29 Ağustos 2012

OHHHH ORRRSOOOO MIOOOO....


   

    Evvvet, işte tatillerin kralı bendeniz klavyeyle buluştum. Sonuç şöyle oldu. Pek sevdiğim bir karikatür var, tam da beni anlatıyor. Baba ve oğul koala ağaca yapışmıştır. Ufaklı babaya sorar, “baba biz neden böyle tembeliz?”. El-cevap: “Sonra anlatırım”. İşte son üç haftadır o kıvamdayım. Bütün bir sene nasıl yorulduysam artık, rüyalarımda bile tembelliğin doruğundayım. Rüyalarım deyince, Allahım, bu bilinçaltı ne pis bir yer yahu. Dün gece rüyamda Ekvador devlet başkanı Correa’yı uzun saçlı ve olduğundan daha bir yakışıklı gördüm. (Onun olduğundan daha yakışıklı nasıl olunur ki, diyeceksiniz. Haklısınız.) Seviye bu anacııımmm… Aşağısı kurtarmaz.

    Rüya demişken, kardeşim geçen gün sabah sabah yere yıktı hepimizi. Rüyasında Bernardo’yu görmüş. (Bernardo 90’lı yılların çocuklarının kalıbı sayılan hizmetçi tiplemesi. Yani, 80’lerde Sebastian ne ise bu ufaklıklarda Bernardo o. ) Bernardo elinde Dia poşetleriyle eve gelmiş rüyasında! Yerle yeksan olduk tabii. Çocuk rüyasında bile ekonomi yapıyor. Hizmetçimiz var, ama Dia’ya gidiyoruz. Nasıl bir psikolojidir bu anacııım, rüyada bile elimizi korkak alıştırıyoruz. Gördüğünüz üzere iki kardeş son zamanlarda içimizdeki çarpıklığı rüyalarımızdan seyrediyoruz. Nazlı Eray’ın “Rüya Ekranları Ormanı” hikâyesi gibi olduk. Hey yavrum, ne tatlı hikâyedir o. Ormanın ortasında bir ekranda herkes rüyasını izler dev ekranda. Hastasıyım Nazlı Eray’ın. O ve pek sevgili Buket Uzuner okuyarak yazmaya başlamıştım. Bu iki aslan hatun kişinin hakkını verelim.

      Kardeşim her gün bir inciyle çıkıp geliyor. Bu sene tıpta 6. yılı olduğunaaa hastanede ikamet ediyor. En trajik yerde bile eğlenecek bir şeyler buluyor. Geçen gün bir çocuk gelmiş acile. Babası takkeli, cüppeli, sakalı yerleri süpürüyor. Çocuğun adı Oruç, ikinci adı Ramazan, soyadını söylemeyeyim, ama aynı kurgudan seçip koyun bir soyisim siz. Acile gelme sebebi: Kafasına kitap düşmüş. Fransızca-Sanskritçe sözlük düşecek değil herhalde, belli ne düştüğü. Ölseydi kesin şehit olurdu, ama sağ kalana ne denir bilmiyorum güzel Türkçemizde. Bundan gayrı bir haftada iki kez gelen bir amca varmış. Önce darptan gelmiş, sonra da hafiften vurmuşlar. Hafiften sıyrık bir adamcıkmış. Kim bilir kime çatıp dayak yedi. Yanında da pembe kapaklı bir kitap varmış: “Arkadaş bulma ve elde tutma sanatı”! Ben Merve’nin yerinde olsam şimdiden “Acil durumlarda kolu çekin” adlı bir kitap yazmaya başlardım erkenden.

      Salamanca’dan hocam ve pek yakın dostum, Aşkın Beş Hali’nin Nora’sı Ana geldi. Son iki haftadır onunla Şarköy’de bağlar ve zeytinlikler arasındaki evceğimizde Oblomovlar gibi yattık. Bir bavul kitap aldık yanımıza. Babamın çocukluk arkadaşı Ümit Amca yıllar önce koca bir toprak alıp bütün çocukluk arkadaşlarını toplamıştı deniz kenarında. Şimdi bütün Malkaralı arkadaşlar yazları yan yana oturuyorlar.  Ne muhteşem, ne ince bir düşünce değil mi? Ancak Ümit Amca’nın aklına gelecek kadar ince. Arkadaşım Ana kuzenler, yengeler, amcalarla gece gündüz her gün başka bir evde olmak üzere yapılan dolma sarma, baklava açma, börek yapma işlemine destek olurken biz Türklerin yeme, yemek düşünme, daha yemek masasından kalkmadan başka yemekler hayal etme, bıkıp usanmadan imece halinde gece gündüz yemek yapma kapasitesine şaşakaldı. Onu her gün başka bir evde pratiğe saldım. Parmakları dolma sarma ilminde yoğrulmuş olarak gönderdik ikinci vatan Salamanca’ya. Şöyle bir diyaloğa şahit olup milletimizin tüm şifrelerini çözdü:

 Durum: Gündüz yapılan envai yiyecek akşam ağaç altında yine imece halinde birkaç hane arasında kahkahalarla yenirken, gerek belirir ve tarif alınması gerekir. Kuzenim Esra uzakta olan kocasına telefon açıp, onu “Aynur Abla’nın gül tatlısı tarifi” için yatak odasındaki çekmece yönlendirir. Hattın diğer yanında hayli masumca bir cevap gelir:

“Muazzez Teyze’nin böreği var, olmaz mı?”

  Hal böyle olunca ben de son zamanlarda “oooossssole mio” (Oh, güneşim benim) diyemiyorum tabii. Şarkıyı kendi kendime ithaf etmem gerektiğinde bakın nasıl adapte versiyonun kullanıyorum: Oooorssssooo mio! (Ayım benim).

      Şu anda dünyadan kaçmış bir halde annemlerin evindeyim. Pratik olarak beş değişik evde yaşıyoruz yıl içinde. Evim, kardeşimin evi, bizimkilerin evi, Şarköy ve Antalya’da olmak üzere yıl boyunca hep sirkülasyon halindeyiz. Kısacası hepimiz bavulda yaşıyoruz. Bu sefer dünyadan kaçayım, huzur bulayım diye kimseciklerin bilmediği bu eve geldim. Anacım, dert biter mi? Huzur bulacakmışım! Nah bana huzur. Alt katta yontma taş devrinden çıkıp, cilalı taş ve bronzu atlayıp doğrudan apartmana düşmüş bir aile oturuyor. Sanırsın her gün koyun boğazlıyorlar. Sadece emir kipi ve küfür ile anlaşıyorlar. Derler ya günde 500 kelimeyle anlaşıyoruz, bunlara sadece 10 kelime yetiyor:  Allah cezasını versin, giiittt, otur, kalk, salaklar ve de kimseciklerin o cadaloz karı gibi söyleyemeyeceği “hayvannnnlaaaaaarrrr”. Bu son kelime tek başına en az bir dakika sürüyor zaten. Bugün baktım inlerinden çıkıp çarşıya çıkıyorlar, kapıda kıstırdım. (Ben de az psiko değilim). Aramızda şöyle bir diyalog geçti. Azı var,  fazlası yok:

ÖK: Ayyy, akşama kadar evi başımıza yıkıyorsunuz. Bizim evde yaşıyor gibisiniz. Her şey duyuluyor.

PA (Patentli ayı karısı): Siz de keman çalıyorsunuz, duyuluyor.

ÖK: Keman değil o bi kere, ud. (Bi de bize sor, ne zor geçiyor annemin o ud çaldığı saatler)

PA: Olsun, ben seviyorum. Olsa dinlerim.

ÖK. Gelin dinleyin, bekleriz. (Tam olarak bunun için kıstırmamıştım onları sanki. Yoldan sapar gibiyim. Şiddete davet ediyorum kendimi.) Çok küfrediyorsunuz, biz duyuyoruz.

PA. Evet, sinirlenince salak diyorum bunlara. (Veletler de yanında)

ÖK: Hayır, daha ziyade hayvanlaaaar diyorsunuz.

PA. Ay, diyorum tabiii. Delirtiyorlar beni. (bence hazır delirmiş aldık biz manyak komşuyu, çocukların suçu yok). Doktora götürdüm onları. (Neden? Kendini götürsen daha sağlıklı sonuç alırdık apartmancak). Bir şeyleri yokmuş, sadece kıskanıyorlarmış. (Bi de sana baksaydı doktor, neler neler bulurdu.)

ÖK: Çocuklara bağırdığınızı söylediniz mi?

PA. Ayy, söyledim. Benim normal sesim bu, dedim. Bak, şimdi de bağırıyorum. (Vallahi patentli manyak, kertenkele gibi kuyruğu bırakıp ufaktan kaçayım ben iyisimiiii. Uyandırın lan beni bu kâbustan.)

ÖK. Evet, gerçekten de sesiniz öyle. (Neandertal perdesinden). Haydi sağlıcakla. Görüşürüz. Kahveye de bekleriz. (Bu arada tuz da bulundu. Avlandıktan sonra batırın, öyle çevirin ateşte.)

     Ana’yla iki hafta non-stop çene yapıp, bolca güldük. Neler öğrendim neler. Arjantin’de akıl hastanelerinde çekilen bir program varmış. Sadece delilerle röportaj yapılıyormuş. Nasıl fikir? Ben bayıldım. (Ben talibim, uzağa gitmesinler, gelip benle başlasınlar.) Ana takvim ve zaman kavramı üzerine bir kitap yayınladı. Yıllardır dünyanın cümle takvimini inceliyor. Bu arada benim matematik ve astroloji yetmezliği çeken kafamın alamadığı bir şey çözmüş: İsa MÖ. 7. yüzyılda doğmuş! Bunu ispatlıyor belgeler ve işlemlerle. Kilise’nin de bunu bildiğini ama itibarının sıradan mümin halk önünde sarsılmaması için zamanında sesinin çıkarmadığını söylüyor. Kitabın acilen Türkçeye çevrilmesi lazım. Ayrıca bu kitaptan bugün kullandığımız Gregoryen takvimin Salamanca’da yapıldığını öğreniyoruz belgelerle. Nasıl? Aziz Nesin’in “Şimdiki Çocuklar Harika” kitabında bir hikaye vardı. “Bütün bildiklerinizi unutun” diyordu öğretmen. İşte bu kitap da öyle diyor bence. Peki güney yarıkürenin kutup yıldızını göremediğini biliyor muydunuz? Ne komik değil mi? Adamların şarkılarında da yoktur bu durumda kutup yıldızı.

     Shakespeare Hocam Ercüment Atabay 90 yaşına bastı. Bunu iki koca şampanyayla kutladık. Onun da dediği gibi “elimizle getirdiğimizi, karnımızla götürdük.” Sefamız oldu. Sıcakta da pek iyi geldi. Burhan Altıntop’un en sevdiğim repliklerinden biridir. Öleceğini öğrenir, saçlarını sarıya boyatır, İskoç eteği giyer ve bir sabah cıstak bir müzik eşliğinde: “Ohh, hep sabah kahvaltıda şampanya içmek istemişimdir. Cızır cızır!”, der. Üşenmeyip bir bakıverin, çok komik sahnedir ha.

    Canım Trakya’mın güzel içen insanları. Şarköy yolunda bir restoran adı gördük: Aydık. Başka nerede bulunur böyle restoran adı. Sarhoştuk, aydık. Vallahi bu etimolojik hastalığım öldürdü beni. Buket Uzuner okula gelip bize yeni kitabıyla ilgili çalışma yaparken   bulduklarını anlatmış, mest etmişti bizi. Türk mitolojisindeki ay’ın yerini anlatmış ve herkesin güneşle ilişkilendirdiği ayçiçeği kelimesinde (günebakan ve günâşık kelimelerinden başka) ay’ı kullanmamıza değinmişti. Bakın, daha güzel bir örnek. Sarhoş olduktan sonra ayılırken, ışığı görüp ayılırız. Işık, güneşten değil aydan gelir. Büyük ihtimalle aymak, ayılmak fiilleri içindeki gizli olan ışık ay ışığı. Ne hoş değil mi?

      Mr. Mutluluk Hattı’na kocaman bir patch-work yatak örtüsü diktim. Tatil diye buna derim ben.

     İki gün içinde yeniden Frengistan yollarındayım. İtalya iki hafta bize katlanabilir mi bilmiyorum. Massimo Montanari’yle tanışmanın heyecanı içindeyim, Korsika’ya bile heyecanlanamıyorum. Döndüğümde bana hangi şarkıyı söyleyeceğinizi biliyorsunuz? (Çünkü ben bu bedene birkaç kiloluk daha kat çıkmış olacağım korkarım.) Bir kat tüf şarabı, bir kat gniocchi… Oooooorsoooo mio!

3 Ağustos 2012

TERMİNATÖR ABLA ya da ANNECİĞİM!

   
   Evvet... Gökhan Yavuz Demir arkadaşımızın hazırladığı Kızlar ve Anneleri kitabı için yazdığım bir yazıyı paylaşayım dedim. Taze bitti. Sevgili okur, bu okudukların aramızda kalsın ki benim de postumda şöyle fiyakalı bir delik olmasın. (ps. Fiyatta anlaşırız.)
   Her Türk evladı çocukluğunda şu cümleyi en düşük perdeden çok sık duymuştur: “Yap, yap, ama sakın babana sakın söyleme.” İşte ben ve kardeşim tıfıllığımız boyunca bu cümlenin hep şu versiyonunu duyduk “Yap, yap, ama sakın annene söyleme.” Annem evimizin iyi kalpli gestaposuydu. Sadece kendisinden değil, uzaktan adından bile korkardık. (Di’li geçmiş zaman ne gerek varsa!) Saçtığı korkunun etki alanı hayli genişti. Sadece ev ahalisi için değil yakın çevrem için de dolaylı olarak bir korku, bizim evde çektiklerimizden ötürü de arkadaşlarım arasında bir eğlence kaynağıydı.
        TC kadınların ezici çoğunluğu gibi annem de temizlik hastalığı adını verebileceğimiz, ama kendisinin asla kabul etmediği bir hastalıktan muzdaripti. Hayır, aslında o değil, biz muzdariptik. Çünkü annem temizlik ilminin kolektif şekilde yapılan dalında eğitilmişti. Daha doğrusu ev temizliği kolektif olarak nasıl yaptırılır konusunda aldığı üstün başarı madalyalarını ruhuna takmıştı. Bu da hafta sonu gelince -hatta o hafta şansımız yoksa daha hafta sonu bile gelemeden-  annemin bizi sıraya dizip (hepi topu üç kişiydik) elimize toz bezi, Cif, çamaşır suyu, cam parlatıcı, vesair temizlik malzemesi tutuşturup mıntıkalarımızı söylemesi ve bizi evin çeşitli noktalarında kutsal göreve göndermesi anlamına gelirdi. Yıllar yılı eve asla kadın getirilmedi. Çünkü annem bizi patolojik temizlik konusunda eğittiği için kimsecikleri eve sokamaz, kimseciklerin yaptığı temizliği beğenmezdi. Temizlik bitince evin olmayacak deliklerine parmağını sokar (sigorta kutusu, fırının arka kör noktası, buzdolabının girilemeyecek arası gibi) ve feryadı basardı: “Ayyyy, olduğu gibi duruyor burası! Ne biçim temizlediniz evi?”
      Bu evdeki temizlik seansları aramızda nihayete erdirilir ve bir sır gibi saklanır, dışarı gururla çıkılırdı. Ta ki eve gelip giden en yakın arkadaşlarımdan -ve de roman kahramanım (Hoşça kal Milano, Hoşça kal Aşkım ve Hola’nın Amanda’sı) Aslı bize geldiği günlerden birinde bunu keşfedene kadar. Aslı’yla bir kahve içelim demiştik. Arkadaşımın beni ziyarete gelmiş olması temizlik âleminde annem için engel teşkil edecek değildi ya! Hemen elime bezi ve Cam-sil’i tutuşturup beni mutfak dolaplarının tepesindeki camlara misyona yolladı. Bir sonraki karede ben merdivenin üzerine tırmanmış cam siliyordum, annem de Aslı’yla mutfaktaki geniş koltuklara kurulmuş kahvelerini höpürdetiyorlar ve sohbet ediyorlardı. Allahım, modern Külkedisi mi diyoruz biz buna? Tahmin edersiniz ki Aslı bu kareyi hiç unutmadı ve hayatta arkadaşlar arasında bir gıdım karizmam var idiyse de onu o mutfakta gömmek zorunda kaldım. Hala temizlik işlerinden nefret etmemin sebebi bu lekeli mazimdir. Hali hazırda temizlikten anladığım şey tozları az görünen bir yerlere sıvamaktır.
       Annem 65 yaşını tüm fiyakasıyla aştığı şu zamanlarda hala küçük bir çocuk gibidir. Üzerindekileri çıkar, çocuğa ver, sakil durmaz: Şort üzeri tişört ve kombinasyonun son parçası olarak da çapraz takılmış bir çanta. Ruhu da hala çocuk ruhudur. Hiçbir eğlenceyi kaçırmaz. Kızlar arasında şenlikli bir yere gidiliyorsa herkesten önce o hazırdır. Karaoke barda doğum günüm kutlanıyorsa herkesten fazla o şarkı söyler. Dünyanın diğer bir ucunda sempozyuma gideceksem “Ayy, ben de geleyim”, der. (Ve de gelir). Her eğlencede en ön sıradadır.
      Dünyada gezmedik yer, yüzülmedik deniz, girilmedik göl, tırmanılmadık dağ bırakmamıştır. Denize girdiğinde ufukta görülmeyen bir nokta halini alır. Babam bütün yazı deniz kenarında balıkçıların dönmesini bekleyen Portekizliler gibi sahilde telaşla bekleyerek geçirir. Bir de her gittiği yerde onu heyecanlandıran ne bulursa alma merakı vardır ki, bu bizi en çok şenlendiren şeydir. İran’dan tereyağı getirmişliği vardır. ‘99 depreminde Marmaris’te kaldıkları Merkez Bankası kampı depremzelere verilip de tatilleri yarım kalınca eve gelmemek için 1 hafta boyunca iki yarı deli kadın, iki de bahtsız küçük çocuktan ibaret kafileleriyle İç Ege’de gezip eve gelmişlikleri vardır. (Babam da bu esnada evde değil TRT’deki masasında uyumuştur.) Babam bir hafta sonunda eve avdet eden annemin arkasından arabayı saatlerce boşaltamayıp elinde son poşetlerle yukarı çıkıp da feryat edince (o arabadan Afyon sucuğu, İzmir üzümü, Buldan bezi, Uşak battaniyesi ve benzeri sayısız nesne, -hem de çifter çifter- çıkmıştır pek tabii) bacak kadar kardeşim babama durumu şöyle anlatmış ve tarihe geçmiştir: “Sadece Denizli’den horoz almadık baba!”. İşte annem böyler bir şey dir.
        “Bu enerjiyi nereden buluyorsun?” sorusuna günde en iyi ihtimalle iki defa maruz kalırım. Cevabım annemde ve babamda gizli. Tarifi mümkün olmayan bir enerji var bizim ailede. (Fazlasını ihraç etmeyi düşünüyoruz.) Annem 3. üniversite eğitimini 55 yaşında yaptı ve konservatuara girdi. “Yarı zamanlı” olarak geçen bu bölüm nasıl yarı zamanlı idi bilinmez, çünkü cumartesi günleri bile ders vardı. Biz de bu sebepten her cumartesi kargalarla birlikte kahvaltı ederdik. Babamın annemin konservatuarda olduğu saatlerde evde fırtınalar esmediğini görünce şu vecizesini söyleyivermesi hiç unutulmadı: “İffet, bu konservatuarın 7 gün 24 saat olanı yok mu?”
      Pek de güzel yemek yapar hani bizim Fifi. Fazla kilolarımızdan o suçludur. Mutfağa da kimsecikleri sokmaz. Babamın da mutfakta gizli bir yetenek olduğunu yıllar sonra anladım. Oysaki bizim evde babama mutfakta yeteneğini gösterme şansı hiç verilmedi. Bana verildiği zamanlarda da seans şöyle bitti: “Ayyy, her tarafı un yapmışsın! Çabuk temizle şu mutfağı!”. Ben de tezgâha dökülen bir gram unun diyetini mutfağı silmekle ödediğim günden beri jübile halindeyim.
      O cadaloz kabuğun içinde pamuk kalpli bir kadın vardır. Evde bir parti varsa ve komşu kadınlardan birinin çocuğuna bir dilimcik bilr pasta kalmadıysa (oysa o çocuk en az bin çeşit yemiştir bizim evde o esnada) ertesi gün aynı pastadan yapıp bütün halinde çocuğa götürür. (Ben istesem yapmaz, o başka). Elalemin çocuğuna pasta, bize kurufasulye. Sevmiyorum ya, ondan.
       Ha, isim mi? Onu da çok sevdiğim bir dostum olan Mehmet Hoca (Çelik) taktı kendisine. Bir akşam annemle beni yemeğe çağırma gafletinde bulunmuştu. O gün çıkıverdi.  “Terminatör”, bitirici demek aslında. “Terminar”dan (bitirmek) geliyor. İşte size annemin neden bu sıfata tüm hak ve meritleriyle layık olduğuna dair küçük bir anekdot. Bahçeşehir’de yeni bir eve taşınmış, mutfak için bir masa ve kalpli sandalyeler almıştım. Sırılsıklam salak olan mobilyacı sandalyeleri yanlış renk göndermiş. Bir sonrakinde daha da kendilerine yakışır bir salaklıkla her birini farklı renklerde yollamışlar. Üçüncü seferde ne çeşit bir akılsızlık yaptıklarını hatırlamıyorum (Tüm gerzeklik permütasyonlarını iki ayda bitirmişlerdi çünkü) adamlarla kavga ettim. Demedik laf koymadım. Sandalyelerden ses yok. Son an bir pırıltı belirdi kafamda. Kesin çözüme başvurdum ve annemi arayıp durumu söyledim. Allah inandırsın yarım saat içinde doğru renk, desen ve boyuttaki sandalyeler geldi. Gele gide yüz göz olmak zorunda kaldığım adam da tek kelime etmeden ve her zamanki gibi komiklik yapmadan sandalyeleri koyup ağzını bıçak açmamış halde gidiyordu ki, meraktan çatlamış bir halde sordum. “Ne oldu?”. El cevap: “Abla çok ağır konuştu!”
     Velhasıl severiz biz Fifi’yi. Hem de çok!