12 Temmuz 2016

GÜL MEMELER ÇAĞLASIN ya da AŞK ARKAMIZDA


 
     Tam hayatı boyunca bir tek şarkıyı baştan sona doğru düzgün öğrenemeyen benlik işte! Yıllar yılı bunu “gümlemeler çağlasın” olarak duymuş ve hikmetinden sual olunmadığına kanaat getirmiştim. Bugün kardeşimden öğrenince şöyle bir cümle içinde kullanayım dedim. Sabah kendisiyle kahvaltıda evde buluştuk da. Malum, evde tatlı kronik bir rotasyon var. Ortamdaki dört bavul sürekli tur atıp geliyor, sonuç olarak biz de ailenin dört ferdi olarak permütasyon hesabınca evde karşılaşıyoruz. Annemler Küba’dan, ben de İberya fethinden döndüm, şu anda annemin yeni telefonuyla tutturmaya çalışarak çektiği fotoğraflara bakıp kardeşimin vecizesini hatırlıyoruz: akıllı telefona yeni geçen abladan daha kötü bir şey varsa o da yeni geçen annedir. Çeşitli kaldırımlar, gökyüzü enstantaneleri, ayaklar çekmiş annem Küba’da.

     Sonra soruyorlar, niye evimde kalmıyormuşum? Arkayı dörtleyip evde nasıl eğlendiğimizi bilseniz siz de bizde kalmak istersiniz. Bizim ihtiyarlar Küba’yı büsbütün taşımışlar. Doğal olarak koliyle puro da gelmiş.  Non-smoker bir aile olarak mutfak ocağında yakmanın puronun tabiatına aykırı olduğunu düşünerek daha az bir hakaretle onu kibritle yakarak sıraya dizildik, joint tadında sırayla içiyoruz. Puroyu kesmek gerekince kardeşim içeriden takımını getirdi. Bu arada kardeşime yıllar önce aldığım bir puro ve cep kanyağı takımına bakınca, insanın ablasının neden minik kardeşine böyle bir hediye aldığı sorusu kimsenin aklına gelmedi. Hali hazırda yaptığım aklı başında bir iş olmayınca kimse bundan kıllanmadı. Ayrıca non-smoker’lığın dibi olarak evde kül tablasından eser bulunmamasından mütevellit küllerini de çay tabağına koyarak puroya son hakareti de etmiş bulunuyoruz. Kardeşimin yorumu: Bu puro bizde hiç zengin durmadı. Haklı çocuk.

        Kardeşime doğum günü hediyesi olarak nostalji kutusu getirmiş Zehra. Maaile başındayız. Annem az önce sapanla dizimi vurdu. Sapan en temizi. Doğası daha vahşi olan aletler de var içinde. Bunlardan biriyle telef olmazsam bile leblebi tozuyla boğulurum birazdan, nostalji olurum doğrudan. Daha da komiği annemin Havana’da müzeden kardeşime getirdiği tişört. 3 yaşında bir veledin içine zor sığacağı boyutta. Sanırım bizim büyüdüğümüzü kabullenmek istemiyor. İşte biz de tam da bu yüzden büyüyemiyoruz. Onun da hâlâ sapanla oynadığını düşünülürse, evde hissedilen yaş ortalaması 4.

      Picasso’nun ve Antonio Banderas’ın (bence ikincisi daha heyecanlı) doğduğu şehir Málaga’ya inip enfes bir Endülüs-Algarve düşü yaşadık Hande’yle. Bugün ölecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için yedik. Endülüs’ün incisi şeker kamışı karamelinde patlıcan kızarması, fesleğenli domates soslu bacalao, soğuk çorbanın dünya şampiyonu gazpacho, bir İspanyol klasiği olarak sabahları sıcacık churro’lar… Memlekette moratoryum ilan edilecekti az kalsın. Sömürdük kaynaklarını.

      Yalnız benim başıma gelen olaylar serisi Endülüs’te de peşimizi bırakmadı. Genelde memleket dışında bir Türk görünce tek bir emir cümlesiyle ortamdan sıyrılır kamuflajları çekeriz: Tozingen. Bu sefer Málaga’dan Granada’ya giderken otobüs kuyruğunda şeker birisini gördük. “Merhaba”sını aldık. Sonra onunla Granada’da nehir kenarında karşılaştık. Son olarak da Córdoba’ya aynı otobüsle gidince kader bize üç ayrı şehirde bir şey demek istiyor diyerek takıldık peşine. Córdoba’yı, Sevilla’yı birlikte alt üst ettik. Sadece Córdoba’da yapılan Califa (Halife) biralarının satıldığı bir bara konuşlanıp mangolu, kahveli, tarifsiz lezzette biralar içtik. Murakami’nin başkalarının hikâyelerini yazan “Little Fingers” karakterini de ondan öğrendik. Manu Chao dinleyen insanları ayrı severim zaten. Gezmesini bilen insanları da. Macaristan’daki Sziget Festivali’ne gitmiş. Novi Sad’daki Exit’i biliyor. Her şeyin tadına bakmayan, yeni tatlardan korkan adamdan gezgin olmaz. Arkadaş kendisine bir boğa kuyruğu söyledi. Güzel gezen insanlara şapka çıkarırım.  

      O Fas’a gitti, biz Portekiz’e… Portekiz’in tatil bölgesi olan Algarve’de Faro’ya çufçufladık. Kuzen Ozzy burada FIESA adında bir kumdan heykel festivali olduğunu söyleyip bize gazı vakitlice vermişti. Yolu izi olmayan, cehennemin dibinden bile imkânsız şekilde bulunan bir yere konuşlanmış olan mekânı bulduğumuzda sefalet-ün sefalet-ün sefil-ün şeklinde çekiliyorduk. Kumdan heykel yapıp yüz bin Fahrenheit sıcakta bir köyde, denizden uzakta onlara müze alanı yapma fikri kimin neresine geldiyse (o akla gelmemiştir kesin) Tanrı ona layık olacak bir güzellik yapsın. “Merve, aklıma bir şey geldi” dediğim zaman, “Abla, sende akıl olmadığına göre Allah bilir nerene geldi!” der hep. Hah, işte ondan. Allah bilir nerelerine geldi.

      Portekiz’de okyanusa girdik. Granada’dan kara kışta giymek üzere aldığımız deri ceketlerle dalga geçen Murat’a inat ceketleri çekip içine de hırkaları giyip gece kilisenin bahçesinde, masmavi bir gökyüzü altında film izledik. Faro geceleri kuzey kutbu tadında. İnsanları da. Nerede benim tatlı Portekiz halkım. DNA’sı bozulmuş koca ülkenin. Dünyanın en kibar ve ince ruhlu milleti olarak bildiğim Portekizlilere bir haller olmuş, anacım.

          Seyahat biraz da yolda kalbi döküp saçarak dolaşmak değil mi?  Endülüs’e gittiyseniz  Elhamra, Córdoba Camii, Alcazar gibi klasikleri bitirdikten sonra  kimselere benzemeden gezin. Córdoba’da Califa biralarını fıçıyla içip kafayı bulun, şehrin göbeğindeki Roma köprüsünde bilfiil sarhoş dolaşın, gece nehrin karşı kıyısından sarayı izleyin, yediğiniz boğa kuyruğunun sonuna gelip de tabakta kalan kuyruk sokumu kemiğini görünce “buraya kadar her şey güzeldi, ama pişman değilim” deyin, Granada’da bir pastanede o enfes pionino tatlılarından yiyin, nehrin kenarında heykelin dibinde, nehre değil portakal ağaçlarının altında o renkli sokağa bakarak oturun ve tanque (tank) adı verilen boyutta bir bira söyleyin, ara sokaklarda halkın ayakta yediği barlardan birine girip Mezquita (Cami) birası için, Málaga sahillerini bitirip uzaklarda sadece yerlilerin sandallar içinde yapılan sardalyaları löpürdettiği sahil masalarına oturun, Málaga’nın belediye pazarına gidip teyzelerle birlikte alışveriş yapın, şehrin ince uzun cevizlerinden, sarımsaklı zeytinlerinden, termiyesinden, boletus mantarlarından alın, Gualdalquivir Nehri kenarındaki çimlere uzanıp çene çalın, ayaklarınızı göğe uzatın, nerede kalacağınıza şehre indiğinizde gezerek karar verin, şehrin karşısında kimseciklerin oturmadığı bir nehir kenarı barında oturup kentin majestikliğini izleyerek sangria için, Flamenco izlemek için turist kandıran tavernalara gitmek yerine şehrin meydanlarında gösteri yapan dansçıları izleyin açık havada, salaş bir bara tüneyip içerken bir taraftan da İspanyollar gibi zeytinleri yiyip çekirdeklerini yere atın (geleneğe karşı gelmeyin, sürekli süpürülüyor yerler), Sevilla Katedrali’nin kulesine çıkıp, otuz küsür katı el ele koşarak inin…

       Hayalimde değerli bir hazine olarak saklayacağım bir an daha var… Gece çöküp de gökyüzü Parliament mavisi olmuşken pespembe cephesi olan bir kilise önünde, portakal ağaçları altında, uçsuz bucaksız bir kalabalık içinde ortaya yerleştirilen ve tanımadığımız insanlarla paylaştığımız kokteyl masaları kenarına biralarımızı koyup ayaküstü hayattan bahsetmek ve bize şarkılar çalan adamın gitarına para bırakmak. Yer gök portakal kokarken… Başka bir cennet olmasa gerek.

       Sofya treninde sayısı Moğol ordusunu aşan kondüktörlerin biletlerimizin üzerine yazdığı yazılar kadar bile not almadım bu yolculukta. Yüzyıl süren yolculukta biri inip biri binen kondüktörler biletlerin üzerine en Kiril’inden uzun uzun yazdılar. Tahminimizce “bana bu hatıra defterinin kalbin gibi temiz sayfasını ayırdığın için çok teşekkür ederim” notu düştüler her seferinde. Ara sıra bakıp gülerim diye saklıyorum.

       Bir sonraki durağımız Meksika. Yıllar önce yaptığım gibi sırt çantasını alıp gideceğiz. Kardeşim ülkeden tırstığı için  “ben öndeki şemsiyeli rehberi takip ederek gidebilirim ancak oraya” dedi. Oysaki Meksika’da o şemsiyeli rehbere ek olarak bütün turist kafilesini tek hamlede kaçırıp otobüsü bütün bütün yerler. Şemsiyeli rehberin şemsiyesi üzerine de bir dizi Japon geyiği yaptık kahvaltıda çaresiz bolca gülerek. Meksikalı mafyadan buğulu sesle gelen haber: “Kötü bir haberimiz var, biz o şemsiyeyi açtık”. İstesek daha da iğrenç olabiliriz, ama şimdilik olmayacağız.

         Yıllar önce annemle Kahire’de havaalanında yürüyoruz. Elimiz kolumuz dolu. Evden eve nakliyat tadındayız. Devasa bir avize almışız. Annem cam parçalarını taşıyor, ben de koca gövdesini kucaklamış götürüyorum. Yan yana konuşa konuşa gidiyoruz. Bir an geliyor da bakıyorum ki üç kişi yürüyoruz. Yanımda bir Mısırlı az önce benim elimde olan avizeyi bana bile çaktırmadan almış aileden biri gibi geliyor bizimle. Hangi arada derede elimden kapmış, nasıl bencileyin canavarı uyandırmamış, olasılık hesabı yapsan tahtaya yansımaz, o derece! Bittabi maksat ulvi: bahşiş almak. Hayalimin ekranlarında hiç silinmeyen bir manzaradır bu. İşte bazen böyle yürürken bir bakıyoruz birisi çaktırmadan hayatımıza girmiş, bizimle yürüyor. Komik değil de, ne :P

      Málaga’ya ayak basarken ve İstanbul’a döndüğümde aynı şarkı çalıyordu Manga’dan..

 

“Bugün olmaz, yarın olur sen kendi yolundan şaşma,

Bize engel mengel sökmez yelkenler fora.

İçimizden geldiği gibi söyleriz aşk arkamızda

Bu sokaklar bizden sorulur bizde yok mavra”.

 

      Benim aşk romanı yazma zamanım gelmiş…  Yazmayalı koca 11 yıl olmuş!  Aşkın “vokatif” hali, nasıl? İsmin Slav dillerinde olan “seslenme” hali.

      Yaşlanınca Derya Baykal olmak istemeyen kadınlar, şimdiden takılın bana, genç kalın…

      Haydi, Karayip sahillerinde Pokemon toplayalım :P