26 Temmuz 2012

YAŞAMAK GEREK HAYAT İZİ GEÇMEDEN

 “İslam Korkusu” kitabım bitti. 470 pırıl sayfa. Kitap bitti, lakin bende de bir İslam Korkusu korkusu başladı. Son üç yıldır “ne yapıyorsun?” diyen herkese “İslam Korkusu diye bir kitap yazıyorum”, diyorum. Bu yalanı söylemeye başladığımdan beri ikisi eski baskı 4 kitap yayınladım, 100 adet blog yazdım, on binlerce kilometre yaptım, on binlerce sayfa fotokopi çektirdim envai çeşit kütüphaneden, yüz binlerce satır okudum,  ama kıçımın üzerine oturup da yazamadım bir türlü. İtiraf ediyorum, ben bu kitabı aslında son 5 ayda yazdım. Anacım son beş ay bana beş asır gibi geldi. Kitabı düzeltiyorum, bir taraftan da “ulan, ne güzel olmuş” diyorum. Elime sağlık üzerine afiyet. Pek güzel oldu kitabım. Zincirden boşanmam için geriye sayış başladı. Final countdown’da neler olacak bakalım? Evet, önümüzdeki 6 aylık kalkınma planımı açıklıyorum.
-Bir mutfak romanı yazmak. Aslında 2007’den beri yazmayı hayal ettiğim bir roman bu. Kurgusu da o zamandan hazır. Malum ben aşklarını rentabilize eden bir kadınım. En renkli aşkımdan henüz bir rant çıkarmadım. Yunanistan henüz buna hazır mı bilmiyorum. Hey yavruuum, Spider Murphy Gangy’in “Skandal im Sperrbezirk.” Bir şarkısı vardır, işte o bezirk (eyalet) Atina’ymış aslında. Program yapımcısı bir abimiz. Bana Selanik’in unutulmuş bir köyünde, nehir kenarında bir restoranı kapatmış ve sürpriz yapıp Balkan müzisyenleri getirmişti. Sonra bir de soruyorlar, nereden buluyor muşum bu hikâyeleri. Ben oturuyorum anacım, hikâyeler bana geliyor.
-Bu romanı yazmak için ülke ülke, köy köy dolaşıp yemek tarifi toplayacağım. İlk önce de Vasilis’in annesine gideceğim, Sakız’ın kuzeyine.
-Yemenin ve içmenin piri, hedonistim Slobodan’ımla bir dizi röportaj yapacağım. Bu arada arpa suyundan nasibimi alıp kalori ibresinde zirveleri, tartının ibresinde ise baskül ötesi sayılar göreceğim korkarım. Slobo pek tabii bu tarifleri ve komik hikâyeleriyle romana kahraman olmaya da hal kazandı bence.
-İnsanda akıl bırakmayan falcım da olmalı bu kitapta. Geçen Perşembe yine mahvetti beni. Aklım almıyor a dostlar, görmedim ben böyle şey. Son yıllarda bana ilk defa evleneceğim adamın ismindeki harfleri verdi. R ve N harfleri varmış. Menşeini sordum, “baskın bir kültürden” dedi. Rönesansım baskınım, İtalyan mısın? Helenim taşkınım, Yunan mısın? Neredeysen birkaç on yıl daha gelme anacım. Benim böyle keyfim pek bir yerinde. Sana randevu veriyorum yakışıklı, 40 yıl sonra, Nekropol’de buluşalım. Yakanda bir karanfil olsun hey yavruuummm…
      Bu sabah pastanede hayatımın editörü Adnan Özer’in Fernando Pessoa kitabına yeniden başladım. Önsözde Gil Vicente’den bir dize almış: “Madre, no seré casada, por no ver vida cansada”. (Evli olmayacağım ana, yorun hayatı görmemek için). Nasıl? İşte ben. Ama geçen gün deniz fenerine giderken yolda ağaçlar arasında bir gözlemecide durduk. Baktık ortada kadın madın yok. Sonra birden bir amca hasıl olup aldı eline oklavayı, yaptı gözlemeleri getiriverdi. Baş işte, bu model güzel. Her eve lazım.
      Oklava ve gözleme deyince aklıma çaresiz Hayat Bilgisi’nin Ruhi’si (Ceyhun Yılmaz) geldi. Ruhi umutsuzca iş arar, nihayet bir gözlemecide “gözlemeci kadın” olarak işe girer. Başı bağlı, elinde oklava, yamuk yumuk şeyler açar hamurla. İşveren de şüpheyle başında dikilmektedir. İşte tam o esnada hayatta en sevdiğim rekliklerden birini söyler: “Sen de biraz gayret etsene unlu mamül!”
        Dün ofiste tatlı tatlı otururken kafamı bir kaldırdım ki Gökhan Sezen. Nebi Hocam sürpriz yapmış, (sabah söylemişti de, pek inanmamıştım) üniversiteye gelen Gökhan’ı tutmuş kolundan getirmiş. (Sevgili okur hatırlar, son yedi yıldır bu konuya çalışıyor Nebi Hocam.) Toka yoktu, ben de kalfama mandal takmıştım. (Mandalın ofiste ne işi var diye sorarsanız, cevap verebilemem. Ama karşılık veririm: “Eeee, peruğun ne işi var ofiste?”.) Hocam, “kızımız doçent oldu”, dedi. Ben de kafamdaki mandalla çaresiz “Ee, ben doçent olduğuma göre akademinin halini hayal edersiniz her halde”, demekle yetindim. Mandal bu kadarına el veriyordu. Sonra da biraz durumu toparlarım belki diye “bizim sülalenin bütün kadınları size âşık”, dedim. Cümlesinin çocukcağız her televizyaya çıktığında beni uyandırıp ballı küfrü yediklerini söylemedim tabii. (O okurla benim aramda). Neyse kazasız belasız atlattık ikinci (korkarım aynı zamanda da son) görüşmeyi. Vallahi pek yakışıklı çocuk, ama burnuna yaptırdığı gibi bir de ismine estetik operasyon yaptırıp fazla harflerden birinin yerine bir R ekletsin. Aloo? Alaatinim doktorum, bi bakar mısın?
      Yavrum, pek de bir sıcak oldu. Kardeşimin dediği gibi iyice sündük, içinde bulunduğumuz kabın şeklini alacak kıvamdayız. Hele hele tembelliğe dair bir şey duydum ki, pek hoşuma gitti. Denizciğim Kırgızlardan öğrenmiş. Onlarda oturmak yokmuş. Misafirliğe oturmaya değil, doğrudan yatmaya gidilirmiş. “Bir maniniz yoksa annemler size yatmaya gelecek” durumu varmış yani. Misafir gelince bir köşeye yatırılır, çayı da yere koyulurmuş. Dirseklerini kırıp çaylarını içerek sohbet ederlermiş. Alaattinim doktorum, bendeki malzemeden Kırgız çıkar mı? Çıkarsa elini korkak alıştırma canım, artık parçalardan da iki küçük Japon çıkar.
     Az kalsın unutuyordum. Haftanın incisi yine Hande’den. Bu hafta bizim üniversiteden bir çocuk İtalyan konsolosluğuna vize almaya gitmiş. O da beni sormuş, adımı söylemiş. Çocuk da “tanımıyorum, ama bir bakayım, belki resminden çıkarırım”, demiş.” Hande’den el-cevap: “Yok, Özlem öyle bir şey değildir. Onu ya tanırsınız, ya tanımazsınız”. Nasıl? Daha güzelini henüz duymadım anacımmm.
          Hafta sonu Poseidon Felsefe Okulu’nda idik. Yani Armutlu deniz fenerinde. Deniz ve Levent bana müthiş bir jest yapıp beni denize bakan bir odaya kapattılar kitabımla. Aktüel dergisi de oradaydı. Herkes çok tatlıydı.  En maymun hallerimle poz verdim gençlere. Resimleri görüp “bu ne hal?” derlerse, “İslam Korkusu yaptı beni böyle”, derim. Gül gibi kızdım 5 ay önce. İncir ağacının altına yatıp keyfettiler. Hafta sonunun en komik anları yolda geçirdiğimiz saatlerdi. Levent türküleri deşifre etmeye çalışıyor. Neler bulmuş neler. Sonra ben de bir düşündüm ki, RTÜK saçma sapan şeyleri kırpıyor, olabildiğince sapık türkülerimiz nasıl olsa kulak alışkanlığından çakılmıyor diye ortada serbest geziyorlar. “Entarisi ala benziyor, şeftalisi bala benziyor”. Ne buyrulur? Bence derinden bir yuh çekilir. Şimdi “kızım senin için kötü diyeceksiniz?”, “Art niyet” diyeceksiniz. Hey yavrum, art’ın niyetine bakmaya devam edelim. “İndim derelerine, bilmem nerelerine/ kaytan bıyıklarımı, sürem nerelerine”. İzninizle buradan oha demek istiyorum. Benim mi içim kötü, atalarım mı toptan sapık bilemedim a dostlar.
       Serdar yine dağıttı beni. Bu çocuk bu şarkı sözlerini hangi ortamda yazıyor? (Atasına bak, torununu alma). Yok, severim tatlı şeyi de yine şarkı sözlerinden en anlamlısı “Clap your hands baby” olmuş. Sizin için seçtim yine, boy boylamış, soy soylamış, bakalım ne soylamış?
“Güneşin tadı boşa gider açmadan, kurudum bana verin onu kaçmadan”
     Ruhun altı malum çıfıt çarşısı gibidir. Burada da ileri derecede ev kalmışlık sendromu var. Serdar güzelim, bir 30 yıl sabret ben alırım seni. 

“Aramak gerek iyi kötü seçmeden, yaşamak gerek hayat izi geçmeden”.
      Hmm, beni de zorladı bu satırlar. Hem arayış devam etsin, hem seçmece yok. Yani diyor ki: “Sandığın üstüne iyileri koyduk abla, mıncıklama işte. Üstten al, çek git.”

“Sonumuzu görüp, sağa sola dönüp
Daha iyi kadere çalış.
İki nefes alıp bu büyülü yerin
Tadına da iyice alış”
     Wallahi şiştim, a dostlar. Neresinden tutayım bilemedim, ama yine de madem bulaştım bir deneyeceğim. Jacque the fatalist diye bir roman vardır. (Yıllar önce aldım, daha okuyamadım). Oradan gireyim, dedim, ama olmayacak galiba. “Daha iyi kadere çalış” değil teologların bile çözemeyeceği bir söylem. Ayy, bırakıyorum, dağınık kalsın. Yıllar sonra epistomologlar ve ontologlar kafayı kırıp çözmeye çalışırlarsa, en az 700 sayfalık tez çıkar buradan. Memleketin tezleri gibi 700 sayfa sonunda hiçbir noktaya da gelinmez.
 “Ara sıra gelip haber ver, üzecek adam çok”.
    Yok, anacım, olmayacak bu böyle. Tıkandım. Ben kendimi imha etmeye gidiyorum. Ama gitmeden önce sizi son albümden bulduğum tek anlamlı mısra ile baş başa bırakıyorum:
   “Hayat beni götür aşktan yana!”
     Ps. Ben haftaya gelicem. Daha iyi kadere çalışın. Yokluğumda çok kitap okuyun.

19 Temmuz 2012

“KEEP WALKING!” JOHNNIE WALKER


Nasıl reklam ama, ben çok tuttum. Her öğlen Mr. Mutluluk Hattı ile ezilme denemeleri yaptığımız caddedeki tekel bayiimizde gördük geçen gün. Saygı duyduk. Efenim, dün gece evlilik canavarı iki can daha aldı. (Mr. Mutluluk Hattı öyle diyor.) Biz de utanmadan gittik çatlayana kadar dans ettik gençlerin bu acı günlerinde. Nişanlımı everdik. Ya da daha açık olayım, eski ofis arkadaşım ve gerekli anlarda nişanlım taklidi yaparak can kurtaran biricik Serkan’ımı dünya pansiyonuna soktuk. Şimdi acil nişanlı taklidi yapacak yakışıklı bir arkadaş aranıyor. Sevgili okur bilir, Serkan bizim ofisten giderken tiyatroda kullandığı bir berber mankeni ve peruğu da dostluğumuzun nişanesi olarak ofiste bırakmıştı. İki gün önce dekanımız odama gelip de şaşkına dönünce bir an açıklamakta zorlandım. Aslında tam da açıklayamadım galiba, ama sağ olsun beni uzun zamandır tanıdığı için zararsız bir deli olduğumu bilir, pek de açıklama istemedi.
Moda Teras’ta evlendi gençler. Serkan birinci dereceden deli ve de takdire şayan derecede komiktir. Biz de onun düğününe layık olmaya çalıştık. Elbiselerimizi şeffaf bir deniz çantasına koyup Cafe Nero’nun tuvaletinde giyindik. Bir de utanmadan süslendik. Garsona da bunun bir illüzyon oyunu olmadığını söyleyip sıvıştık oradan. Çok şık bir düğün olmuş. Ama ben biraz bu elitizme şenlik getireyim diyerek Serkan’a alacağım altının paralarını olabildiğince küçük banknotlar halinde bozdurup onları birbirine iğneleyip yılan gibi yakasına asıp olaya müdahale ettim. “Geleneklerimizi unutmayalım”, dedim. Zavallım, “bekliyordum senden bir numara” dedi. Ama esas numara bununla kalmadı. Bir müzik, bir eğlence, tatlı bir rüzgâr. Gençlerle döküldük piste, saatlerce dans ettik. Tam damat halayı başlamıştı ki benim elbiseden cart diye bir ses geldi. Boydan boya söküldü. “Bir gün şişmanlarsam giyerim” diyerek Ljubljana’dan aldığım ve maalesef o gün geldiği için giydiğim elbise bana ihanet etti. Çaresiz plaj çantasından Cafe Nero öncesi takımları geçirip alaya kaldığım yerden devam ettim. Ama iyi heyecan oldu durduk yere, pist şenlendi. Üstelik halkım kostüm değiştirdim sandı.
     Gecenin en şenlikli kısımlarından biri kızlarla benim düğünün organizasyonunu yaptığımız anlardı. “Ben Shantel’i isterim”, dedim. Düğünde Shantel çalsa, az mı fiyakalı olur a dostlar. Hatta daha fiyakalısı konseri bitirip nikâh masasına oturması olur, ama bu da şansımı zorlamam demektir sanki. Ama olur da bir gün o hatayı yapacak olursam hakkınca yapmak isterim hani. Burçin’in aklına sayısız çılgın fikir geldi. Serkan’la Sinem dev ekrandan fotoğraflarını yansıtınca biz de fikri hemen benim düğüne uyarladık.  Megavizyondan eski sevgililerimin resimlerini gösterip son olarak “and the winner is: banner’i yapıyoruz. Sandık üzerinden iyilerinden seçip bir aranjman yapıyoruz. Gecenin sonunda damadın aklı başına geliyor ve “and the winner…. has gone” oluyor. Aynı Avrupa Yakası’nın son sahnesinde damat Burhan’ın toplu düğün resminden son anda tüymesi (ki bu düğünden de tüymesi anlamına geliyor) gibi. Gelin hamamı da yapıyoruz. Saz ekibi gelir ya hamama, benimkine Duman geliyor. Nasıl? Kendime geldim geleli dostlar, yani. Neyse, diğer detaylarıyla organizasyonumuz tamam, şimdilik sadece küçük bir eksiğimiz var, onu da Allah uzağından versin, amennnn!
       Ha, daha güzel bir hayalimiz de var yıllardır beslediğimiz. Anacım millet evleniyor, çoğalıyor. Altın, altın, tak, tak, bitmedi yıllardır. Meksika’nın altın madenlerini taktım yıllardır cümle âleme, ama geri dönüşü yok. Projemiz şu. Serkan’ın nikâh memuru kılığında geleceği bir nikâh töreni hazırlıyoruz. Gençlerden bir de sahte damat bulduk mu, işimiz tamam. Altınları fifty fifty kırışıyoruz. Sonra ben Ekvator’dan Galapagos adalarına uçuyorum. Ayyy, ekselansları Rafael Correa’yı da alayım da yanıma, hazır hayal kesesinin ağzını açmışken elimi korkak alıştırmayayım… Reisicumhurların en yakışıklısı, en idealisti… Hohoytt…
      Serkan’ı pek severim. Sayısız şenlikli anılarımızdan birini tiyatrocu gençlerle dün gece yeniden andık. Giderayak kahkaha enflasyonu olduk. Efenim, yıl 2007. Serkan’ın yönettiği oyun Kıbrıs’ta sergilenecek. Öyle böyle değil, askeriyenin en üst rütbesinin konuğuyuz. Ben de dekanımızdan izin kopardım, takıldım genç oyunculara. İlk gün rüya gibi, sivillerin giremeyeceği Maraş’ta konuğuz, Afrodit’in doğduğu sularda yüzdük, yedik, içtik, güldük. 70’lerde duran inşaatlar arasından (ki aralarında Sophia Loren’in evi ve iddiaya göre önündeki otuz yılı rezerve bir otel de var) geçtik. Deniz kenarında eğlenceli bir otelde kaldık. Hayatımın ilk ve son casino deneyimi sıkıntıdan bir avuç jetonu bile bitiremememle son buldu. Anacım, para kazanmaya programlanmamış bir beyin vermiş Tanrı bana.
     Macera devam ediyor. Çılgın bir komedi oynuyorlar. Oyuncularımızın hepsi ayrı komik, şenlikli, harika çocuklar. Yetenek tavan yapmış seçmeceler. O gece hep birlikte bir diskoya gidiliyor. Emre Altuğ var tesadüfen, canlı söylüyor. Ne oluyorsa oluyor, ayıdan iki gün önce doğmuş iki tek başına yetebilen hayvanat bahçesinin maraz çıkarmasıyla bizim delikanlılar da palazlanıyor. Önce kimseye fiske bile vuramayacak bir arkadaşımızın kafasına şişe atıyor ayılar. İkinci sahnede şişelerin uçuşuna kadehler de ekleniyor. Herkesi dışarı çıkarıyorlar, kavgaya davet. Ben televizyon bile seyretmediğim için sadece kulaktan duyduğum disko kavgalarından birinin ortasında kalmış bir halde idrak yollarımın açılmasını bekliyor, bir taraftan da çocukları sakinleştiriyorum. Çocuklardan biri kız arkadaşını bulmak  için içeri girip gözüne yumruk yiyor, mosmor çıkarken dışarıda olan kız “aaa, şekerim sen içerde miydin?” diye giriyor. Son sahnede dışarıda arabaların tepelerinde eli şişeli halkımı görüyorum. İki polis Serkan’ı iki yanından tutmuş, o da polislerden kurtulmak için” sakinim ben amirim, sakinim”, diyor. Polis de buna inanıp bırakınca Serkan ışık hızıyla şişeyi kapıp kalabalığa atlıyor. İşin komiği Serkan’ın kapıcıya zılgıt atamayacak kadar uysal olduğu, bu işi başkalarına yaptırdığı da bilinir olması. Anacım bu disko denen yer ne biçim bir canavar yaratıyor. Sonra da şaşıyoruz, millet ceket meket yakıyor diye. Bence bu ortamda hücrelere ters etki yapan bir şeyler var.
        Spor salonu maceralarımdan bilirsiniz. Yazın koskoca salonda iki kişi kalırız. Muazzez teyze ve ben. Muazzez Teyze 80 küsür. Lakin ölümlü halkın 30-35 bareminde kaldırdığı ağırlıkları 50’yle çalışıyor. İdolüm. Meğer Alzheimer hastasıymış üçüncü dereceden. Çok üzüldüm. Banttan inip, “aa, bandı unuttum” diyerek tekrar yapıyormuş.  Murat Hocamız sağ olsun dikkat ve takip ediyor. Ben de bugün kardeşime “Ay, ben de Alzheimer olsam ne biçim zayıflarım, kas yaparım”, dedim de aldım cevabımı: “Yok abla, sende öyle olmaz. Sen yediğini unutup tekrar tekrar yersin, ayı gibi olursun fazladan”, dedi. Doğru söze ne diyeyim.
       Anna da bloğumu takip ediyormuş. İspanyolca tercüme sistemiyle takipteymiş. Pek gülüyormuş. Allah bilir nasıl çeviriyordur Hz. Gugııılltransleyytırr, ama olsun. David de aynı yolla takipteymiş maceralarımı.
      Haydi size bir sır vereyim. Biz Eylül ayında iki kız, iki hafta İtalya’dayız. Ne demek bilir misiniz? İtalya’da moratoryum demek. Alarm verildi demek. Haydi, ölümlü halkın çekeceğini boş ver. Esas misyon büyük. 38 yıldır görüp gördüğüm en muhteşem tarihçi, en sıra dışı anlatıcı, yemek tarihçilerinin kralı, Ortaçağ tarihçilerinin en fiyakalısı, her kitabını roman gibi yalayıp yuttuğum Massimo Montanari ile buluşacağım. Röportaj yapacağım onunla Bologna’da. Bana verdiği tarih 11 Eylül. Sanrım heyecan olsun istedi. Ya da tarihe yeni bir 11 Eylül vakası işlensin bari, dedi. O sadece yemek üzerine bir atasözü üzerine sayfalarca kitap yazabilen renkli bir ruh! O dünyaya nasıl yemek tarihçisi olunması gerektiğini öğreten yüce zat… O bir divaaaa.. O bir model…  Bu ne demek biliyor musunuz? Allahımmm sana geliyoruuum demek…
      Geçen hafta trajik bir olay oldu. Bloğumu okuyan bir Bilkent tarih doktora öğrencisi yazımdan alıntılar yapıp, aralarını kesip, doğrudan kötü niyetle “işte rağbet gören bir tarihçimizin durumu da budur” diye dart tahtası yapmış beni cahil cühelaya. Altına da sazanlar atlayıvermişler. Yazıdan anlaşıldığına göre ben her gün sabahın köründe bira içip, domuz eti yiyorum. Ben zaten çaresiz kalmazsam et yemem, carnivore  değilim. Hayatımın en erken birasını Slobo’cuğumla içmiş ve 70 milyona da söylemiştim. Ulan, 70 milyona gönül açıklığıyla yazdığım şeyi sen neden saptırıp kötüye kullanıyorsun. Ha kullandın diyelim kötü kalplisin anladık, benimle ne derdin var arkadaş. Wallahi insanın gece gündüz içesi, domuzları bütün bütün yiyesi, pembe postunu da sırtına giyesi geliyor. Zaten Leonardo da Vinci domuzun sadece iki yeri yenmez demiş: gözleri. Ben domuzun o gözlerini o zata buradan gönderiyorum, kendi gözleriyle görememiş, belki piggy’ninler görür gerçekleri. Tarih camiası kötü kalpli insanlarla dolu. Milletle uğraşacak enerjiyi ilimlerine harcasalar tarih bir yere gelecek memlekette. Ama nerdeeee? Yediden yetmişe bir fesat sarmış halkı. Yok anam, ben Bologna’dan dönmesem iyi. Medeniyet dediğin bize hala gelmedi. Temizlik de öyle. İmandan geliyor, ama korkarım daha hala yolda.
       “Sana dokunmak için kalpte uyudum…”  nasıl? Serdar yeni albüm yapmış. Ee, bize de şenlik çıktı tabii. Bu da yeni sözlerden biri. Her zamanki gibi bunu da çözemedik kardeşimle. Bu sene özenle tüm konserleri kaçırdım. Ben yokken Nancy ve Ünlü konseri olmuştu hatırlarsanız. Nancy’nin İstanbul’da sahne aldığı an benim Yunanlardan Giannis Ploutarxos Girit’te konser veriyordu. Walla, itiraf edeyim, hayallerimin bir köşesinde hep bir gün onunla bir yerde karşılaşıp tanışmak vardır. Müziğinden değil anacım, fiziğinden mütevellit. Kerata pek yakışıklı. Neyse, afişi görünce aklım yerinden uçtu. Taksi şoförüne konser nerede diye sordum. Sormaz olaydım! Adamın beni Girit’in ormanlarından aşağı atmasına ramak kalmış meğer. “Millet aç, abla, millet konser durumunda değil! (O kosmos den einai gia sinavlies!)” diye haşladı beni. Pek utandım, konser hevesim de kaçtı. O gün de tam Kazancakis’ten bir iç savaş sahnesi okumuştum. İnsanlar fakirlikten berbere gidemiyorlar ve berberin oğlu açlıktan ölüyor. Kimse konsere gitmezse o müzisyen de açlıktan ölmez mi? Bence ben de haklıyım, ama amca çok asabi çıkıştı, savunmaya geçemedim.
      Ne diyordum, kaçırdığım konserleri sayıyordum. Red Hot Chili Peppers biletleri de bitmiş doğal olarak. Ben de kardeşimi alıp Serdar konserine giderim Kuruçeşme Arena’ya. Biz gitmezsek, o bize gelecek zaten her yılki gibi, evin içinden canlı dinleniyor malum. Daha da komiği Cuma gecesi oldu. Doktorum ve Cafer’le âlemlere çıktık Cuma akşamı. Yeme seansı sonrasında İstiklal’de yürürken kulağıma bir Ünlü parçası takıldı. Aklımı kaçırıyorum sandım, gaipten gibilerden. Sonra ikinci kata bir çıkıp baktık ki, Ünlü konserde ve Rüya’yı söylüyor! Tayfun’la bin bir plan yapıp buluşamazken, onu sahnede görünce daha bir komik oldu. Sonra Sunshine diye bir grup çıktı. Çok başarılı gençler. Çatlayana kadar dans ettik. Doktor bendeki enerjiyi daha önce bilfiil görmediği için küçük çaplı bir şok geçirdi. Bir daha da gelmez benle âlemlere.
       Haaa, delikanlı, bunu da yaz. Rağbet gören bir tarihçimizin haline bak, de.  Gece sabahlara kadar Rock konserlerine gidiyor, çatlayana kadar dans ediyor, alkol tüketiminde başarılı çalışmaları da var de. Sen giderken, o dönüyordu evladım.  Senin yaşın kadar dil öğrenmek için 38 yıldır kursa gitti bu kadın, arşivlerde dirsek çürüttü, 17 kitap yazdı kendince. Ama 20 yaşındayken de kurstan çıkar konsere, dansa giderdi. Dünyanın dört bir yanında pırıl pırıl ruhlu iyi dostlar edindi, kendi vatandaşlarından ve meslektaşlarından yediği kazığı kimseden yemedi. Yaz.  İnsan olduğunu hiç unutmadı o kadın. Kötülük sende kalsın, Allah yardımcın olsun.
      Tekrar ediyorum, acil nişanlı taklidi yapacak, yakışıklı, sempatik arkadaş aranıyor. Kötü günlerim için joker de aranıyor. Keep walking, anacııımmm…

11 Temmuz 2012

BEN BUNU HAK ETMEDİM


    İki gündür buna gülüyorum. İşte Woody Allen mezar taşına aynen böyle yazılmasını istiyormuş: “I didn’t deserve this”. Bana da uyar wallahi. İşte yine, yeni, yeniden ben. Dağlar denizler aştım, tam benden artık kurtulmuş olduğunuza kanaat getirdiğiniz anda yekpare çıkıverdim karşınıza. Yepyeni bir ben’le karşınızdayım. İki haftadır Yunan ellerinde olmamdan mütevellit tam tamına 4 (yazı ile dört) kilo almışım, yepyeni halim bu yani. Ahtapotlarını, kalamarlarını, içi peynir üstü hamur kaplı pofuduk kabak çiçeği kızartmalarını, çeşit çeşit otlarını yedim yedim semirdim. Biraz kalkındırdım Yunan ekonomisini.
     Efenim CIEPO tabir edilen ve yaş ortalaması bazı yıllarda 260’ı bulabilen tarih kongresinde bu sene nüfus gençti. Ama bir tarih kongresi ne kadar eğlenceli olabilir siz hesap edin. Hele hele Girit’te ise, oturum dinlemek dinen caiz değildir. Bütün sevdiklerim oradaydı. Yusuf Hoca ve Özer Hoca ekibiyle ekonominin kalkınmasına gastronomik olarak yardım ettik. Bol keseden güldük hep birlikte. Slobodancığım gelmiş. Yine kendine bir bar bellemiş, kongreye oradan katıldı. Bir sabah kahvaltı sonrası kendimi Girit sokaklarına vereyim diye bırakmış dolaşıyordum, bir baktım Slobo, bara gidiyor. Sabah saatin 9.30’u. Hayatımın en erken birasını (Salamanca’da sabahın onunda kapanan dünyanın en uzun süre mesai yapan diskosu Garamono’dan çıktığım saatlerde içtiklerim hariç) içtim onunla sabahın kör saatinde. Bir tepsi de domuz eti söyledi kahvaltı niyetine, smoked birayla güne ayıldık. (Bu arada smoked beer muhteşemdi). Her yan yana geldiğimizde olduğu gibi yemek tarifi değiş tokuş ettik. Bir kadından bahsederken beni öldürdü (Bu arada Slobo’nun ana dilinin de Türkçe olmadığını unutmayalım) : “Kadın memelerini istiklal madalyası gibi gururla taşıyor”.
     Son gün toplu yemekte "zivania" denen bir boğma rakı içirdiler. Sanırsın zıvanadan çıkmak oradan geliyor. Hepimiz ölümüne sarhoş olduk. Limonlu bir bahçede içmeye devam ettik bir de utanmadan. Aramızda gecenin sonunu hatırlayan çıkmadı. Kahraman’a sordum, “Siz çıktınız, beni niye almadınız?” El-cevap: “Sen susturulamayacak bir şekilde arka arkaya şarkı söylüyordun da ondan. Kaderine terk ettik biz seni.” Oysa ben son hatırladığım sahnede Yanni’yle ağır Yunanca bir politik tartışmaya girmiştim. O da “bunları başka zaman konuşuruz” diyordu. Oh oldu ona. Sonra şarkı söyledi, gördü gününü. Kıbrıslı nazik bir hoca sağ olsun ayakta duramadığımı, yürümekte de ısrar ettiğimi görünce bana sabırla eşlik etmiş başıma bir şey gelmesin diye. Ona buradan selam, sonsuz teşekkür. Ben şanslıydım, çünkü “zıvanadan çıkamayanlar” olmuş. Ertesi gün havaalanında herkes elinde ilaçlarla bir köşede büzülmüştü. Pişmanım, bir daha olsa, bir daha yaparım!
     Vjeran bana Zagreb’den yıllardır peşinde olduğum bir eser getirdi. Dimitris de bana sürpriz yapıp 1. cildini bir türlü bulamadığımı bildiği bir kitabı arayıp tarayıp bulmuş, yanına da bir şarap katıp yollamış. Hastasıyım incelikli dostlarımın. Vasilis de Sakız’dan dönerken üç kutu tatlı yaptırıp feribota bizi uğurlamaya geldi. Arkadaşlarımın profillerine bakar mısınız? Bende böyle muhteşem dostlar varken kimsecikleri beğenemem tabii. Tepeden tırnağa zarafettir benim ecnebi dostlarım, eşsizdirler.
     Durun durun, kimsecikleri beğenemem deyince, bugün vuku bulanları anlatmazsam çatlarım. Biricik Türkoloğumuz Nebi Hocamız babam sayılır. Eşi Nihal Abla ile en büyük fantezileri beni artık birilerine kakalayıp mürüvvetimi görmek. Benim tanıdığım tek mürüvvet bekârlık, o başka. Sevgili okur hatırlayacaktır. 2000’li yılların ortalarında beni Nihal Abla’nın yeğeni Gökhan Sezen’le baş göz etme hayallerine bulamışlardı da evde annem gecenin saçma saatlerinde TRT’de tekrarlanan Gökhan’ın konserleri için beni uyandırıp gecelerce uykusuzluğa gark etmişti. Girit’de yan gelmiş yatıyorum, telefon çaldı. Nebi Hoca: “Özlem, kızım sana koca bulduk.” Amaniiin! “Buraya kadarmış” mı desem, “Alo, alooo, Nebi Hocam, tünele girdim, telefon çekmiyor” mu desem bilemedim wallahi. “Aday da şu anda yanımda” demez mi? Amaniin, çifte rezalet. Ne dedi acaba bizim adaya? Bizim bir kızımız var, bavulda yaşıyor, hiç eve girmiyor, çok güzel yemek yapar ama asla mutfağa girmez, temizlikten anladığı tozları daha az görünen yerlere sıvamaktır, elbiseleri üç ayda bir evden kaçan babası geldiğinde ütü yüzü görür, müze gibi bir evi var ki içinde bir şey kırıp dökmeden yürümek için en az 3 yıllık bale eğitimi gerekiyor, giymediği elbiseler ve ayakkabılardan evde kendisine yeri yok, masasının çekmeceleri son olarak hatırlamadığı bir tarihte toplanmış, balkonu da İsa’nın vaftiz edildiği suyla yıkanmış mı dedi acaba? “Tam sana göre”, dedi Nebi Hoca. Nilüfer Hoca benim mürüvveti benden fazla arzulayanlardan olduğu için hemen ciddiye aldı durumu. Ben bu esnada sandalyede oturmuş durumun komikliğine gülüyordum çaresiz. 3 kişilik bir abzürd drama içinde gibiydik. Nebi Hoca “çocuk uzun boylu, sarışın, mavi gözlü, çok yakışıklı, ruhu düzgün, dürüst, adam gibi adam bir ressam” deyince hemen durumu ciddiye aldım. Bunun üzerine şöyle bir diyalog gelişti:
 “Nebi Hocam, siz bu çocuğu seviyor musunuz?”
“Hem de çok”
“O zaman, ne istiyorsunuz zavallıdan!”
     Nilüfer Hoca’nın odasından çıktığımda hala gülüyordum. Olur ya, programlarda çiftlere sorarlar, “nasıl tanıştınız?” niye. Alabildiğine romantik hikâyeler çıkar hani. Adam ressam, kadın yazar. Nasıl tanıştınız? “Görücü usulüyle”. Walla hayatımda bundan daha abzürd bir evlilik hikâyesi duymadım, pek hoşuma gitti hani. (Ama bence ressama sorsalar o “gömücü usülü tanıştık” diyebilir. Hayallerini diri diri mezara gömen Nebi Hoca’ya istinaden yani…) Ay, bayıldım kız ben bu hikâyeye.
     Yunan’a dönelim biz yine. Girit’ten döndüm, bavulu değiştirip eşantiyon olarak yanıma da kardeşimi aldım, ver elini Sakız adası. Oh, iki medeniyet gördük, neşemizi bulduk. Türban-proof, kıro-proof, püfür püfür denizin dibinde bir yer bulduk yerleştik. Adalılardan biri beni Yunan sanınca daha bir neşelendim. (Yunanca hocam Niça’ya ve 8 yıldır sabah derslerinde bana en az ortalama 11 bardak çay koyma sabrını gösteren eşi Antoş’a buradan eukaristw poli diyorum). Adanın otobüslerine binip binip köşe bucak gezdik. Otobüsteki yaş ortalaması ise en az 430, hepsi Hz. Süleyman’ın yaşıtı. Kaptan tüm ihtiyar heyetini tek tek evine -hatta salonuna- bırakıyordu. Biz de Merve’yle “oh be, bu da ölmeden inebildi” ya da “şoför abim, sen teyzeyi doğrudan nekropolde indir” gibi iğrenç espriler yapıyorduk üstünüze afiyet. Sakız ağaçlarını merak edince şoför otobüsü durdurup bizi ağaçların önünce indirdi, anlattı, sakıza dokundurdu. Seviyorum oğlum ben bu Helen halkını, canlarım benim. Keşke başka şartlarda tanışsaydık, keşke Atam’la Venizelos şöyle karşılıklı içip bizim için güzel planlar yapacak kadar yaşasaydılar.
     Arkeoloji müzesinde arkeolog-restoratör arkadaşım Vasilis bizi tek başımıza hayatta bulamayacağımız yerlere götürdü. Dolunayda yedik içtik. Son gün de Hotzas (Bildiğiniz Hoca) nam limon ağaçları arasında bir restorana götürdü. Sakız sosyetesi orada toplanıyormuş, o yüzden kendisi de o sıcakta uzun pantolon giydi. 20 yaşındayken bütün ada onu konuşuyormuş, “şimdi 40 yaşımdayım, kimse takıp dedikodu bile yapmıyor”, dedi. “Geçen sene sokağa işedim, kimse dönüp konuşmadı bile!” Vasilis bizi öldürdü gülmekten. Mide fesadından ve de Vasilis yüzünden ölmeden döndüm ya, artık hiçbir şey olmaz bana. Sakız’daki Nea Moni Manastırı dünyanın bilinen tek karışık manastırıymış. Rahibe ve keşiş kalmadığı için erkek ve kadın kısımlarını birleştirmişler. Çok yaşlı ve çirkin bir kadıncağızın yanı sıra iki de kendilerinden başka kimseye zararı olmayan keşiş varmış.
       İki gece boyunca bana öyle hikâyeler anlattı ki, geri dönerken kafamda yeni romanım hazırdı. En çarpıcı bulduğum manzara, anneannesinin kardeşinin savaşta açlıktan öldüğü, ama öldüğünde yüzünde son parasıyla aldığı pudra ve başında da şapkası olduğuydu. Gerçek müze (benimkinden değil) gibi bir evde yaşıyor, yüksek tavanlı, içi antika dolu. Kısa zamanda annesiyle söyleşmek ve birlikte yemek yapmak için Sakız’a gideceğim yine. O da bu hafta sonu tüm vergilerini ödeyen annesine kıyak çekmek için gümüşlerini parlatmaya gitti, bizi de adanın kuzeyindeki evlerine çağırdı ama ayıp olur diye gitmedik. Aklıma kardeşimin evimiz batınca eski sevgililerden birini “bir gün uğra bize, yok hiç kötü niyetim” şarkısıyla eve çağırıp içeri girer girmez eline Cif, çamaşır suyu, toz bezi tutuşturma projemiz geldi. Meğersem Vasilis’in niyeti de gümüş operasyonuna niteliksiz işçi bulmakmış. (Çok niteliksizim bu konuda, oğlum, bulaşık makinesine parlatıcı atılması gerektiğini bu işi yıllardır yapmadığımı fark eden kardeşimden geçen ay öğrendim. O derece yani!)
        Yine tavernaya gidemedik. Sonra en yakın Yunan arkadaşlarımın profillerini çıkardım tek tek: akademisyen, arkeolog, arkeolog-restoratör, belgesel yapımcısı, TV sunucusu, rahip, piyanist, tarihçi. “Ulan, Merve”, dedim kardeşime güneşlenirken. “Kendime bizle tavernaya gelecek kıro bir Yunan arkadaş edinmemin vakti geldi”. Olaydı şöyle hafif bıçkın bir Yunan dostum da masalara çıkıp göbek ataydım, yere inip sirtaki yapaydım. Nerde anacıımmm… Entel dantel. Kelepir kıro Yunan arkadaş aranıyor, haberiniz olsun.
     Yola çıkmadan önce Hande’yi aradım. Öldürdü beni yine. Aşk konusunda yaş ortalamamın pek yüksek olmasıyla yıllardır dalga geçtiği için konuya hâkim. Ama sanırım bu sefer hayatının esprisini yaptı. “Özlem, ara sıra gazetede vefat ilanlarını takip ediyor musun?”. Sonra da geyiği iyice ballandırdı. “Bak, sana ucuza mevlit çıkarmayı da öğreteyim. Tavuğu haşlarsın, suyunu ziyan etmez pilav yaparsın. Servisi kolay olsun için tavuğu pilava didersin. (Yes, I did) Sonra BİM’den kutu ayran alırsın.” Sanarsın on tane koca gömdü. Nilüfer Hoca da güzel patlattı espriyi mişli geçmiş zaman bir frankofon fosil abi için: “Adam dedi zaten, adım Bıdır, elimden gelen budur.”
     Ölümle başladım, ölümle bitireyim. Girit’te Kazancakis’siz olmaz tabii, dedik, açtık ana-babadan kalma sararmış yapraklı bir Kardeş Kavgası, hatmettik denizin kenarında. İşte aklıma kazınan satır: “Ölüm Tanrı sana dokunduğunda bıraktığı izdir!” Ürperen tüylerimi de alıp gidiyorum.