunda mıyım ya? Hande’nin temizlikçisi (Mete Amca’nın türbanlısı) beni aile eşrafından sanıyor. Apartman sakinleri de bavulda yaşadığıma kaniler. Ara sıra banyoda böğüre böğüre iğrenç Arapça şarkılar söylemesem ikametgâhımı bavula aldırdım sanacaklar. Survivor için de evimi kiralamayı düşünüyorum. Buzdolabında yaşam belirtisi yok. Ev en son İsa’nın vaftiz olduğu suyla temizlendi. Ayrıca tatlı bir kutup rüzgârı esiyor salondan yatak odasına doğru.
      Cemre, bak canım. Koordinatlarını söyle, ağzını burnunu kırmaya geliyorum. Düşene vurulmaz, dedik, ses etmedik, ama bizim de bir mini etek giyesimiz, şortlara bürünüp adalara gidesimiz var. Adaya gidelim, bisiklete binelim artık ama!
     Dün kızlar çıkar ayak bir senaryo yazdılar. Yine evlilik karşıtı bir söylem içindeyken dediler ki, ben bu sene apar topar evlenecekmişim. Hem de ben bile şaşıracakmışım kiminle olduğuna. Davetiye hazırlamaya vaktim olmayacakmış, pembe post-it’ler yapıştıracakmışım arkadaşlarımın eline. Yeşil elmadan el şekeri dağıtacakmışız şeker niyetine. Nikâhımı da dekanımız kıyacakmış. (Nuri Hocam beni sever, bana böyle bir kötülük yapmaz, senaryo gereği olsa gerek.) “Beşiktaş Belediyesi’nin bana verdiği bitkiye dayanarak…” diyerek evlendirecekmiş bizi.

Haftanın favorileri:
Sıfat tamlaması: Yalan Dünya’dan, “Manik serçe”.
Mekânı: Çırağan Birahanesi ve fondan gelen “arım, balım, peteğim” şarkısı.
Rezaleti: Yalan Dünya başlıyor diye mal varlığımı meyhanede bırakıp eve koşmam. (Mal varlığım: spor çantası içinde fotokopiler, nemlendirici, makyaj malzemeleri.) Atlantisten Gelen Adam sabahın köründe, uykulu gözlerle okula getirdi onu ama twitter’da benim için “dizi bağımlısı” yazmayaydı iyiydi.
Komiği: Atlantis’ten gelen Adam’ın benden önce keşfettiği youtube’taki son videom. Bayramda anneannesinin elini öpmek için sıra bekleyen oğlan çocuğu kıvamında. İnsan beş dakika bakamıyor gülmekten. Kardeşim Gözlem Yumrular şeklinde ört bas etmek istiyorum olayı.
Şebekliği: Sabahın köründe İspanyolca dersinde bir öğrencime kendimden geçip “n’oldu, rengin soldu!” demem. Bazen içime popüler kültür giriyor. Aslında içimdeki popüler kültür hiç dışarı çıkmıyor da denebilir. Sanırım ikincisi.
Zihni Sinir Procesi: Atlantis’ten Gelen Adam’ın Alen Ademoviç’e benzerliğini kazanca dönüştürmek için ona Alen kisvesiyle bir turne hazırlamak. Toyluk yıllarımdan menajerlik deneyimimi şimdi akıllıca değerlendirip paraları Karadağ’a EFT’leyip sırra kadem basmak. Niye EFT’liyorsam Karadağ’a. Yatır hesabına, beraberinde gelsin. Bir bankacı anne kızı olarak bankacılıktan hiç anlamadığımı bugün bir kez cümle âleme ilan ettim bankada. Paracıklarımı alıp TEB’e geçtim. (Bünyemin para birimi avro olduğuna). Reklamlara çıkan Selahattin kadar bile bankasal zekâ olmadığı için banka ahalisine unutulmayacak bir gün yaşattım.
-15.000 avroya kadar % 3.5 faiz.
-Üstü?
-% 2.75
-Gelecek ay otomatik olarak mı değişiyor? (Abla, bu neyin kafası. Ne yediysen bana da versinler, yoksa ben sana katlanamıyom be anam.)
-Aylık olduğu için evet.
-2.1’e düşecek dediniz? O ne?
-Marifetli hesap dışı olan kısmı. (Kasa marifetiyle bayıltsam, kaza süsü versem?)
-Ay, bi dakka, kafam karıştı. (Zaten pek var gibi görünmüyordu be canım ablam. Bak arkanda da ayı var zaten.)
-14.950 avroyu buraya alacağız ki, gelecek ay faiziyle 15.000’i geçip diğer hesaba bağlanmasın. (Selahattin olaydı, iyiydi.)
-(Düşünce balonum: Nasssıı bu, fantezi lan bu? 14.950’yi ayır, çırp. Beyazlarını ayrıca çırp, sonra birleştir. Toplamının integralini al, o da doğrudan türeve bağlıyor zaten. Yılma kızım kereviz, kafan karışsın diye yapıyorlar.) Peki TL’ye çevirsem?
-O zaman % 8.1.
-Macar Forintine çevirsem. Faizini Leh Zlotisi olarak alsam. 50 avrosunu Romen Ley’i yapsam, kalanları da bozdurup ortası parlak ve delik Japon Yenleri halinde hesap cüzdanımın kenarlarına bir kat sutaşı, bir kat fistoyla bir edip süs yapsam. Üç ay sonraki faizi de sırf puştluğuna Madagastar ariary’si cinsinden istesem, bulamasanız. Sonra da ben annemi isterim diye tuttursam, salya sümük ağlasam iyi mi olur?
-Abla, arkanda gerçekten ayı var ya! Kasayı kaptı geliyo. Güzel kafana tikat…

Haydi aylavyu, aylavyu!

1 Nisan 2013

ESKİ SEVGİLİNİZDEN ROMAN YAPILIR

   Ancak benim başıma gelebilecek şeyler vardır, benim başıma gelmeye devam ediyor.

1-          Birkaç saat önce, Şişhane metrosunda: Kargo’nun eski solisti Deniz’i yıllar sonra görmenin verdiği sevinci yaşıyorum. Onlar da stüdyodan dönüyorlar. Birlikte magmadan bir önceki durak olan Şişhane metrosunun en derin yerindeyiz. Kikirdiyoruz hep birlikte. 3 Nisan geliyor. Doğum günüm. Meral “Edebiyat ve müzik dünyasından sana sürpriz doğum günü partisi yaparlar bu yıl” diyor. Ben de “Ayy, nerde anacım. Hayatta bana sürpriz doğum günü yapan tek bir kişi oldu, o da eski sevgilim” diyorum. “Kim?” diyor Meral. Arkadan bir ses “Özzzlem!” Eneee, Serkan! “İşte bu diyorum”. Serkan ölümlüsü, ölümlüler arasında bir ölümsüz. Öyle toplu taşımaya filan da gelmez haspam. Neye şaşıracağıma şaşırdım, sonra da metrodakiler çıkardığımız sevinç nidalarına şaşırdı. Durduk yere şenlendirdik mekânı. Yaşanacak mekanlar yaratmaya devam.

2-          Ebru beni bir arkadaşıyla tanıştırdı. Akaretler Corvus’ta içtik, güldük beraber. (Sanmayın ki Doğan Kitap öyle her yazarını yakışıklılarla tanıştırma gibi ekstra bir hizmet veriyor. Bana özel.) Delikanlımız psikolog. (Hah, durdur Uğurcum. Şimdi anladım neden Ebru beni tanıştırdı çocukla. Çaktırmadan tedavi ettirecek beni bence.) Bu komik yemeği bizim çatlak Deniz’e söyledim. O da “Aaa, tanıyorum ben o çocuğu. Benim bankadan müşterim o!” demez mi! (Olayı test ettik, doğru çıktı. 13 yıl önceki müşterisini tanıyan bir arkadaşım var benim ama! Korkuyorum haliyle.) 17 milyon değil miyiz biz ya? Bunun benim başıma gelmesi yüzde kaç olasılık hesabı içimde yeavroom?

3-          Corvus’tayız. Kahkaha dolu bir yemek geçiyor. Benim falcının bahsettiği koç burcunun psikolog delikanlımız olma ihtimalini ölçüyor Ebru. Ben orada bir iksir içip yok olmak istiyorum. Çünkü şöyle bir an yaşanıyor, hem de olanca ciddiyetiyle: Yakışıklımız yengeç burcu çıkınca Ebru delikanlının yükselenini bulmaya çalışıyor. O da tutmayınca Ebru’dan son çırpınışlar (glu, glu.) “Ay, bakiiim o yıl yaz saati uygulaması ne zaman yapıldı”. (Gayet ciddi ve azimli o anda!) Bendeniz tam bu esnada masanın altında, koordinatları bilinmeyen bir noktada gülmekten ölüme yaklaşıyordum üzerinize afiyet. İnsanın bana katlanması için ya psikolog olması lazım, ya da psikopat bence zaten! Ebru da bunu hesaplamış.


      Kargo’nun eski solisti Deniz’i bilmeyen yoktur herhalde. Deniz Kızı adıyla bilinir. Yıllar yılı Hayal Kahvesi’nde grubuyla, Deniz Kızı adıyla çıktı. Tünel’de yeni grup üyeleriyle kocaman bir masaya yayıldık şenleniyoruz. (Oktay sağ olsun.) Bir gün Cem Ceminay radyoda “şimdi de Deniz Kızları” diye anons etmiş gençleri. (Deniz hariç hepsi erkek bittabi) bunun üzerine eski radyo gafları anıları canlandı. “Alice Cooper dağılmış” en sevdiklerimdendir. Sürekli bir davulcu sorunu yaşandığı için grubun son komplo teorisi: “Grubun altında yatır var!” Özlemişim kız , grup muhabbetlerini, masaya oturursun, biranı içersin. Her biri ayrı cafcaflı kişilikler konuşur. Valla şunu bilir şunu söylerim, Törkiye’min yazarı çizeri sıkıcıdır, ama müzisyenleri tadından yenmez. Gülmeyi ve güldürmeyi en kalitesinden becerirler.
      Akıl sır ermez hızda bir hafta yaşadım. Bir güne on gün sığdırdım, Yunanca dersinde ayakta uyudum, bir elin parmakları kadar bile uyuyamadım bütün hafta. Farsça’ya başladım. Başım döndü güzelliğinden. Talat Hoca’mızın annesi pek güzel dermiş: “Farisî bilmezsen gider ilmin yarısı, bilir isen gider dinin yarısı”.
       Hayatımda tanıdığım en renkli kadınla tanıştım bu hafta: Sula Bozis. Kitaplarından tanıdığım bu dünya tatlısı hatun kişiyle öğle yemeği yedik. Benim derste gösterdiğim “Bir Tutam Baharat” filminde bir sahne vardır. Eve bir düdüklü tencere gelir. Pişirme operasyonu esnasında garip sesler gelmeye başlayınca evin babası agresif ama tatlı Savas elinde havluyla tencereye yapışır. Sonra bir karanlık ve patlama sesi. Bir sonraki sahnede o ana kadar hep Yunanca konuşan Savas yüzünden sarkan ayşekadın fasülyelerle pek tatlı bir Türkçeyle şöyle der:  “S..ktuğumun duduklusu!” İşte bu enfes sahne aslında Sula Bozis’in hayatından bir kesitten canlandırma. Son kitabı “İstanbul Rumlarından Yemek Tarifleri” kitabını imzalattım. Hayatı pagan kültürü üzerinden anlatmasına hayran oldum. En kısa zamanda bizde yemekte toplanacağız. Anlatacağı çok hikâye varmış. Ölürüm ben heyecandan.
      Ay, hepimize hayırlı olsun dostlar, yeni romana başladım.  Tatlı bir aşk polisiyesi. Olay mutfakta geçiyor. Nasıl heyecanlıyım, nasıl heyecanlıyım anlatamam. Yıllardır asla aslı gibi yazmayı başaramayacağımı düşündüğüm bir aşk hikâyesini de ölümsüzleştirmiş olacağım bu sayede. (Eski aşklarınızdan roman yapılır.) Gerçek büyüsünde anlatmakta zorlanmazsam tabii. Ancak ve ancak benim başıma gelen bir hikâye yine. Okur bilir.  Chronis P. bir televizyon programında beni izler ve karşısındaki hayale âşık olur, gece rüyasında benimle evlendiğini görür. Sabahın köründe Yunanca hocamın evine gider, onu da alır okula getirir. Kargalar açken kapının önünde bulurum onları. Sonra yeni yapacağı programa Yunanca, İspanyolca, İtalyanca konuşan sunucu bulma bahanesiyle bana gelirler. Konuşup anlaşırız, ben bu numarayı yerim. Sonra bir hediye yağmuru. Derken, sahte programdan bir daha bahsedilmez.
       Bir gün beni İstanbul’daki evinde muhteşem bir yemeğe davet eder. Akıl almaz bir masa, evin içine girmiş Haliç manzarası, camın kenarında bir ahşap masa. Evi terk edip giden Rumlar eşyalarını da bırakmışlar. Onların çatalları, bıçakları. Aynaroz’da keşişlerin yaptığı şarabın en âlâsını getirmiş. Masanın üzerine bir lap-top yerleştirmiş, tüm Yunan adalarında çektiği düğün belgesellerinden en eğlencelisini koymuş. Nisiros’ta düğün, bütün köyün sokakları masalarla donatılmış, ay ışığı ve sayısız mum. Herkes dans ediyor. Gördüğüm en akıl uçuran ve eğlenceli belgesel. Diğer bir taraftan bana bir albüm veriyor sarı fotoğraflarla dolu. Onu da ev sahipleri bırakıp gitmiş. Birkaç sayfa çeviriyorum ve bir fotoğraf çıkıyor karşıma. Atatürk’ün ev sahipleriyle masada çekilmiş bir resmi. Gözlerimden yaşlar süzülüyor. Sonra başka bir resmi daha. Atatürk’ün hiçbir yerde olmayan resimleri. “Bu senin çeyizin olacak” diyor. Yunancamdan şüpheleniyorum, ama “prika”nın çeyizden başka anlamı yok. (Olsa ben bilirim J) Ne demek istediğini az sonra anlıyorum J Niyet baştan bozukmuş.
      Geniş zamanla anlatınca bana bile uzak geldi hikâye. Uydurmaya kalksam, romantizm katsayım yetmez. (Romantizm konusunda ayıların ormanda büyüttüğü bir çocuğum ben). Binlerce kilometre yol, dağ evleri, şehirler, Makedonya Otel’in tepesindeki suitin yerlere kadar inen camlarıyla, Selanik önünden gemiler geçerken çocuklar gibi yatağın üzerinde Natasha Atlas dinleyerek zıplayan iki yarım akıllıydık biz. Ciple nehir geçen, köprüler aşan, göllerde duran, dağlarda mahsur kalan akılsızlarıydık. İstanbul’un bütün sırlarını Chronis’ten öğrendim. Osmanlı’nın haraç almak için giremediği, adını da bu yüzden Agrafa (Unregistered) olarak alan vahşi doğadaki yollardan tek teker havada gittik günlerce. Noeller kutladık, pazarlar gezdik, acılar çektik. Beni iki saat görmek için Atina’dan Selanik’e arabayla gelmişliği, kitap kokteylim için ise Atina’dan İstanbul’a birkaç saatliğine uçmuşluğu vardır. Nehir kıyısında, Allah’ın unuttuğu, yolu izi olmayan bir köyde bir restoranı kapatıp Balkan müzisyenleriyle doldurmuş ve olaya tesadüf süsü vermiştir. Yapılacak balığı bile iki gün önceden ısmarlamıştır. Bunu aşabilen bir hediye almadım hayatta. Öyle bir aşktı ki bu, Tanrı bile müdahale etmek zorunda kalıyordu. Bir kere Bulgaristan’a kayağa gidiyordu, ben gidemediğim için çok dertlenmiştim. (Ne yalan söyliim, “inşallah gidemez” demiştim.) Lastikleri patlamıştı yolda, tamirci bulamamış bütün günü mahvolmuş, yapılınca da ancak geri dönecek vakti kalmıştı. (Allah erkekleri gazabımdan korusun.) Beş yıldır bu aşk hikâyesini anlatmak için bekliyordum.
   
       Nea Malgara'nın terk edilmiş kıyısında o restoranda.


Belgeselini yaptığı amcayı yeniden ziyaret. Agrafa'nın vahşi tepeleri, toplam 10 hane.

 Karpenisi Dağları'na yolculuk, dağ evi için alışveriş. Heryerde şımarmakta bir beis yok.


     Tam şu anda ballı bir an geldi gözümün önüne. İstanbul kar altında. Yollar buz. Ben İngiliz Konsolosluğu önünden Chronis’i alacağım, arabada bekliyorum. Göz gözü görmüyor kardan.  Karşıdan kardan adam gibi biri geliyor, yanaklar kıpkırmızı olmuş gülmekten. Yerle yeksan olmuş, metrelerce kaymış ve son olarak da onu pek beğenen bıyıklı bir adam yerden kaldırmak için heyecanla yanına yaklaşmış. O da yılların çevikliğiyle toparlanıp caddeye atmış kendini. Dizleri parçalanmış, elleri kanamış, hala gülüyor. “Ne dedi adam sana da böyle gülüyorsun?” dedim. Ne demiş biliyor musunuz? “Ah caniiim, vah yavriiim”.
      Psikopat gibi eski sevgililerini takip edenleri hiç anlamamışımdır. (Hâlâ arkadaşsan o başka). Bitince arkanı döner gidersin, öteki dünya diye bir yer varsa maazallah orada bile görmek istemezsin, di mi anacım? Arkadaşlar bana hep şaşmıştır, çipimi çeviririm ve o saat biter. Önümdeki maçlara bakarım. Sanırım ne yapıyor diye tek merak ettiğim adam Chronis hayatta. O da ilmi sebeplerden yani. Tuhaf çalışan bir kafası vardır, kimseye benzemez. Ondan dünyayı öğrendim. Hâlâ onun tarifiyle mantar yapıyorum. Salata yapmayı ondan öğrendim. Yunan iç savaşını, dağlarda nokta nokta gezerek ondan dinledim. İstanbul’da surların arkasındaki dünyada neler olduğunu da onun belgesellerinden gördüm. Annemle İskenderiye’de Kavafis müzesinin kapalı olduğu güne denk gelmiştim, uzaktan mucize yaratmış telefonla açtırmıştı. (Anahtarı arkadaşındaymış. Hey yavrum, ahtapotum benim.) Girdiği en ciddi ortamlarda bile deli olduğunu çaktırmadan edemezdi. İlk defa yemeğe geldiği bir evde beni pantalonumun kemeriyle çanta gibi taşımışlığı vardır Hande’yle. Nilüfer Hoca’nın (Narlı) ilk defa girdiği evinde mutfağa girip kahveleri yapmaya yeltenmiş, üşenmeyip kuruyemişçiden kahve çektirip gelmiştir. Hayatın tadını en derinden yakalayan, hayata nereden baktığını bencileyin bir delinin bile anlamadığı, tek nüshası olan bir adamdı Chronis. Dedelerimin geldiği Serez’in köyünü bulup, oradan babama kasayla şarap getiren adama ne demeli? Doğal olarak haleflerinin işi zor değil, imkânsız oldu.
      Umberto Eco’yu göreceğiz Çarşamba günü. Bu da bana doğum günü hediyesi olsun. Seneye kırkım çıkacak, otuzun son yılı da bana ve sevdiğim milletlere hayırlı olsun. Oh, tanzz, tanz... Hunimi de alıp gidiiim siz kovmadan.

26 Mart 2013

BU DA SANA KAPAK OLSUN ya da SORUNLU SEÇMELİ

      Tatlı bir kitap projem var. İsim babası Murat Belge: “Biz Yedik Ölmedik”. Yaptığım yemeklerden ölmeyen misafirlerimin arka kapakta imzası olan bir yemek kitabı. (Panama’ya gerek yok anacım bize gelsinler. Gerçek Survivor burada.  Yaptıklarımdan sağ çıksalar bile diğer günler buzdolabının yankı yapan saçma boşluğundan ölürler zaten.)Tarifler ve hikâyelerle dolu şenlikli bir kitap. Pazar sabahı mutfakta bir taraftan Balina Cif gibi koşturup diğer taraftan boş kalmasın diye (doğuştan jübileli aslında) beyni haftalık projeyle dolduruyordum. Pazartesi başlayacaktım kitaba. Ta ki akşam gençler gelip beni umutsuzluğa gark edene kadar. “Bir kadın hem zeki, hem güzel, hem başarılı, hem de iyi aşçı olamaz zaten” önermesi (önermeseymişin keşke canımın içi ya) tahmin edeceğiniz üzere haftalık programıma limon sıktı. Anladığım kadarıyla taş sadece aşçılığıma geldi. Ya da ben öyle anlamak istedim.
-Niye portakal koydun ete? (Evde 4 kilo portakal birikmiş dostum. Yemeklerin arasında üleştirdim. Sen bunu ye, ardından portakallı roscón ve portakallı mantar geliyor.)
-Lazanya da mı mantarlı? (Naapsaydım? Babam Çapa pazarından bir çuval istiridye mantarı almış. Hafta arası gelirsen, devamı da yersin azizim.)
-Ateşin altını o kadar açan aşçı mı olur be! (Alternatif var mı? Ateşin başında beklerken gençliğim mi çürüsün? İki peynir kroketi için gençliğimi mi bırakayım tavanın başında?)
     Rahmetli Metin bize son geldiği yemekte ayakkabı köselesinden halli pişen bifteğe “Özlem, bizon çok lezzetli olmuş” diyerek hakkını vermişti. Ruhu şad olsun. Böyle deneysel gidersem etrafımda tek dostum kalmayacak. Ben kuru-pilava döneyim.
      Serdar’ın hafta sonu verdiği röportaj evimizden bir kasırga gibi geçti. Sormuşlar delikanlıya, “İrlandalı sevgiliniz önceden sizin kim olduğunuzu biliyor muydu?” diye. O da şu naçizane cevabı vermiş: “Evet, ama müzikte bir okyanus olduğumu bilmiyordu”. Merve bize bunu anlattığında biz Vahit’le sakızlı ekmek hazırlıyorduk. Benim komaya girdiğim -fiziksel olarak kafamın da apansız ve amansız bir kahkaha darbesiyle hamur teknesine girdiği-  bir anda Merve Vahit’e Serdar’ın albümlerini yaptığı söylenen piyanonun resmini gösterince onu da kaybettik: 

     Ben de bu müzik okyanusunun anısına size “Okyanus” albümünden bir iki parça analizi yapayım bari.  Dört yılımı heba ettim üniversitede ben bunak karılar arasında. Aynı zamanda hem geveze, hem kekeme, hem de bunak bir hıca vardı ki, o bile öldüremedi beni İngiliz edebiyatı ilminde. Şimdi de uygulamalı bir analiz yapalım bakalım.
“Ayrılık bana yakın değil,
Sana uzak ama
Bana tuzak mı bu?”
    Topla gel, Serdar, topla gel. Hacı bu neyyy?  Nasıl toplasın gelsin çocuk bunu? Bırakın dağınık kalsın. Haydi dağalııınnn! Oxymoron’da kral.
     Ahmet bittabi öldürdü bizi. Konu bir şekilde oxymoron’a geldi. Ben hayatımda daha güzel bir oxymoron görmedim a dostlar: zorunlu seçmeli! Yorulmayın çocuklar, biz sizin için seçtik.
       Senenin başından beri yemek tarihi dersimde yaptığımız etimolojik yolculuktan terörize olan, yüz defa dersi bırakmak isteyip son anda vazgeçen tatlı bir öğrencim birkaç defa ofise kararsızca geldi. Son seferinde “sizi araştırdım, siz popüler birisiniz, zor olacak, ama yapacağız bir şeyler artık” deyip gitti. Film gibi çocuk. Ne demek istediğini anlamadım. Popüler, yani popolo’nun, halkın tuttuğuysa ve durum dış dünya değilse söz konusu, ben üniversite sınırları içinde çocukların değil tutmak, ruhlarını bırakıp kaçtıkları biriyim. (Demokrasi aslında “halkın tuttuğu demek”, Dimos (halk) ve kratawo (tutmak) fiilinden geliiyii. Ama bizim okulda çocuklara uygulanan bir rejim değil.)
       Ahmet’e söz verdik, verilen söz geri alınmaz. Arkamdan geleni derse alıyorum. Ama psikolojik baskı, patates baskısı, toplum baskısı, hepsi var senaryoda. Geç gelene “Çay? Kahve?” diye soruyorum. Tatlı bir gerginlik oluyor. Yaptım bir hayır, tut bacağını ayır yani. Bunun üzerine Ahmet’ten yeni proje: “Sor, “çift kaşarlı mı, döner mi?” , döner derse, döner almaya yolla”. (Öğrenci bu, dönerse serindir, dönmezse hiç serin olmamıştır J Vantilatör muydu o ya?)  Ondaki pratik zekânın bir kısmını bana verse, kalanını memlekete ayırsa, fazlasın repo yapsa. Allah Türk erkeklerine zekâ dağıtırken o en sırada milleti güldürüp zavallıları etkisiz hale getirmiş, gökten düşeni de kendine kapıp sıvışmış bence. Zembille? Yok artık! Gönderilmedi ya zevkimden :=)  
       
“Zembille gökten inmedi ya cennetten
Gönderilmedi ya zevkimden
Âşık olmadı ki kader sana
Ah zilli, yasladım başımı koynunda
Besledim yılanı Allahtan
Ayrılınca bulur belasını”

   Geri sar Uğurcumm…  Bakalım büyük feylesof Serdar ne demiş. Cennetin gökte olduğuna dair bir duyum mu almış Serdar? Hem kader neden bana âşık olmamış?  Aşk böyle bir şey demek ki? Önce kaderin âşık olması gerekiyor. Bileymişim. Zillinin koynuna başını yasla, sonra da ona yılan de. Yaslarken iyi.   Korkma sönmez bu şafak/ Larda yüzün alsancak” tadı var, di mi? “Yılanı Allah’tan besledim, oh, iyi ki besledim”  mi, yoksa “Allahından bulsun o şerefsiz mi?” demek istemiş? Yanlış bölüdüğü için çözülemiyor. Ne biçim bir prozodi yamuğu bu bize? Ne demek istemiş üstat burada? Introduction to Serdarology, 101.01 açacak mertebedeyim gayrı.  Sorunlu seçmeli.
       “Okyanus” albümünden,  okyanus kadar derin anlamlı bir parçayla devam edelim.
Bana özelsin, aşkım, bana özelsin (Açıklanabilitesi, anlaşılabilitesi var sözlerin, şükür, mantık kurallarının çeperini zorlamıyor. Tatlı bir Türk possessive hali, iyelik’te zirve, eksiz meksiz)
İlacı sensin aşkın, tanırsan çok seversin ( Hacı, biz uzaktan bu kadar şaşkınız bu sözlere, bir de tanısak, halimiz nice olur?  Ooo, bir tanısan okyanus, baba!)
Bana özelsin, aşkım, bana özelsin (Yaratıcılık da bir yere kadar. Cepten yiyelim biraz, üst mısradan çalalım, dinleyici kitlesini kitledik zaten “poşet” nam güfteyle, kitle kitli, üst mısrayı hatırlayacak durumda değil.)
Her halinle güneşten, hatta benden güzelsin. (Serdar burada 1st person narrator’sa, uzun zamandır aynaya bakmıyor. Yok eğer, 3rd person narrator’sa Julia Gonzaga’nın ağzından filan yazıyor, 16. yüzyıl Venüs’ü ya, yok o da değilse, Serdar’ın yiyip içtiğinden bana da verin!)
     Karikatür balonları insanın hayattaki replikleri olmaya başlayınca, burun moktan kurtulmuyor anacım. Başka bir deyişle, yaktın bizi Yiğit Abi. Tıpta bir adı var mı bilmiyorum ama, halk arasında “Bütün dünyanın Yiğit Özgür okuduğunu sanma sendromu” olarak bilinebilir. Yıllar önce Beyaz’ın programına çıkıp Yiğit’ten bir replikle çok komik olduğunu sandığım bir cevap vermiş, kendi kahkahamın yankısıyla tatlı tatlı morarmaya terk edilmiştim masada. Hem de tek başıma.  Bir gün kardeşimin hayatta ilk kez gördüğü bir öğrencime mekândan ayrılırken “gudbay seksi boy” demesi ise aile boyu her yerimize sirayet eden hafif kontaklığın okulda yayılmasıyla eş anlamlı olabilirdi. Bknz:

      Milletçe mesleklere responsumuz tadından yenmez kıvamda, değil mi? Örneklere bakalım:

-Çocuk ne iş yapıyormuş?
-Müzisyen, ama çok iyi çocuk!

-Ne iş yapıyorsunuz?
-Arkeologum üzerinize afiyet. (Toptop’un kulakları çınlasın)
-Altın çıkıyor mu, altın?

     Şöyle bir reklam duymuş Merve: “Finansbank Gaziosmanpaşa şubemize altınlarınızı getirin (Nasıl bir fantezidir bu, Finansbank kardeşim.)  Hoo, neden, manyadık mı biz? Zaten oraya getirene kadar yarısını yolda çalmazlarsa, tümünü orada çalarlar”, diyor çocuk haklı. Sen sağ, ben selamet. Alt metin: Altınlarınızı Gaziosmanpaşa şubemize çaldırmadan getirirseniz -ki nah getirirsiniz kanımca- altınlarınızı katlar, üzerine otururuz.  Alt metin demişken. Geçen gün üzerinize afiyet tuvalettim. Büyük dağları yaratırken Tanrı’ya yardımcı olmuş bir hocamız -ki kaderin cilvesi sayesinde o da aynı koordinatta bulunuyor benimle o esnada- kurduğum bir cümle üzerine “Yani burada alt metin aslında….” diye başlamaz mı? Yok hacı, o kadar majestik bişi demedim, ben hayata şu anda bir tuvaletten bakıyorum, büyütecek bir şey yok. Müsaade ederseniz, ellerimi yıkayıp kaçacağım tatlı tatlı. Zengin kalkışı. Teyzem masal analizi yaparken tatlı tatlı tırlatmış. Üniversite âlem yer. İspanya’da bu saatte üniversitede bira saati mesela. 11 birası ve kahvesi, gençler kafeteryanın barında cem olup kikirdiyor. Bizde 24 saat akademik diskur.
       Murat’la (Atlantis’ten Gelen Adam) içtik biraları, sonra düşündük, taşındık neden sadece bir avuç 1974 doğumlu insan olduğuna bir cevap bulamadık. Mesela 80’lerde nüfus patlamasının o yıllardaki elektrik kesintisiyle ilgili olduğu iddiası bence demograflarca onaylanabilir. Ulen, insanın eski sınıf arkadaşları ve eski sevgilisinden başka bir tane 74 doğumlu arkadaşı olmaz mı? (Söz konusu da seyyah-ı âlem ben iken.)
    
      Haftanın taponları:
-Şampanya kapağını masanın altından Vahit’e kadar göndermeyi başaran Ahmet’in, Vahit’in “bu ne?” sorusuna verdiği cevap: “Bu da sana kapak olsun!” (Bknz: Bundan önceki bizdeki yemeklerden birinde çok sarhoş olup masanın altından terliğimi masanın diğer ucundaki Tuna’ya kadar ulaştırmamla onun terliği masanın üzerinden göndermesi.)
- Vahit’in küçükken “hükümete çıkmak” deyimini algı şekli. En yüksek yer minare ise, daha yükseği neresi olabilir zannı. İzniyle yeni romanımda kullanmak istiyorum. Ben de küçükkken Zeki Müren’i Keçi Süren duyduğumu itiraf edince, hikâye buradan başladı.
-Murat’ın kafası karışınca “sarışınım ya, anlayış göster” demesi. Çok şeker çocuk.

   İspanyolca ev ödevi:  “deberes”. Ben öteki dünyaya da yetecek kadar verdiğim için çocuklar artık “geberes” koydular adını. Size de biraz geberene kadar deberes vereyim. (Ölene kadar mokoko gibi.)
-Ahmet’in son yazısını, (Başkalarının savaşı: http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/22877783.asp)
-Ve Tuna’nın blogunu okuyun: http://evrendebiryer.blogspot.com/ (Toptop’a şükran). Kalbimi deldi satırlar. “Ama bırak biraz mahvetsin seni bu havalar. Sen bunu çoktan hak ettin.”

    Baktım da 45.000 kelime çeşnisi ile roman yazıyorum, kimse okumuyor. 100 kelime ile blog yazıyorum, kendime geliyorum. You Tarzan, me Jane? Ben buymuşum, protoplazmaymışım, terliksi hayvanmışım.
    Ne demiş feylesof,  Je t’aime, ille de je t’aime… Allahım sana geliyoruummmm…. Kızma kız Serdar, severiz seni biz iki deli kardeş, kara kedi gireceğine aramıza, seni şöyle alalım otur yakınımıza… Sen beni güldürdün gece gece, Allah da seni güldürsün… (Alt metin: Sırplar güzel şarap yapıyormuş anacımmm) …