26 Mart 2013

BU DA SANA KAPAK OLSUN ya da SORUNLU SEÇMELİ

      Tatlı bir kitap projem var. İsim babası Murat Belge: “Biz Yedik Ölmedik”. Yaptığım yemeklerden ölmeyen misafirlerimin arka kapakta imzası olan bir yemek kitabı. (Panama’ya gerek yok anacım bize gelsinler. Gerçek Survivor burada.  Yaptıklarımdan sağ çıksalar bile diğer günler buzdolabının yankı yapan saçma boşluğundan ölürler zaten.)Tarifler ve hikâyelerle dolu şenlikli bir kitap. Pazar sabahı mutfakta bir taraftan Balina Cif gibi koşturup diğer taraftan boş kalmasın diye (doğuştan jübileli aslında) beyni haftalık projeyle dolduruyordum. Pazartesi başlayacaktım kitaba. Ta ki akşam gençler gelip beni umutsuzluğa gark edene kadar. “Bir kadın hem zeki, hem güzel, hem başarılı, hem de iyi aşçı olamaz zaten” önermesi (önermeseymişin keşke canımın içi ya) tahmin edeceğiniz üzere haftalık programıma limon sıktı. Anladığım kadarıyla taş sadece aşçılığıma geldi. Ya da ben öyle anlamak istedim.
-Niye portakal koydun ete? (Evde 4 kilo portakal birikmiş dostum. Yemeklerin arasında üleştirdim. Sen bunu ye, ardından portakallı roscón ve portakallı mantar geliyor.)
-Lazanya da mı mantarlı? (Naapsaydım? Babam Çapa pazarından bir çuval istiridye mantarı almış. Hafta arası gelirsen, devamı da yersin azizim.)
-Ateşin altını o kadar açan aşçı mı olur be! (Alternatif var mı? Ateşin başında beklerken gençliğim mi çürüsün? İki peynir kroketi için gençliğimi mi bırakayım tavanın başında?)
     Rahmetli Metin bize son geldiği yemekte ayakkabı köselesinden halli pişen bifteğe “Özlem, bizon çok lezzetli olmuş” diyerek hakkını vermişti. Ruhu şad olsun. Böyle deneysel gidersem etrafımda tek dostum kalmayacak. Ben kuru-pilava döneyim.
      Serdar’ın hafta sonu verdiği röportaj evimizden bir kasırga gibi geçti. Sormuşlar delikanlıya, “İrlandalı sevgiliniz önceden sizin kim olduğunuzu biliyor muydu?” diye. O da şu naçizane cevabı vermiş: “Evet, ama müzikte bir okyanus olduğumu bilmiyordu”. Merve bize bunu anlattığında biz Vahit’le sakızlı ekmek hazırlıyorduk. Benim komaya girdiğim -fiziksel olarak kafamın da apansız ve amansız bir kahkaha darbesiyle hamur teknesine girdiği-  bir anda Merve Vahit’e Serdar’ın albümlerini yaptığı söylenen piyanonun resmini gösterince onu da kaybettik: 

     Ben de bu müzik okyanusunun anısına size “Okyanus” albümünden bir iki parça analizi yapayım bari.  Dört yılımı heba ettim üniversitede ben bunak karılar arasında. Aynı zamanda hem geveze, hem kekeme, hem de bunak bir hıca vardı ki, o bile öldüremedi beni İngiliz edebiyatı ilminde. Şimdi de uygulamalı bir analiz yapalım bakalım.
“Ayrılık bana yakın değil,
Sana uzak ama
Bana tuzak mı bu?”
    Topla gel, Serdar, topla gel. Hacı bu neyyy?  Nasıl toplasın gelsin çocuk bunu? Bırakın dağınık kalsın. Haydi dağalııınnn! Oxymoron’da kral.
     Ahmet bittabi öldürdü bizi. Konu bir şekilde oxymoron’a geldi. Ben hayatımda daha güzel bir oxymoron görmedim a dostlar: zorunlu seçmeli! Yorulmayın çocuklar, biz sizin için seçtik.
       Senenin başından beri yemek tarihi dersimde yaptığımız etimolojik yolculuktan terörize olan, yüz defa dersi bırakmak isteyip son anda vazgeçen tatlı bir öğrencim birkaç defa ofise kararsızca geldi. Son seferinde “sizi araştırdım, siz popüler birisiniz, zor olacak, ama yapacağız bir şeyler artık” deyip gitti. Film gibi çocuk. Ne demek istediğini anlamadım. Popüler, yani popolo’nun, halkın tuttuğuysa ve durum dış dünya değilse söz konusu, ben üniversite sınırları içinde çocukların değil tutmak, ruhlarını bırakıp kaçtıkları biriyim. (Demokrasi aslında “halkın tuttuğu demek”, Dimos (halk) ve kratawo (tutmak) fiilinden geliiyii. Ama bizim okulda çocuklara uygulanan bir rejim değil.)
       Ahmet’e söz verdik, verilen söz geri alınmaz. Arkamdan geleni derse alıyorum. Ama psikolojik baskı, patates baskısı, toplum baskısı, hepsi var senaryoda. Geç gelene “Çay? Kahve?” diye soruyorum. Tatlı bir gerginlik oluyor. Yaptım bir hayır, tut bacağını ayır yani. Bunun üzerine Ahmet’ten yeni proje: “Sor, “çift kaşarlı mı, döner mi?” , döner derse, döner almaya yolla”. (Öğrenci bu, dönerse serindir, dönmezse hiç serin olmamıştır J Vantilatör muydu o ya?)  Ondaki pratik zekânın bir kısmını bana verse, kalanını memlekete ayırsa, fazlasın repo yapsa. Allah Türk erkeklerine zekâ dağıtırken o en sırada milleti güldürüp zavallıları etkisiz hale getirmiş, gökten düşeni de kendine kapıp sıvışmış bence. Zembille? Yok artık! Gönderilmedi ya zevkimden :=)  
       
“Zembille gökten inmedi ya cennetten
Gönderilmedi ya zevkimden
Âşık olmadı ki kader sana
Ah zilli, yasladım başımı koynunda
Besledim yılanı Allahtan
Ayrılınca bulur belasını”

   Geri sar Uğurcumm…  Bakalım büyük feylesof Serdar ne demiş. Cennetin gökte olduğuna dair bir duyum mu almış Serdar? Hem kader neden bana âşık olmamış?  Aşk böyle bir şey demek ki? Önce kaderin âşık olması gerekiyor. Bileymişim. Zillinin koynuna başını yasla, sonra da ona yılan de. Yaslarken iyi.   Korkma sönmez bu şafak/ Larda yüzün alsancak” tadı var, di mi? “Yılanı Allah’tan besledim, oh, iyi ki besledim”  mi, yoksa “Allahından bulsun o şerefsiz mi?” demek istemiş? Yanlış bölüdüğü için çözülemiyor. Ne biçim bir prozodi yamuğu bu bize? Ne demek istemiş üstat burada? Introduction to Serdarology, 101.01 açacak mertebedeyim gayrı.  Sorunlu seçmeli.
       “Okyanus” albümünden,  okyanus kadar derin anlamlı bir parçayla devam edelim.
Bana özelsin, aşkım, bana özelsin (Açıklanabilitesi, anlaşılabilitesi var sözlerin, şükür, mantık kurallarının çeperini zorlamıyor. Tatlı bir Türk possessive hali, iyelik’te zirve, eksiz meksiz)
İlacı sensin aşkın, tanırsan çok seversin ( Hacı, biz uzaktan bu kadar şaşkınız bu sözlere, bir de tanısak, halimiz nice olur?  Ooo, bir tanısan okyanus, baba!)
Bana özelsin, aşkım, bana özelsin (Yaratıcılık da bir yere kadar. Cepten yiyelim biraz, üst mısradan çalalım, dinleyici kitlesini kitledik zaten “poşet” nam güfteyle, kitle kitli, üst mısrayı hatırlayacak durumda değil.)
Her halinle güneşten, hatta benden güzelsin. (Serdar burada 1st person narrator’sa, uzun zamandır aynaya bakmıyor. Yok eğer, 3rd person narrator’sa Julia Gonzaga’nın ağzından filan yazıyor, 16. yüzyıl Venüs’ü ya, yok o da değilse, Serdar’ın yiyip içtiğinden bana da verin!)
     Karikatür balonları insanın hayattaki replikleri olmaya başlayınca, burun moktan kurtulmuyor anacım. Başka bir deyişle, yaktın bizi Yiğit Abi. Tıpta bir adı var mı bilmiyorum ama, halk arasında “Bütün dünyanın Yiğit Özgür okuduğunu sanma sendromu” olarak bilinebilir. Yıllar önce Beyaz’ın programına çıkıp Yiğit’ten bir replikle çok komik olduğunu sandığım bir cevap vermiş, kendi kahkahamın yankısıyla tatlı tatlı morarmaya terk edilmiştim masada. Hem de tek başıma.  Bir gün kardeşimin hayatta ilk kez gördüğü bir öğrencime mekândan ayrılırken “gudbay seksi boy” demesi ise aile boyu her yerimize sirayet eden hafif kontaklığın okulda yayılmasıyla eş anlamlı olabilirdi. Bknz:

      Milletçe mesleklere responsumuz tadından yenmez kıvamda, değil mi? Örneklere bakalım:

-Çocuk ne iş yapıyormuş?
-Müzisyen, ama çok iyi çocuk!

-Ne iş yapıyorsunuz?
-Arkeologum üzerinize afiyet. (Toptop’un kulakları çınlasın)
-Altın çıkıyor mu, altın?

     Şöyle bir reklam duymuş Merve: “Finansbank Gaziosmanpaşa şubemize altınlarınızı getirin (Nasıl bir fantezidir bu, Finansbank kardeşim.)  Hoo, neden, manyadık mı biz? Zaten oraya getirene kadar yarısını yolda çalmazlarsa, tümünü orada çalarlar”, diyor çocuk haklı. Sen sağ, ben selamet. Alt metin: Altınlarınızı Gaziosmanpaşa şubemize çaldırmadan getirirseniz -ki nah getirirsiniz kanımca- altınlarınızı katlar, üzerine otururuz.  Alt metin demişken. Geçen gün üzerinize afiyet tuvalettim. Büyük dağları yaratırken Tanrı’ya yardımcı olmuş bir hocamız -ki kaderin cilvesi sayesinde o da aynı koordinatta bulunuyor benimle o esnada- kurduğum bir cümle üzerine “Yani burada alt metin aslında….” diye başlamaz mı? Yok hacı, o kadar majestik bişi demedim, ben hayata şu anda bir tuvaletten bakıyorum, büyütecek bir şey yok. Müsaade ederseniz, ellerimi yıkayıp kaçacağım tatlı tatlı. Zengin kalkışı. Teyzem masal analizi yaparken tatlı tatlı tırlatmış. Üniversite âlem yer. İspanya’da bu saatte üniversitede bira saati mesela. 11 birası ve kahvesi, gençler kafeteryanın barında cem olup kikirdiyor. Bizde 24 saat akademik diskur.
       Murat’la (Atlantis’ten Gelen Adam) içtik biraları, sonra düşündük, taşındık neden sadece bir avuç 1974 doğumlu insan olduğuna bir cevap bulamadık. Mesela 80’lerde nüfus patlamasının o yıllardaki elektrik kesintisiyle ilgili olduğu iddiası bence demograflarca onaylanabilir. Ulen, insanın eski sınıf arkadaşları ve eski sevgilisinden başka bir tane 74 doğumlu arkadaşı olmaz mı? (Söz konusu da seyyah-ı âlem ben iken.)
    
      Haftanın taponları:
-Şampanya kapağını masanın altından Vahit’e kadar göndermeyi başaran Ahmet’in, Vahit’in “bu ne?” sorusuna verdiği cevap: “Bu da sana kapak olsun!” (Bknz: Bundan önceki bizdeki yemeklerden birinde çok sarhoş olup masanın altından terliğimi masanın diğer ucundaki Tuna’ya kadar ulaştırmamla onun terliği masanın üzerinden göndermesi.)
- Vahit’in küçükken “hükümete çıkmak” deyimini algı şekli. En yüksek yer minare ise, daha yükseği neresi olabilir zannı. İzniyle yeni romanımda kullanmak istiyorum. Ben de küçükkken Zeki Müren’i Keçi Süren duyduğumu itiraf edince, hikâye buradan başladı.
-Murat’ın kafası karışınca “sarışınım ya, anlayış göster” demesi. Çok şeker çocuk.

   İspanyolca ev ödevi:  “deberes”. Ben öteki dünyaya da yetecek kadar verdiğim için çocuklar artık “geberes” koydular adını. Size de biraz geberene kadar deberes vereyim. (Ölene kadar mokoko gibi.)
-Ahmet’in son yazısını, (Başkalarının savaşı: http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/22877783.asp)
-Ve Tuna’nın blogunu okuyun: http://evrendebiryer.blogspot.com/ (Toptop’a şükran). Kalbimi deldi satırlar. “Ama bırak biraz mahvetsin seni bu havalar. Sen bunu çoktan hak ettin.”

    Baktım da 45.000 kelime çeşnisi ile roman yazıyorum, kimse okumuyor. 100 kelime ile blog yazıyorum, kendime geliyorum. You Tarzan, me Jane? Ben buymuşum, protoplazmaymışım, terliksi hayvanmışım.
    Ne demiş feylesof,  Je t’aime, ille de je t’aime… Allahım sana geliyoruummmm…. Kızma kız Serdar, severiz seni biz iki deli kardeş, kara kedi gireceğine aramıza, seni şöyle alalım otur yakınımıza… Sen beni güldürdün gece gece, Allah da seni güldürsün… (Alt metin: Sırplar güzel şarap yapıyormuş anacımmm) …

19 Mart 2013

CİNAYET MAHALLİ’NE DÖNÜŞ

       Navigasyon da olmasa evin yolunu bulamayacağım. Neyse, Cumartesi sabahı beşte evin yolunu buldum. Ne güzel, eski günlerdeki gibi. Gece ikiye kadar çalışır, sonra da üç kız süslenip püslenip Kemancı’ya giderdik. Süslenmekten anladığımız savaş boyalarımızı sürmekti tabii. (Bir gün o boyalarla Ortaköy’e inmiştik. Kumpirci bizim kızlara beni gösterip “Hanfendi Japon mu?” demişti. Seviye buydu yani.) Sonra Sıraselviler’de kebapçıya, oradan da doğrudan okula. Sanrım Beawolf’tan nefret etme sebebimiz buydu.
      Pazar gününü de geleneksel olarak domez bir ev oturmasıyla geçireyim dedim.  Maniniz yoksa size oturmaya geleceğim, dedim kendi kendime. Ne mümkün! Kendimi geldiği evde beş dakika dinlenen bir pizza dağıtıcısı gibi hissettim. O biçim yabancılaşmışım evime. Bundan sonra evimde vakit geçirmek için ben ve 7 akademik alter-egomla evde Sırp Dinarı günü düzenlemeyi düşünüyorum.
        Soluğu Buket’te aldım. “Ben Mustafa Sandal oldum” deyince Buket kahkahayı koyverdi ve Nursel’e “, “Haaa, kızın Türk pop kültürü Mustafa Sandal’la sınırlı da ondan” dedi. (Yoo, Serdar’la sınırlı aslında). Sonra bana dönüp “kızım, eskidi onlar, artık Murat Boz var. Ona benze bari”, önerisinde bulundu. Türk yayın dünyasından girip klasik olarak Bridget Jones’un günlüğü tadında sohbetten çıktık. Saat balkabağı olmuş. Buket “Erkekler neden hep dönerler, ama kadınlar asla dönmezler?” sorusuna cevap ararken yılın sözünü koydu ortaya. “Çünkü erkekler aşkı bir cinayet gibi gördükleri için suç mahalline geri dönerler!” Bir roman yazıp böyle başlamalı bence. Sonra bir baktık ki, bir de erkekleri kötülükle suçluyoruz. Ayıptır, günahtır dedik. Hiçbir erkeğe kötü diyecek durumda değilmişiz, hayvanlıkta rekorlar hâlâ elimizdeymiş.   Allah kimseyi bizim elimize düşürmesin.
      Nikosgiller’de hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya, yarın ölecekmiş öteki dünya için yedik. Karısının babası ahçı, hayal edin. Kız restoranda büyümüş. Pantagruel gibi yuttuk. Sonra Yunan kanallarına takıldık biraz. Her birinde bir Türk dizisi, toplam bir gecede 4 dizi. Hafta en az 20-25 dizi demektir bu. Yeni bir Yunan prodüksüyonu dizi çıkmış. Trailer’ın da televizyonu istila eden Türk dizilerini protesto etmek için seslendirmeyi Türkçe, alt yazıyı da Yunanca yapmışlar. Hastası oldum fikrin. Protesotonun ballısı. Pek tatlı, değil mi? Dönerken Niki, bize arabasıyla yol göstermeye kalktı. (Bizde ölmekte olan bir kavram, nezaket). Bruno da “Özlem’in mavi gözleri varken herkes bize yol gösterir” dedi. (Lens onlar bebişim. Bunu ancak bir İtalyan yiyebilir zaten. Ayrıca bu da bizde ölmekte olan başka bir nezaket şekli.)
      Cumartesi gecesi Taksim’in göbeğinde açılan ve bundan sonra da mekânım olacağa benzer Nikki’nin açılışına gittik. Çağlancığım DJ’lik yapınca eski zamanların sert şarkıları tadında hayatım gözlerimin önünde bir şey şeridi gibi geçti. (Bre ne şerididir bu ? :=)  Pentagram Hakan, Ogün ve tüm sevdiklerim oradaydı. Hakan’la başladığım Pentagram kitabını bitirmek üzere vaadleştik. Hiç yaşlanmıyor adamlarım ya! Zıpkın gibiler.  Nejat İşler de DJ’lik yaptı galiba karambolde. (Benim için gecenin sürprizi de çok tatlı bir okurumla tanışmak oldu. Sevgili Gizem. Ona buradan kocaman sevgiler.) Heil Meral, adamımsın :=)  Çocukluğuma döndürdün beni. Bir değil, bin arkadaşa bakıp çıktık :P Deniz ve Oktay’ın yeni performansında ön safları dolduracağız bir sonrakinde.
       Eski ritmime döndüğüm için Yunanca kursuna gittiğimde derste uyuyorum. Gözlerimi kapatıp başka dünyaya geçiyorum. Sağolsun hocamız da halimi anlayıp sesini çıkarmıyor. Hani uyurken bir saniye uyanırsınız da bir şey duyar tepki gösteririrsiniz gözünüz kapalı, sonra uyumaya devam edersiniz ya. İşte o anlarda eğer birisi sınıfta bir kelime sorarsa benim antenler farkında olmadan yakalıyor onu. Son derste şöyle bir şey oldu:
(Sınıfın diğer ucundan bir ses) –Nootropia neydi ya?
(Gözleri kapalı olan bendenizden cevap) –Zihniyet.
      Buna benzer üç vaka yaşanınca pek şenlikli oldu hal bittabi. Uyurken bile yaşıyorum anacımmm. Semra da kızıyor, “biz gözümüz açık hatırlamıyoruz, bu uyurken biliyor”, dedi.  Hayatı yakalamak için farkında olmadan geliştirdiğim yöntem bu galiba.
     Buket’in hatırladığı tatlı bir çocukluk tepkisi geldi aklıma. Çocuk direnir, uyumaz, ama gözleri kapalı direnmektedir: “Yog yaa, beni uyutup siz eğlenceksiniz di miiii!” Geçen gün uyku arasında İlber Ortaylı’nın sesini duyuyorum, tam “hahh, iyice deliriyorum” hissine kapılıyordum ki, gözlerimi bir açtım, oooh, gençlerin beni uyutup gecenin üçünde İlber Hoca’yı dinledikleri gerçeğine uyandım. Rüyada bile rahat yok adama akademik hayattan. Şöyle bir Fele Martinez, bir Gael garcia, bir Stefano Accorsi… Nerdeee anacıımm.
      Kardeşim “Tuna’yla neden bir dizi yapmıyorsunuz?” dedi.”Romantik-komedi”. Tuna ayrıca oynarmış, ben de dışarıdan oyuncu seçmelerine gelirmişim projesine göre. Mantarlı omlet rolü için mantar seçmelerine! (Yakında bana ayrılan bir kardeşin de sonuna geleceğim diye korkuyorum)
      Massimo okulda uyumsuz olmaya devam ediyor. Çocuk İtalyan babanın oğlu tabii. Okulda prototip ev işlerini soruyorlarmış. “Evi kim süpürür?” Bütün sınıf  “anne” deyince Massimo sinirlenip tepinmeye başlamış “babbaaaaa, baaabba süpürür.” Yemeği kim yapar? “babaaaa, babaa yapar”. Direniyor, ayaklarını yere vuruyor, çığırıyor… “Babaaa yapar”. Zor çocuğun işi tabii. Bizim erkekler yuvamızı yapıyor, İtalyanım yemek, ütü, temizlik nevi domez işler yapıyor. Seçim size kalmış.
       Bir türlü izleyemediğim Santa Maradona filmindeki Aziz Maradona’nın Maradona adına başlatılan fan hareketine gönderme olduğundan şüpheleniyorum. Maradona Kilisesi (Iglesia Maradoniana) 1998’de kurulan çılgın bir ekol. “Creo en Dios” (Tanrı’ya inanıyorum) yerine “Creo en Diego” şeklinde başlıyor söylemi. “Her şeye kadir futbolcu, sihrin ve tutkunun yaratıcısı” diye devam ediyor. Duadan bozma bittabi.
    Geçen hafta Tarkan’ın üzerinde kendi resmi olan dolarlar bastırıp konserlerde savurduğunu yazmayı unutmuşum. Bana hediye ettiği kayıt cihazını çalıştırdı kardeşim. En azından kullanmayı becerebilmye başladım. CV’min “kullanabildiği cihazlar” kısmına, televizyon kumandasının altına eklemeyi düşünüyorum.
     İspanya’da okupa’lar var. Metruk evleri mesken ediniyorlar, oralarda yaşıyorlar. Protest oldukları için ortografi hatası yaparak “k” ile yazıyorlar adlarını. Ben de birgün eve geldiğimde onlardan bir grubun evimi mesken edindiği göreceğim yakında. Gelecek sahibi yakinimdir.
   Merve hatırlattı şu güzeller güzeli karikatürü, ilk günkü gibi güldüm :)

Annemin sesi: “Hafta sonu gel, iki gün sabahtan akşama kadar spor yapalım bizim spor salonunda.”
Hande’nin sesi: “Bize gel, spor yapalım. Sana squat yaptırayım, ağır şınav çektireyim.”
Bruno’nun sesi: “Adaya gidelim, bisiklete binelim”.
Sahibinin sesi: “Dağılıııınnn!”
     Nasıl bir fantezidir bu? Kimin fantezisi anacım bu? Dün kardeşim eve geldi. “Kum torbası gibi olmuşsun abla” dedi. Şu anda bana yumruk atanın eli kırılıyor. Bar fedaisi olarak çalışacak kıvama geldim. Yeni papa üniversite masraflarını çıkarmak için bir ara Buenos Aires’te bar fedailiği yapmış. Adamım ya! Bu arada Hürriyet Pazar’da eylemlerime devam edeceğim. Beni okuyunuz anacım J (http://www.hurriyet.com.tr/pazar/22832081.asp)
     Spor salonunda üç kişiydik bugün. Abdominal aletinden kalkınca şöyle bir ses duydum: “Hocam, işiniz bitti mi?” Ohhh nooo, Bahçeşehir Üniversitesi olarak her yerdeyiz.  Bir baktım ki bana ayrılan özel hayatın da bugün de burada sonuna gelmişim. Bir de hayatımda ilk defa yürüyüş bandında düştüm. Kendimi Kürdan Joe gibi hissettim. Salak bir tatlılığım vardı.

-Bruno’nun Nikos’a Nikita demesini,
-El Arrebato nam Endülüslü yakışıklıyı (dinleyin, şenlenin),
-Nancy Ajram’ın Lawn Eiounak klibindeki gülen yüzleri,
-Su aygırlarıyla spor yapıp beğendiğim apoletlerden kendime de bir kat yapma hevesimi,
      Seviyorum…
      Ha bu arada, saçlarım uzadı yok yere. Sinan Abim, güzel abim, traşa geliim mi?

12 Mart 2013

“MİLLİ” SPORUMUZ YALAN ya da LİSANSLI SİSTEM AYAR BOZUCUSU

       Anacım, Bilge Karasu Ankara’ya İstanbul’u özleyerek ölümü beklemeye gitmiş. Ve de başarmış. Ben de öldüm Ankara’da, walakin gülmekten. Bayan Hayatbirrüyadır’ın Yeldeğirmenleri romanımın TopTop’u, canımın içi Tarkan  (Kendi tabiriyle ‘Lisanslı sistem ayar bozucusu’)ve kuzenlerle tatlı bir kaçamak yaptık. Yolda Mr. Mutluluk Hattı ile yaptığımız maymunlukların ise bini bir para idi. Koçum Kâmil resmimizi yapıştırıp üzerine çarpı işareti koymuştur bile. Ahmet Abi, ebeveynsiz salmasınlar çocukları Ankara’ya J
       Tatlı parlak paltomu görünce “ayyy, çok rüküş, çok güzel”, dedi. İki dakika geçmedi, yoldan geçen bir şopar çocuk “abüü saçların çok ciksss olmuş” deyince ben de dedim ki “Allahın sopası yok Tarkancım”. (Tarkan saçını süpürge edecek kıvama gelmiş.) Yakışıklı hiç tarzını değiştirmedi. (Kardeşimin tweet’ini hatırladım. Cerrahinin kantini yıllardır hiç çizgisini değiştirmedi: hâlâ kaşarsız.) Tarkan’ı tanımayan biri bir insanın bir dakikada on tane yalanı nasıl ballı ballı söylediğine şaşabilir. Bittabi akılara durgunluk veren hikâyelerin hepsi gerçektir. Çünkü Tarkan âlemdir. Âlemlerin kralıdır. Yeni grubu Art Niyet (İsmin fiyakasına bak, tavan!) kendisini çocukluk hayallerini gerçekleştirmeye adamıştır. Mesela pitonla şarkı söyleyen bir solistle sahne alma. (Bknz: http://www.vidivodo.com/video/art-niyet-erkekler-oyuncak-/374650)
     Bir de hafıza vardır ki sormayın. Hatırlamadığım anılarım onda mahfuzmuş. Ünlü’nün Prenses Otel’deki albüm tanıtımında Kargo’nun yeni solisti olan Koray’ı tanıştırmışım onlarla. İlk defa orada tanışmışız biz de. (Ben o konseri kaleydoskop arkadaşım Ziya’yla birleştirmişim hafızamda. Ortaköy’de konser öncesi bana Calvino’nun Ağaca Tüneyen Baron kitabını hediye etmişti. O sayede tanışmıştım Calvino’yla. Ayaklarımızı denize uzatıp oturmuştuk sahilde. Hayata bak, o arkadaşım 13 yıldır çalıştığım üniversitenin genel sekreteri şimdi, ciddi işlere bakıyor artık J  Calvino’yu da alıp kuliste kamp kurduğumuzu hatırlıyorum.) İşte Tarkan’ın sınırsız hafızasına konuşlanmış bir Kargo konseri anısı: Koray sahneye çıkar ve kalabalığa seslenir. “Siz hiç âşık oldunuz mu?” Ön tarafta şişe gibi dizilen tek cüssede dünyayı taşıyan su aygırı korumalardan koro halinde gelen replik şudur: “Sana ne a… koyiimm!” Koray bozuntuya vermez, devam eder, kız kalabalığına seslenir. “Peki biz hiç âşık olduk mu, merak ediyor musunuz? Aynı korodan el-cevap: “Bize de a… koyiim!” İlahi Tarkan. Ben tabii Tarkan’ın anlattıklarının yüzde birini anlatabiliyorum. TC şartlarında biyografisini yazmak istediğim tek adamsın yeavrooom.
         Tarkan’a bir gönül borcum vardı. Onu ödedim. Dört yıl önce devasa bir konser düzenledi Fethiye’de… Bana da sürpriz yapıp konaklamanın en enfes suitlerinden birini verdi emekli müzik yazarı kadrosundan. Cam sanki yok, yatak denizin içinde. Konserde Teoman’ın da olduğunu öğrenen hasta kafalı sevgilim sinir krizleri geçirip hayatı imkansız hale getirince ben de balkonda gençlerle bir şarap içip  Güven’le (Erkin Erkal) ilk uçakla geri döndüm. (Döndüğüm hayırlı olmuş, camlarımı taşladı herif. Sanıyorsunuz ben bunları böyle alıyorum. Hayır, sağlıklı alıp delirtip bırakıyorum. ) Darıldı Tarkanım, haklı olarak. Bir de üzerine konser bombastik geçmiş. Bu da bana ders oldu. (Darağacındaki Temel’in sonsözü).
        Nerede deli var, nerede kıskanç var, beni bulur anacım… Dün tam da bunu düşünürken, biraz mantığa dalayım dedim, bir de baktım ki herifler haklı. Hayatının içinde benimki kadar renkli, yakışıklı ve eğlenceli erkek olan var mıdır acaba? Renk, renk, desen desen, her ülkeden...  Erkek dediğin mekanizma onların senin arkadaşın olduğunu anlayacak kadar gelişmedi henüz. Hadi len, Adem’in kaburgasından yapılmışmışız... Bana sorarsan yaradışılın son günü (6. gün, 12’ye üç kala) bizim apandisitimizden yapıldı erkekler bence) (Okura dipnot düş Sebastiaaann, apandisitin ne bokuma yaradığı henüz tıp ilminde çözülemedi).
         “Seninle bugün belgeselde oynayalım mı?” Herkesin kurabileceği bir cümle değil ve tabii ki Tarkan patentli. “Bu toprakların Metallica’cıları” belgeseli çekiliyordu gittiğimde. Bu saçlarla ekrana çıkarmıyım ben?! (Kelaynak göçleri belgeseli olsa, neyse, arada kaynarım.)  Gurur duyuyorum Tarkan’ın bir roman kahramanı gibi yaşamasıyla. Kurgusal olarak yaratmaya kalksan, sınırsız hayal gücüyle yaratılabilecek gibi değildir adamım. Slovakya konsolosluğundan vize alırken kendisinden dolar bazında çuvalla depozito istediklerinde “Şişeye benziyor muyum ben ?” demiş, “Geri gelmeyi düşünmüyorum!”. Sonra kısmet bu ya, Slovakya’da bir konsere gitmişler cümbür cemaat. Bratislava’daki meydan heykeline işerken resim çektirip, adını da koyarak konsolosa göndermiş. Orphaned Land için plaket hazırlatıp, “Cuma namazını müteakip” Hacı Bayram Camii’nde (ki bizim Fatih Camii’nin muadili) çocuklara plaket verdirmesine ise hasta oldum. Jimmy Hendrix’in kardeşi Leon Hendrix’i Kocatepe Camii’ne götürüp haç kolyesini çıkartıp manşetlere geçecek olay yaratmasına ne demeli. Tarkannn!  Hayat koçum olmalısın! (Delikanlının bana yıllar yılı yazdığı mektupları dosya halinde götürüp ona sürpriz yapacaktım, ama öyle hikayeler anlattı ki iki gün boyunca unutuverdim dosyayı!)
     Toptop’umla yağmur altında dönme dolaba bindik, bira içtik, patates yedik… İlk romanımdaki Aşk Dede’nin sesidir Toptop. Takip ettiğim tek blogger’dır ayrıca. (Bknz, yan kolon).
        Aşk için savaşanlara zaafım var. Jovanotti’nin enfes bir şarkısının sözlerine dikkat ettim. “Tutto l’amore che ho” (Sahip olduğum tüm aşk)... Klip de enfes. Yakışıklı aşkın reenkarne halini oynuyor. Hey yavrooom, sözlere bak...
“…ti avrei cercato come un cavaliere pazzo,
avrei lottato contro il male e le sue istanze.
I labirinti avrei percorso senza un filo,
nutrendomi di ciò che il suolo avrebbe offerto
e a ogni confine nuovo io avrei chiesto asilo,
avrei rischiato la mia vita in mare aperto.
Considerando che l’amore non ha prezzo
sono disposto a tutto per averne un po’,
considerando che l’amore non ha prezzo
lo pagherò offrendo tutto l’amore,
tutto l’amore che ho.


“…I would've looked for you like a mad knight,
I would've fought against evil and its instances.
I would've gone through the labyrinths without hints,
Feeding on the ground that they would offer
And each new frontier I would have asked for a roof,
I'd have risked my life at sea.
Considering that love is priceless
I am willing to do anything to get a bit of it,
Considering that love is priceless
I will pay all the offered love,
all the love I have.”



       Bir okurum face’den mesaj göndermiş. Beni Galata’da bir yakışıklıyla yemek yerken görmüş, kendisi de oradaymış. Bir kaç bira içmişim, dudaklarımı ıslatmışım. O kimmiş? (Anaaa, toplum baskısının yeni formatı.) Kim olacak, eski sevgilim. Hep yanlış anlaşılmaya müsait bir şekilde yakalanırım, sonra da ayıkla pirincin taşını. Yıllar önce, kurban bayramı tatilinde üniversiteden canımın içi öğrenci dekanımız  Emin Hocam GAP turuna gidiyordu kız arkadaşıyla, beni de çağırdı. Ben de sanırım İtalya’ya gidecektim, aksilik oldu, gidemedim. Kader bu ya, son olarak pek sevdiğim bir öğrencimle düştüm yollara, sırtımızda çanta kendimiz otobüsten otobüse attık, Güneydoğu’da dolaşıyoruz. Urfa’da kalacak yer bulamadık, bayram üzeri. Bir otelin resepsiyonundaki kalabalığın içine karıştık, şansımızı deniyoruz. Tam bu sırada bir yüz bana döndü: “Özlem Hocam!”  Hah, kadere bak. “Açıklayabilirim Emin Hocam”  desem bir türlü, demesem bir türlü.” İtalya süsüyle kalabalığa karışmış pozisyonu da çok kötü hani. Tek boş oda yok. Sağolsunlar bizi suitlerine aldılar, ayakuçlarına iki yatak yattılar. Dört baş uyuduk o odada. Hayatımın en güzel günleriydi.  (Ha ha, hatırladım da üzerimde pembe peluştan bir palto ve mor çizmeler vardı! Sanırım Güneydoğu bana pek hazır değildi zaten J )
      İşte bu çatlak seyahatte kelle koltuk turizmle Adana’ya giderken yolda Yeditepe Üniversitesi’nden iki harika insanla tanıştık. Dünya tatlısı iki öğrenci. Israr ettiler, bizde kırmadık, bizi Antakya’ya evlerine götürdüler ağabey, kız kardeş. Üç gün prenses gibi ağırladılar bizi maaile. Bu memlekete bu yüzden aşığım ben a dostlar... Yıllar sonra sevgilimin ders verdiği bir üniversitede dersini dinlemey gittiğimde bu dünya tatlısı kız kardeşin yıllar sonra onun öğrencisi olduğunu görmüştüm. Tesadüfler kraliçesi miyim ben ya? (Aşkın Beş Hali  sevgiliye buradan selam olsun.) Tatlı kardeşler, sesimi duyuyorsanız ulaşın bana. Gönül borcumuz var size...
      “Ne garip hayat, Chavez öldü, Teoman evlendi”, dedi Serkan. Chavez’i hep pek çok devlet başkanının ayakta dikildiği bir toplantıda tangalı protestocu bir Arjantinli hatunun geçmesi üzerine cümlesini kafasını başka yere çevirmesi ve Chavez’in alkış tutarak kıza destek olmasıyla hatırlayacağım. Ben de böyle devlet başkanı istiyorum arkadaş. Peki bir gün sarayın balkonundan eşine “Marisabel, bu gece zaten senin olanı sana vereceğim” demesine ne demeli.Demişti de milli maço ilan edilmişti. 1992 yılında başarısız darbeden sonra hapiste ona bakan psikiyatrist kendisine narsist teşhisi koymuş. Sevsin kendisini tabii, yakışır.  Chavez görevlendirme ve işten çıkarma operasyonlarını kimi zaman televizyondan yaparmış. (Venezuela gazetelerinde daha neler neler gördüm.) Tatlı olmaz mıydı? “Hanım, televizyonun sesini aç bakayım, orman bakanı mı olmuşum ne?” Hoş bence.
      Bizim veletler Dire Straits’i bile duymamışlar. Sınıfta Mark Knopfler taklidi yapıp “Money for nothing”i söyleyen yarım akıllı bir hoca efsanesi duyarsanız beni hatırlayınız anacımmm. Yine de hatırlamadılar. (Zaten gülerken öldükleri için tüm bildiklerini unuttular. --tüm bildikleri inanın çok değildi zaten-.) Toptop’umla Milli Vanilli’yi de andık. Adamların playback yaptıkları ve yıllar yılı cümle âlemi kandırdıkları ortaya çıkınca ne fiyakalı skandal olmuştu. Yeşil gözler de yalanmış tabii. Tepeden tırnağa yalanmış adamlar. Şarkı da “Girl you know it’s true”… Bir de inandırma çabası var şarkının içinde, oradan şüphelenmeliydik. Anacım, erkeklerde yalan bir “milli” spor.
      Efsane Osmanlıca hocamız pek de sevmediği bir arkadaşının cenazesine gitmiş. Ona sormuşlar “ne işin var diye? “Öldüğünden emin olmak istedim”, demiş o da.
     Hande  “Ankara’ya gidip mutlu olan bir sen varsın tanıdığım”, dedi.  Bir de “bize gel, spor yapalım” teklifinde bulundu. Yıllar geçtikçe insanların fantazileri de değişiyor tabii anacımm. Bu arada Hande bana ağır spor yaptırıyor evde. Sınırsız şınav. Sanırım bir çeşit evden soğutma büyüsü bu.  Ama bana işlemiyor tabii. Geçen gün Şaziye’ye (Mete Amca’nın türbanlısı) “Sana bir sır vereyim, misafir değil o!” demiş.
      Hadi ben kaçtım,  Nikosgiller’e pizza yemeye gidiyorum…  Toplum baskısı, patates baskısı…  Hayat bana güzel anacımmm…
     Beni hatırlayınız J
 

4 Mart 2013

EVDEKİ TEK HAYVAN

  
-Rüyada Serdar Ortaç'ı görmek neye delalettir acaba?
Sabah 8.30 dersi. İspanyolca. Çocuklar uykularını da beraberlerinde getirmişler derse. Sınıftan içeri girip “Buenos días” bile demeden gençlere bu soruyu sorarsan adın hafif kontağa çıkar tabii Özlem Kumrular.
-Haa, rüya tabirleri kitabında böyle bir madde yok da. Siz de haklısınız,  elimi korkak alıştırmasaydım değil mi? Şöyle bir Antonio Banderas, bir Fele Martínez.
   (İyice sıyırdım bu aralar. Geçen gün çok konuşan bir öğrencimin dibine kadar yaklaşıp “Ben senin susma ihtimalini sevmiştim” dedim. Çocuklar iyice deli olduğumu anladılar çaresiz.)
      Vallahi bana bir haller oluyor. (Emrah’ın dediği gibi, o haller bana 40 yıldır oluyor zaten). Geçen gece üzerinize afiyet eski Kargo şarkıları dinledim, ağla ağla bir hal oldum. Rüyamda Serdar Ortaç’ı simsiyah dişlerle gördüm. Beni güzel bir restorana götürüyordu. Hayatta her şeyin bir açıklaması vardır diyen dostum. Al güzelim, bunu açıkla.
        9.30, ders çıkışı. Güvenlik.
-Hocam, siz dersteyken sizi görmeye bir yabancı geldi. (“Net ölçü birimleriyle konuşabilir misiniz?” demek istedim. Hangi yabancı? Kime yabancı? Yabancıysa zaten bana yabancı değildir, ama kim bu?)
-Yabancı derken?
-Yunan gibi, Rum gibi. (Hah, buradan yak. Bana yabancı değil ki! )
-Yaşlı bir amca mı? Kel.
-Hayır.
-Gözlüklü, uzun boylu, yakışıklı bir herif mi? (Peder Yannis olabilir, gerçi kiliseyle üniversitenin yolunu karıştırmayacak kadar zeki. Ayrıca rüyasında beni görme ihtimali, vaftiz kurnası görme ihtimalinden çok daha düşük ama olsun umut en son kaybedilen şeydir.)
-Hayır. (Dedim size, niye görsün beni rüyasında. Yoksa cüppeyi asardı zaten, biz de mutlu mesut etimolojik yuvamızda yaşar, etimolojik çocuklar yapardık.)
-Biraz dolaşıp tekrar gelecekmiş. (Hey yavrum! Azme bak.)
      Velhasıl çıkaramadım kim. Az sonra elinde bir adet gülle Haris çıkageldi. Nezaket, romantizm, sürpriz  büyüyor tabii bünyelerinde. (Bu arada güvenlikteki güzel kızlarda anlamlı bakışlar göründü.) Çay, kahve içmeden hatırımı sorup gülü bırakıp gitti. Film karesi gibiydi. (Sebastian, bunu not al, ileride film yaparsak kullanırız. ) “Açıklayabilirim” diyecek halde değildim fakültedekilere, bıraktım dağınık kaldı. Artık hiçbir şeye şaşırmıyorlar zaten. (Onu bunu bırak da esas ben şaşırdım duruma. İşin garibi de bu bence.)
       Ertesi gece de rüyamda sırtıma yorganımı sarınıp Napoli’de üniversitede derse gidiyordum. Allahım sen bunca insana akıl dağıtırken ben neredeydim? Rüya tabirleri kitabında “Rüyada Napoli’de yorganla ders vermek” diye bir madde var mıdır ki? Merak ettim, yorgana baktım. Evlenmeye delaletmiş. Olay Napoli’de geçiyorsa bence sorun yok. (İtalyanlarca var tabii). Bu yıl Mart ayında Napoli’de ders vermeye gitmedim, ondan mı gördüm acaba rüyayı.
        Evlilik geyiklerimizin ortasında durmaya devam ediyor. Cafer’e sözüm var, nikah şahidim olacak. (Nalı bulduk, eksikler: 3 nal daha, bir at, bir de prens). Vaka bu yıl için tasarlandığına göre (Benim tarafımdan değil, kader tanrıçaları tarafından) Cafer’in kilo vermesi gerekiyor. Senaryoyu kurduk hemen. Cafer son ana kadar zayıflamayıp sonunda İsveç diyeti yapıyor. (Sevgili okur hatırlayacaktır. İsveç diyeti dünya nüfusunu kırmak için İsveçliler tarafından tasarlanmış, lakin hiçbir İsveçli tarafından uygulanmayan  bir diyet, ölümün kız kardeşi. 2 haftada 4-10 kg). Cafer’in nikah masasında tansiyonu düşüyor ve tam “evet” diyecekken bayılıyor. Nikah memuru, diğer nikah şahitleri ve bahtsız damat ile birlikte hastaneye gidiyoruz. Bir ‘sí’ bile diyiveremeden gidiyor Cafer. Ben de doğama dönüyorum. Bu arada nikah şahitleri hayli “çoğul”lar çünkü benim nikahıma şahitlik etmek ağır iş. En az 10 şahit var, her şahide de ayrı bir şahit atanmış. (Arkamı dönüp kaçarsam birisinden biri available olsun maksat.) Kaçmışlığım yok değil malum. (Cafer, ayılmazsan senle yüzükleri fifty fifty paylaşırız. Ben de Allahı var o koleksiyonun nasıl olsa J Yarısını satıp tatile bile gittim. )
      Eski günleri anma haftamız. Mazi, Niyazi durumları (Arapça Past Tense’e Mazi denmesine ne demeli?) Caferciğim’in Ünye’de geçen çocukluğundan manzaralar izledik. Telefonla adam işletmek bizim milli sporumuz malum.
-Alo? Aslan Bey evde mi?
-Yanlış numara.
-Ya Kaplan Bey?
-Yanlış.
-Evdeki tek hayvan siz misiniz?
   Ünye küçük yer olduğundan beklenmedik vakalar da olabiliyormuş tabii.
-Alo? Aslan Bey evde mi?
-Caferrr. Oğlum sen misin?
-Hııı, Kemal Amca, siz misiniz? Evet benim L
      Tatlıdır bu evladiyan sporları. Biz de neler yapardık. Yaş 15. Kültür Koleji’nden can arkadaşım Özlem’le daha okulu kırıp Köprüaltı Kemancı’ya dadanmamışız. Lokal eğlencelerle avunuyoruz. Süleyman isimli adamları arayıp “Kanuni Sultan Süleyman”la görüşmek istiyoruz. Akıl sır ermez. Nasıl bir hasta milletsek (bu arada karşı taraf hasta da biz sağlıklıyız sanki ) Süleyman Abiler’de bir heyecan oluyor, Allahın bir Süleyman’ı da kalkıp “de get, manyak mısın!” demiyor. Hepsi kulağa varan ağızlarıyla “hele benimmm” diyor.  (Milletin bu marazi noktasını dizi iyi kaptı ha, biz akıl edemedik J ) Biz de adamları mutlu halleriyle bırakıp kapatıyoruz telefonu. Böyle anlardan birinde telefonu kapatalı uzun zaman olmuş. Köşede kikirdeşiyoruz. Derinden bir ses geliyorrr, Allahım nereden geliyor bu ses! Olacak iş değil! Kulaklarımıza inanamıyoruz: “Evet, benim, Sultan Süleyman benim, buyrun, benim, alooo? Sultan Süleyman’ım ben!”  Telefon tam kapanmamış, herif son on dakikadır kendisine iki telefon sapığı tarafından verilen payenin tadını çıkarıyormuş. Kelimelerin bittiği yer bence. Kanunimania denen bir hastalık var genlerimizde yeavrooomm...
        Derya beni Bünyat adlı bir arkadaşına yemeğe götürdü. Kanlıca’ya geldim, telefonla yönlendirdiler. İçeri bir girdim veeee... Ancak benim başıma gelebilecek bir tesadüf. 17 milyonluk İstanbul’da insan daha önce yakın bir arkadaşının oturduğu eve misafirliğe giderse el altından oha denmez mi buna anacımm? Özcan’n (Yüksek) evi bu anamm! Aşkın Beş Hali’nde anlattığım Ozan’ın  evi: sabah uyandığınızda yattığınız yerden üzerinize Rus gemileri geliyor gibi olan uçuk odalar. Hayatta diş fırçamın olduğu toplam dört ev vardır, biri de oydu.  Benden başka kimin başına böyle bir tesadüf gelme olasılığı vardır sizce? Ay kız, bir hüzünlendim durduk yere sorma.
       “Aa, anlatın anlatın, yarın blog’da okursunuz”, dedi Derya. Hee, yalan yok. Yazıyorum ne yapayım.  Gecenin üçü: “Şimdi eve gider, 10 sayfa yazı yazar, öyle yatar” dedi. Sen anlat komik şeyler, ben yazmayayaım. Olur mu ciğerim! Derya da eski Berlerbeyili. Yalıdan denize girdikleri günler.  Dedesi bir gün denizde yüzerken diğer uçta kel kafalı abiler görüyor ve “dur şu emekli subayların yanına gidip onlarla birlikte yüzeyim” diyor. Yaklaşıyor parlak kafalılara. Ne çıksa beğenirsiniz? Fok balıkları!
     “İyi yaşanmış bir hayat yeterince uzundur”, demiş Vinci’li Leonardo.Son bir haftadır hayatım bir şey şeridi gibi gözümün önünden geçiyor, bre ne şerididir bu? :=) (Bknz. Selçuk Erdem) Sen yıllar yılı müzik dünyasında çalış, Rock alemlerinde gününü gün et, sonra sıkıcı tarihçiler arasına düş. Kader tanrıçalarınına oyunu mu bu? Bana bakın Fata’lar, buraya kadarmış. Hafta sonu Ankara’ya gidiyorum ben arkadaş. Tarkan’la coşarız dans ederiz, eski günleri anarız. Toptopum’la koparız. Tarkan 90’ların Ankaralı ilah gruplarından Witchtrap’in babası. Dire Straits’i bile bilmeyen cahil gençlerden onları bilmesini bekleyemeyiz tabii. (Sınıfta köpürdüm geçen gün, Dire Straits’i bilmeyen üniversite öğrencisi mi olur looo! Kalibre dibe vurdu iyice.) Witchtrap deyince akla dalaklı konser gelir.  Bizim çatlak gençler konserlerden birinde seyirciye sakatat atmışlardı. Bittabi pişirmeye gerek duymadan. Türk Rock tarihinin en unutulmayan (unutulamayan) konserlerinden olmuştu.
       Bir otobüs dolusu grupla Antalya’ya konsere gitmiştik. Ben de konserin resmi müzik yazarı olarak katılmıştım. (Konser gecesi hastalanıp konseri odamda derinden uyuyarak geçirmiştim, o başka). Dönüş yolunda konser otobüsünde aşık olmuş, bunun yanı sıra pek çok muhteşem dost edinmiştim. Ascreaus Emir sanırım hayatımın ilk ve son aşkı olmuştu. (Ben İspanya’dayken 3 ay boyunca günde 4 sayfa mektup yazmış, her birini renkli zarfa koymuştu. İspanya öncesi bitirmem gereken çeviriyi yetiştiremediğim için ben uyurken işini gücünü bırakıp çevirime o devam etmişti. ) Canımın içi Tarkan’la yıllar yılı mektuplaştık. Evimde onun mektuplarından oluşan özel dosyalar hâlâ durur. Bir insan evladının okuyup okuyabileceği en komik şeylerdi bunlar. Türk Rock tarihinin de canlı kaynakları tabii. Size izin verirse o mektuplardan alıntı yaparım. Konser sonrası en yakın dostum olan Parricide’ın davulcusu Serdar ve dünya tatlısı ev arkadaşı beni defalarca prenses gibi ağırlamışlardır. Harbiye’deki evlerinde kamp kurmuşluğum vardır.  Bana inanılmaz yemekler, müzikler ve hikayeler dolu günler yaşatan bu dostlara buradan selam olsun. O konserin organizatörü Tayfuncuğum’a da buradan el sallayayım. (Kendisi  geçen gün beni bu nostaljik günlerimde en çok avutan muhteşem cümleyi kurdu: “Özlem Kumrular’a ait şeyler eskimez, klasik olur”. Yürrrüüü be, adamın dibisin Tayfunum.
          Kargo dinliyorum. Sadece dinlesem iyi, biraz da zırlıyorum dinlerken. 1993’te ilk albümleri çıktığında ilk röportajlarını ben yapmıştım. (Türkcell reklamındaki velet gibiyim, “ben ağlıycam galiba” L Ne güzel şarkılar yeavroom onlar öyle, ne güzel sözler. MŞŞ’min alnından öpesim geldi yine. Ankara’ya koca bir tren dolusu grupla gitmiştik. Kargo, Bulutsuzluk Özlemi, Kesmeşeker, ohh, kimler kimler (diğer grupları hatırlayamadım, böyle de bağ yaptım araya.) trenin restoranı istila etmiş, yiye, içe, güle güle gitmiştik. Sandalyeler döner sandalye, dolayısıyla aynı anda diğer üç masada birden olabiliyordun sağa, sola ve arkaya dönerek J Hayatında ilk defa yayla çorbası içen Hilmi garsonu “ne bu ya, beyaz çorba mı oluri kutup çorbası mı bu ya!” diye haşlamıştı. Hâlâ her seferinde aklıma gelir.
      Alice Cooper dağılmış diye bir espri yapardık. Sınıfa sorsam bir anlayan çıkar mı acaba? Anacııım, eğitin bu gençleri.
       Dün gece yemekte Derya’ya  “ay, kim kaldı sigara içmeyen, bir sen, bir ben, bir de bebek” diyerek Ayşegül’ü gösterdim. Biz çok güldük. Derya hiç gülmedi. Çünkü onun içine henüz benimkine olduğu gibi popüler kültür kaçmamış. N’olcak benim halimm ya? Haydi bunu bildim, açıklayabilirim biraz zorlasam. Ya geçen gün kendimi okulun koridorlarında Ebru Gündeş’ten “sen yolunaaa, ben yolumaa” diye bir şarkı tutturarak gidiyor bulmama ne demeli? Hacı nerden öğreniyorum bu şarkıları ben? Maurizio gibi geceleri birileri bana radyo mu dinletiyor.
      İyi yaşanmış bir hayat yeterince uzunsa, ben sanırım onlardan fiyakalı birkaç tane yaşamışımdır di mi? Hayat bana güzel be...
      Bu kez adalet benden yana, sen yoluna, ben yolumaaaa, ooooo... İmdat, çıkarın içimden bunu! Arıtın, dezenfekte edin beni.