30 Haziran 2010

"HER AKŞAM VOTKA, RAKI VE ŞARAAAAPPPP...."

Bir Noel sonrası, ertesi gün işbaşı yapmak üzere Selanik- İstanbul otobüsüne binmiş gidiyordum. Üstelik otobüse de Hronis’in Olympic Havayolları’nı kıskandıracak şoförlüğü sayesinde yetişmiştim. Geride bıraktığım Niça ve Antoş’a “Uzun ince bir yoldayım. Dankek yiyorum” diye sms de göndermiştim. (Evet, Dankek uzun otobüs yolculuklarının simgesidir. Üstelik Hronis bana yolda yemem için yoğurt almıştı, ama kaşık almayı unutmuştu. O kadar kusur Yunan sevgilide de olur canım). Niça’dan gelen cevabı okuyunca Dankek’i en ön koltuğa kadar püskürtmeyi başarmıştım galiba: “Bu uzun ince bir iş ve işçi bulma kurumu kuyruğunda olmandan daha iyi.” İşte yetişemezsem aynen öyle olacaktı çünkü.


Bu nereden mi aklıma geldi? (Kardeşim Merve aklıma birşey geldiğini söylediğimde, “Aklına mı? Allah bilir nerene geldi!” der, akıl olmadığına göre.) İşte bu sabah o kurumun olmasa da paso kuyruğunun nasıl bir kabus olduğunu görme şerefine ulaştım da oradan geldi aklıma. Üstelik Dankek de yoktu, yoğurt da! Ahhh, şekerim, nerede o eski Noeller!

Neyse, doktor sadece güzel şeyleri hatırla demişti. Ben de dün geceyi hatırlayayım bari. İyiden iyiye “sosyal içerik” olduk. Bir Bregoviç albümü olduk daha ziyade. “Alkohooooolll!!!”.. Artık mumu da nerede söndürdüğümüzü hatırlamıyoruz. Safi eyyama bağladık. Dün de sosyal içerik’in ucunu biraz kaçırdığımızdan, Merve gece kapıyı açınca ona “üj tane ijtim”, diyebildim. Üstelik rejimdeyim, hesabı Merve’ye veriyorum akşamları. Neyse ki sadeje üj yüj kalori…Yavrucak artık her gece saçma sapan saatlerde uyanıp kapıyı açmaktan sıkıldığı için Burhan gibi “içerde zikir var, sığılabülürsün” diyerek içeri almıyor beni. Bazen “aaa, kolay buldun mu evi? Açık adres de kolaymış, değil mi?” bazen de yoldayken arayıp “evimiz çok kolay, Beylerbeyi’nden geçen her otobüse binebilirsin”, diyor.

Nedir bu alkolle son zamanlarda sıkı flörtümüz yahu? Burhan’ın alkolik olmuş hali gibiyiz. Sabah kalkıp kıpkırmızı burnuyla “Ağğğşam olsa da şemşiyeli bi gokteyl içsek” hali var ya. Ay, Merve de öyle oldu, bacak kadar çocuk. Anneme Eminönü’nden bir torba şemşiye ve renk renk pipet aldırmış. Her akşam eve geldiğimde başka bir şemşiyeli kokeylle çıkıyor karşıma.

Evet, dün gece üçübirarada (Nilüfer-Özlem-Yusuf) olarak Simay Bülbül’ün yeni gece kıyafetleri kreasyonunu tanıttığı kokteylindeydik. Cadılık yapmadık. Yapamadık. Yusuf Hoca bir kadeh içip sıvıştı. O daha ziyade sakin ortamları seviyor. Ex-Serkan, hayatta en sevdiğim kayınbiraderim Serdar, fotoğraf pirimiz Kemal (Uysal) ve daha bir çok dostla birlikte. Miapera’nın terasında herkes poz keserken saatlerce dans ettik. Pist bize kaldı.(Bir de piste sor!) Nilüfer Hoca Latin’de uzmanlığını konuşturdu, biz de eski dansçılardan kayın-Serdar’la pisti aşındırdık. Shantel konserinden sonra ilk defa Serkan’ın da dans ettiğini gördüm. Derisini yüzsen havasını bozmaz oysa ki. Gözyaşı selleri içindeydim.

Kimdir Simay Bülbül? Herşeyden önce Serkan-Serdar’ın Galata’nın en güzel sokağındaki evinin alt komşusu hatun kişidir. ’78 doğumlu, genç kuşak başarılı İngiltere diplomalı modacılarımızdandır. Deriyle kumaşı birleştiren enfes tasarımlara imza atmıştır. Zevk sahibi, hayatı seven, mütevazı, dünya tatlısı bir kızdır. Dün gece Umut’tan öğrendiğimize göre gece yarıları mantı ve börek açmak gibi takdireşayan yetenekleri de varmış. (Bir dahaki sefere ilk duyduğum oklava sesiyle aşağı inip tuz istiyormuş gibi yapacağım, kararlıyım.) Süper kız Simay. Dünya tatlısı bir de sevgilisi vardır ki (yukarıda adı geçen Umut) Serkan onun Simay’a gösterdiği şefkate olan hayranlığımızdan kaynaklanan bir sürpriz doğumgünü hazırlamıştır bana. Evin içindeki 150 adet balonu görünce tam Serkan’ın beni gerçekten çok sevdiğine inanıyordum ki, balonların şişiricisinin Umut olduğunu öğrendim. Serkan’ın hâlâ işine âşık olduğunu hatırlayıp rahatladım. Aşk koçumdan replik geldi: “Bi değişilklik yok, devam.”... Yani, business as usual.

Simay’ın tasarımlarının hastasıyım. Dün gece de ona gelinliğimi onun tasarlamasını istediğimi söyledim. (Tabii bunun en az önümüzdeki yirmi yıl içinde namümkün olduğunu söylemedim) Doğum günümde bana hediye ettiği bir elbisenin de açılışını yaptım ayrıca dün gece. Üstelik elbiseye ihanet olmasın diye dekoltesine de iğne takmadım. Ama sevgilinin eskisi meskisi olmaz anacım. Sevgili bir ömür boyu sevgili işte. Gecenin daha ilerleyemeyen saatlerinde Serkan “hiç giymeyeseydin” diye tepeme dikilince küpeyle açıkları kapattık, fill in the blanks yaptık.

Efendim, defile başlayınca kalabalıktan kimse bir şey göremedi tabii. Defileyi görebilen tek bendim galiba. Çıkardım ayakkabıları, çıktım koltukların tepesine fotoğrafladım güzelleri. Bir taraftan da Simay’ın defile için seçtiği enfes Natasha parçasında dans ettim tepine tepine koltuk tepelerinde. Natasha Atlas’ın hastasıyım. Salamanca’da bile konserini kaçırmamış insanım ben. Yaş ortalaması en iyimser tahminle 250 olan bir kalabalıkla konser öncesi sırada beklerken “acaba bu ölüm-öncesi İspanyollar kimin konserine geldiklerini biliyorlar mı?” diye sormuştum kendi kendime. Sonradan anladım ki ölmeden önce son arzularıymış. Her gittiğim şehirde bulurum konserini. Gider Yıldıztilbevari şuursuzca dans ederim.

Bilgisayarım da sapıttı anacım. Kapalıçarşı esnafı başta olmak üzere uzaktan bakınca bile beni İspanyol sanan bir dünya dolusu insan güruhuna o da katıldı. “Hatun” yazamıyorum ayol. Hemen “atún mu demek istediniz?” diye soruyor. Manyak. Tuna balığı filan demek istemedim, hatun yazmaya çalışıyorum yüksek müsadelerinle, Klavye Kişisi! Esmer, etli butlu birşey de değilim. Demek ki tabiatımda var bu İspanyolluk. Dün gece Serkan’ın daha yeni tanıştığım bir Alman arkadaşıyla Almanca başlattığım sohbetin çocuk tarafından çaktırmadan İspanyolca’ya çevrilmesi karşısında şaşkın kaldık hepimiz. Çocuk İspanyolca bildiğimi bilmiyordu. Tamamen instinktif bir şekilde Cervantes’in diline geçince anladım ki bu benim kaderim. Serkan’ın dediğine göre Hz. Süleyman benden farklı olarak bir de kuşdili biliyormuş. Serdar’ın her insanla kendi dilinde konuşmam konusundaki yorumuna çok güldük. “Özlem’e insan olsun yeter”. İşte bu yüzden fiyakam bozulmasın diye Çinliler ve Korelileri gördüğüm zaman hemen tozingen. Bir de Çinceyle uğraşamam bu yaştan sonra.

Cumartesi eyyama devam... Tüm kadro Simay’ın teras partisindeyiz. Öncesinde de Serkan’ın terasında şımartılıp kitap yazacağız Nilüfer Hoca’yla... (Yusuf Hoca terk-i İstanbul yaptı. He’s absent. Ayy, yoksa Absinthe mı?) Sonra da Anemon Otel’de şarap tadımına götürecek Serkan bizi. Gelecek haftaya külliyen karaciğere bir 10.000 bakımı yaptırırız artık. Frenler tutmayacak, bir şey değil!

Radyolarını yeni açanlar içinnnn: Zipfelbuben’den “Sonnenbrand und Alkooohoooolll!!!

29 Haziran 2010

YUSUF YUSUF ya da ARABIN İNTİKAMI

Serkan bıyıklarını kestirmiş. Çok sevindim. Türk Hava Kurumu’na bağışlar artık. Bazıları bıyıkların Bebek’te eve çıktığını söylüyorlar. Doğrudur. Odama gelip de “Hafızzz, bir baktım ki üst dudaklarım varmış,” deyince dayanamadım tabii. Yusuf Hoca’nın üst dudaklarının en son nerede ve kim tarafından görüldüğü ise tam bir muamma. Esas bir gün o da o bıyıkları kestirecek olursa, apartman dairesinde filan da hayat yok onlara. Şöyle bir üç katlıda ancak nefes alırlar.


Biz bu arada sepetimizi alıp adaya Necilaaaanım’a gittik, Sonntagsfahrer hesabı. Uzun zamandır düşündüğümüz “Bütün Kızlar Şortlandık” kampanyasının bir girizgâhı babında düdük gibi şortlarımızı da giydik. Ben o şortla topuklarımı deldirmeden Beylerbeyi-Üsküdar hattı yapıp, motorla Kabataş’a bile geçtim. Nilüfer Hoca her zamanki şıklığıyla şortu ve kırmızı ceketi ile Şişli-Ada hattı yapıp yürekler hoplattı. Velhasıl yekpare gidip dönebildik. Yusuf Hoca dönüşte yanına ikimizi alırken “Benim kung-fu bilmediğimi biliyorsunuz değil mi?” dedi ve yolun yarısında karşı kaldırıma geçip bizi hiç tanımadı. Adanın ve vapurun en kıskanılası erkeği oldu. Çocuklarımıza şort giyilebilecek bir ülke bırakmak için ilk adımı attık, postumuz hala pırıl pırıl. Bu kampanyada bize destek olmak için kendisini de şort giymeye ikna etmeye çalıştık tabii, ama bir an gerçeğe ayıp bunca kariyeri kısa paçayla yok etmemeye karar verince umutlar ossaat suya düştü.

Büyükada çıkartmamız enfesti doğrusu. Necilaaaanım’ın çiçek dolu bahçesinde yedik, içtik ve boool boool güldük. Bordeaux’ları götürdük vallahi. Nilüfer-Yusuf-Özlem mükemmel üçlüsünün (Bundan sonra “Macbeth’in üç cadısı” olarak anılacaktır) bulunduğu her mekanda yaptığını yaptık: Sınırsız kahkaha. Kazanımızda kimleri kimleri kaynattık. Bir ara Necilaaanım’ın arkayı dörtlediği üçü-bir-arada halimizle öyle bir inlettik ki âlemi, adanın tüm martıları bahçede tepemize doluştu. Necilaaaanım ada tarihinde böyle birşey görmediğini şaşkınlıkla beyan etti. Adada Arap peçesi görmeye alışık olan zavallı martılar kadınbudu görünce afallamış da olabilirdi, ihtimal ki. Yusuf Hoca o büyük haiku yarışmasında jüri olduğu için kendilerini ona beğendirmeye çalışıyor da olabilirlerdi. Lichtenstein ne ki! Ne Vatikan’ların kulağı çın çın çınladı. Öyle hikâyeler döndü ki Yusuf Hoca “This is too much for one James Bond” yorumunda bulunmak zorunda kaldı. Kardeşim, düşmeyeceksin Macbeth’in üç cadısının diline. Yusuf Hoca ise bu esnada elinde kağıt kalem bütün bunları not alıyordu. Arabın İntikamı adlı bir kitapta toplayacak hepsini. Daha fazla detay veremeyeceğim doğrusu. Zavallı Necilaaanım gece bitip de artık eve gitmek istediğimize çok inanamamış olsa gerek, bizi iskeleye kadar bırakmaya kalkışırken “gittiğinizden emin olmak istiyorum” dedi.

Niyetim Yusuf Hoca’yı anlatmaktı. Dünyanın en tatlı-ballı insanlarından biridir Yusuf Hoca. Hiç durmayan, duramayan bir jeneratör gibi üretir. Onun bulunduğu bir ortamda kahkaha kaynaklı mide spazmı geçirmeme ihtimaliniz sıfırın altındadır. Kutsal Bilgi Kaynağı’nda göreceğiniz şu diyalog onu yeterince ifade eder bence.



-Hocam? Saçlarınızı mı uzatıyorsunuz?

-Şişst! Kimseye çaktırma, sürpriz yapıcam.



Yeryüzündeki en büyük fanlarındanım Yusuf Hoca’nın. Platin kart çıkarttıracağım kendime. Kitaplarını okurken öyle public ortamda bulunmaycaksınız şekerim. Çünkü o satırların içnden ne çıkacağı belli olmuyor. Kaç defa vapurda, dolmuşta ve hatta hatta otobüste patlayıcı bir şekilde dağılmışlığım vardır. Sinsice, en beklenmedik yerden çıkar komiklik ve sizi o anda böğrünüzden vurur. Sonra nerede bile olduğunuzu hatırlayamadan basarsınız en fiyakalısından kahkahayı.

Evet, Yusuf Eradam, ya da kendi çevirisiyle Joseph He-Man’in hangi kitabını size tavsiye edeceğimi bilemedim. Ama okurken darma duman olduğum en önemli iki kitabı Cihangir Vampiri ve Yamyamın Yemek Kitabı. İçinde insan bazlı yemek tariflerinin bulunduğu bu çılgın kitabı biraz zor bulursunuz. Mesela, Yusuf Hoca bile evde zor buluyor. Çünkü son kalan kopyası kendinde. Yakında yeniden okurla buluşması için baskı yapıyoruz kendisine. Ay, açın yusuferadam.com sayfasını, bakın. Hatta enfes bestelerini dinleyin. Aklınız şaşsın.

“That’s a very nice”… Bir zamanlar İngilizce dersi vermiş herkesin başına gelmiştir. Öğrencilerin yaptıkları hatalar öğretmenler arasında nıhaha nidalarıyla tekrarlanıp, dile pelesenk edilir. Yusuf Hoca’nın külliyatından en sevdiğim bu… Ama konu da buradan böyle hazır açılıvermişken anlatmadan geçemeyeceğim. Çok yakın bir arkadaşımın kardeşi Florya’da oturdukları zamanlarda kelli felli bir zengin kazmaya İngilizce öğretmek misyonu yüklenmiş, umutsuzca çırpınıyor. Ama nafile tabii. Adamın bünyesi yabancı dil kabul etmiyor. Ne de olsa alışmadık götte don durmazmış anacım. Neyse, adam yes/no/mayneymiz seviyesini bir arpa boyu aşamıyor. Bu arada üç yaşındaki kızı da ders esnasında adamın dibinden ayrılmıyor. (Ben de küçükken öyleydim. Babamın peşinden ayrılmayıp TRT’nin kabus yavrukurtu haline gelmiştim. Oh, they hated me!) Yine amcanın tüm saflığıyla anlattığına göre, bir sabah Mr. Yes/No işe gitmek için kapıdan çıkarken, küçük kız uyanıp geliyor ve aynen şöyle diyor: “I’m going to work mü babacım?” Tabii, belli bir yaşta yapacaksın yabancı dil âlemlerinde jübileni, kasmayacaksın, zorlamayacaksın şansını. Ve de bünyeni.

Şu anda çok şanslınız, çünkü saçlarım Rapunzel gibi uzasın diye kafama sürdüğüm leş gibi çam-terebentin kokusundan uzaksınız. Çok şanssızsınız, çünkü bu bali etkisi yapıp göz kapaklarımın yarısını indiren nesneyle nasıl bir çizgi film karakterine dönüştüğümü göremiyorsunuz. Ayyy, resmen ayakkabı cilası gibi kokuyorum! Rapunzel olacağım derken Keloğlan olursam şaşmayın... Hem de Toscana'nın ayçiçekleri beni beklerken. Oh, no!

Bana da beş kuruş ver konuştur, on kuruş ver susturamazsın anacımmm…

27 Haziran 2010

PAZAR GEZEGENLERİ ya da SONNTAGSFAHRER

Şanslısınız, çünkü şu an dünyanın bütün pireleri kıçınızda uçuşur halde döne döne uyuyorsunuz. Şanssızsınız, çünkü size artı dünyanın bütün pirelerine tek celsede gülme krizi geçirtecek bir manzaradan yoksunsunuz: Biricik arkadaşım Övgü’nün sevgili annesinin bana hediye ettiği pembe taşlı prenses tacını takmış (hani şu güzellik kraliçelerine takılan cinsten), çiçekli yazlık pijamalarımla camın kenarına oturmuş şuursuz bir şekilde yazar halimi göremiyorsunuz. Kendimi gerçekten prenses gibi hissettiğim tek zaman bu, elleşmeyin por favor. Kardeşim sabah sabah öpünce kurbağa olup olmadığımı deniyor, sonuç umutsuz. Fransız giz oyunları yazan prenses Marguerite de Navarre gibi hissediyorum kendimi. Çaresizim anlayacağınız.


Bir arkadaşım Pazar günleri gezme sevdamla dalga geçip duruyor. Almanya’daki bir ayağı çukurda ihtiyarların Pazar günleri deli danalar gibi dolaşmasını hatırlatıyormuşum ona. Bu moruklara da “Pazar Gezegeni” (Sonntagsfahrer) deniyormuş. Seviyorum kardeşim Pazar günlerini sevdiğim insanlarla paylaşmayı. Hatta Cumartesi’den başlıyorum bu operasyona.

Pazar’ın gelişi Cumartesi’den bellidir anacım. Şöyle gündüz vakti şehrin göbeğinde bir bar tepesinde oturasım, koca bir bira deviresim vardı ne zamandır. İspanya’daki evvel zaman, kalbur samandan kalma bir alışkanlık. Okul çıkışı, ders arası ya da akşam saçma bir saatte renkli lokal bir barda buz gibi bir bira (aliterasyon canavarı), ya da beyaz bir Rueda şarabı, yanında da tortilla. Ve bol sohbet. Yalnız da olur gerçi, çünkü küçük şehirlerde bütün barmenler arkadaştır ne de olsa. Özlemişim. Taksim’de meydana yakın bir yerde var bana o günleri hatırlatan bir mekân. Buluştuk Serkan’la (ex-sevgili olanla). Heyecanla bar taburesine yöneliyordum ki, “böyle yüzünü göremiyorum ki” diye kandırdı beni, dışarıda bir masada konuşlandık. Velhasıl tam üç saat aralıksız deliler gibi güldük, ama aklım hâlâ barda kaldı. (Erkekte 2 M olacak derdi Oya Başak, Mizah ve Merhamet. Merhametten şüphem var, ama mizah sağlam) Eve gelince Merviş’e söyledim. Meğer o da özlem duyuyormuş öyle bir bar tepesine. “Abla, söz seni götüreceğim”, dedi. “Hey barmen bana bir bira, yanımdaki gerzeğe bir tekila” deme arzusuyla yanıyormuş.

Bayılırım bar tepelerine. İspanya’dayken akşam pijamaları giymiş kitap okuduğum saatlerde telefon çalar, deli Ortaçağ Tarihi hocalarımızdan Salustiano (o zamanlarda 60 ve üstü idi). “Özlem, bira içiyorum, sana da söyledim. Biran geldi. Ben El Caravan’dayım”, der (“Kızınızı canlı istiyorsanız parayı şuraya getirin” tonuyla) ve kapatırdı. Yataktan çıkıp, giyinip, Salu’nun dibindeki bar taburesine oturmam tam 15 dakika alırdı. (Yol dâhil). Özlüyorum Salamanca’yı ve tüm aklı kaçık sakinlerini.

Ay, bara oturmadı Serkan Hazretleri çünkü sanırım yine kıyafeti müsait değildi. Yine gran-tuvalet gelmişti ve onu sokakta görenler Nobel, ya da en kötü ihtimalle Oscar Ödülü filan almaya gidiyor zannetmişlerdir -ihtimal ki-. O haliyle akşam Halil Hoca’nın ödül törenine gelmedi. Ayakkabıları o törene uygun değilmiş. Eve gidip değişecekmişiz. O anda yapılacak tek şey kendisine hayatta başarılar dilemek oldu tabii. Böyledir Serkan. Günde kaç kez üstünü değiştirdiğini kendisi bile hatırlamaz. Ütüsüz bir tişörtle babasının öleceğini bilse sokağa çıkmaz. Gömleklerini kendisinden başka kimseye ütületmez, kimsenin ütülediğini giymez. Her zaman bıçak gibidir kıyafetleri. Ve sanırım İstanbul’un ve bilinen dünyanın en temiz erkeğidir. Sabun fabrikası gibi kokar. Yüzyıllarca menekşeler arasında saklanmış gibidir. Saçlar jölelenmeden ölümlülerin karşısına asla çıkmaz. Onu jölesiz saçla görmek Kızıl Maske’yi maskesiz görmek gibidir. Bir keresinde gömleğinde bir damla kahve var diye (O da ceketin içinde kalıyordu!) bir yazar arkadaşımızın evindeki çok önemli bir yemeğe gelmemiş, eve gidip üstümü değişeceğim diye tutturmuştu. Her daim çok sade ve süper şıktır. Marka saplantısının ise küçük cerrahi bir operasyonla halledilebileceğini düşünüyorum.

Dün gece Halil Hoca’ya bir ödül daha geldi. Sanırım yedi milyar insan içinde en çok hayran olduğum, en çok saygı duyduğum insan Halil İnalcık. Taksiyle yokuş aşağı inerken taksi şoförüyle sohbete dalıp ona Halil Hoca’nın yeni alacağı ödülden bahsediyordum ki şaşkınlığım tavan yaptı. Taksi şoförü de biliyor ve okuyordu onu. Tarihi popülerize etmeden herkese okutmayı başaran en büyük usta Halil Hoca. Neyse, törene her zamanki gibi cıbıl cıbıl katıldığım için akşam rüzgârında super-fresh olmamam için Halil Hoca’nın pardösüsüyle yaşama devam ettim. Kanuni’nin kaftanını giysem bu kadar mutlu olmazdım inanın. Bütün gece üstümden çıkarmadım. “Uğur getirecek bu pardösü, hocam”, dedim. Biricik hocam uğura ihtiyacım olmadığını söylese de iyi enerjiye sonuna tek inanan biri olarak tarih dünyasında geleceğe daha umutlu bakıyorum. Başıma yanlışlıkla güzel bir şey gelecek olursa, biliniz ki Halil Hoca’nın pardösüsünün marifetidir.

Ben sepetimi alıp Nilüfer Hoca (Narlı) ve Yusuf Hoca’yla (Eradam) Büyükada’ya Necilaaanım’ın evine gidiyorum anacımmmm. Yaşasın delikanlı Sonntagsfahrerlar! Cumartesi annesi olmak için artık çok geç madem, ben de Pazar annesi olayım bari … Bisiklete de bineceğim, horoz şekeri de alacağım kendime. Öttüre öttüre gezeceğim bütün Pazar! Vapura binip bütün Araplarla kavga edeceğim. “Es war amol…” diye anlatacaklar hikâyelerimi. Kaçılınnn..

24 Haziran 2010

ALLAHIM YARATTIN BARİ TAKİP ET

Geçen gün Atlas Tarih toplantısı öncesinde pirimiz Özcan (Yüksek) yarasaların katledilmesini protesto etmek için bir yürüyüş yapılacağını, herkesin yarasa kılığında Tünel’de toplanacağını söylediğinde şaka yapmadığını nereden bilebilirdim. Nitekim bugün de gönderdiği mailde Doğa Derneği’nin Çevre ve Orman Bakanlığı'nın geçtiğimiz aylarda Edremit Körfezi Havran'da gerçekleştirdiği yarasa katliamına dikkat çekmek için 8 metrelik dev bir yarasa kuklasını Beyoğlu'nda uçurarak eylem gerçekleştireceğini söyleyip herkesi davet ettiğinde de durumun ciddiyetini kavrayamamış olacağım ki, sirtaki dersi öncesi kalan vaktimi yarasa kostümü aramak yerine spor salonunda saçma sapan ağırlıklar kaldırarak bütün günün hırsını sporsal faaliyetlerle çıkarmaya karar verdim. Salondan çıktığımda kaldırdığım garip rakamlardan Parkinson hastası gibi her tarafım titriyordu. Hatta dolmuşta elimdeki kola kutusunu titreyen kaslarım yüzünden ağzıma isabet ettirmekte güçlük çektiğim için hayli eğlenceli dakikalar yaşattım Beşiktaş-Taksim yolcularına.


Neyse. Yarın ölecekmiş gibi ahiret için yağan yağmurun altında dans salonuna koşarken Taksim Meydanı’ndaki kalabalığa takıldı gözüm. Kalabalığın arasına girince gözlerime inanamadım. Gözlerim bana ihanet etmiyorsa Özcan yarasa kılığına girmişti! (Bana sorarsanız Özcan daha meşhur olduğu için yarasanın Özcan kılığına girmesi gerekiyordu ama haydi neyse). Ve yine eğer gözlerim bana ihanet etmiyorsa, bu gördüğüm en harika manzaraydı ve kaçırmamak için son şansımı kullanıp şöyle iyice bakmalıydım. Özcan beni de faaliyete katmak için (anlamadım sanmasın, aslında beni oyalamak için) elime bir düdük tutuşturup kalabalığa komutlar verdirdi. “Taksim Meydanı’nda düdük çalmadım demezsin”, diye de ekledi.

Sevgili Özcan bence Türkiye’de esas nesli korunması gereken insanlardan. Bana soracak olursanız Türkiye ve civar ülkelerin tüm yarasaları toplanıp onu gibi adamlar için yürüyüş yapmalılar. (Ay, bu onlar için zor olabilir, uçsunlar o zaman). Çoğalsınlar, kök salsınlar diye. Valla, şu memlekete ondan iki tane daha gelse bişeyciğimiz kalmaz. Bunu tüm samimiyetimle söylüyorum. Her dokusu “damıtılmış bilgi” dolu, her şeyi yıllar öncesinde hazmetmiş bir adam Özcan. Dünyayı tepeden tırnağa kaç defa dönüp dolaştığını hesaplarsanız, hücrelerine işleyen bunca tecrübeyi öyle zamanında ve yerinde anlatır ki, bütün bunları nasıl içinde tuttuğuna inanamazsınız. Kitabını da yazdı zaten: Sessizce Dön. Özcan sessizce dönüyor. Öyle iki kelâm edip kendini fasulye gibi nimetten sanan ukala dümbelekleriyle dolu entelektüel âlemde onun değerini geçen yıllar içinde daha da anladım. Klonlamak istiyorum onu. Atlas dergisi çok şanslı. Son zamanlarda getirdiğim abuk sabuk fikirler karşısındaki dingin tutumuna da bayılıyorum ayrıca. Dingince dinleyip (sessizce dönüp) “Özlem, olay Türkiye’de geçiyor”, diyor. Hemen anlıyorum.

Haydi, bütün yarasalar toplansın, gösteri yapsın. Biz gelelim kedilere.

Tam tamına 36 yaşındayım ve hiçbir yerde kedileri sevmem gerektiğine dair bir hüküm görmedim. Yok, böyle bir yaptırım vardı da benim mi haberim yoktu, onu da bilmiyorum. Bildiğim tek şey her sabah fakülteye en kelli felli mideleri alt-üst eden leş gibi bir kedi çişi kokusu tarafından karşılanarak girmek zorunda kaldığım. Beni tek karşılayanlar bu galaksi tiksinci koku olsa yine iyi, kendini maymun zanneden, fakültenin kırmızı halısı üzerinde cirit atarak en sağlam sinirleri zıplatan bir grup süper sevimsiz “korunaklı” kedi de sabah şeriflerimi pek hayır etmeyenler kafilesinden. Yahu, her sabah içimden bildiğim en sunturlu küfürleri saydırarak işe başlamak zorunda mıyım?

Bugün bu nahoş kedilerden biri üzerime saldırdı. Anne kediymiş, ne bileyim ben. Hayvanlar aleminin başka versiyonlarıyla muhattap olduğum için “vahşi kedilerin günlükleri”ni okuyacak vaktim olmuyor. Kalp sektesinden gidiyordum. Kedilerin lord-protektörü olan bir hocamız da bütün dünya başıma toplanmış su verip beni rahatlatmaya çalışırken “seni sahne sanatlarına yazdıralım”, dedi. Katil olmak için henüz genç olduğumu düşündüğümden değil de, zaten kalp sektesinden gitmek üzere olduğumdan ve tek kelime cevap verecek mecalim olmadığından ağzımı açamadım. İnşallah bir gün bir kaplan kovalar da nasıl bir his anlar kedifil profumuz. Ben de beni sevdiğini sanırdım.

Çok övünebilecek birşeyim yok, ama çok gezmişliğimle övünmekte bir sakınca görmüyorum. Seyyah-ı Âlemim. Hadsiz hesapsız üniversite gördüm şu kısacık ömrümde, lakin daha önce içinde kedilerin cirit attığı, oraya buraya işedikleri, ayakaltında dolaştıkları, karanlıklara pusu kurdukları ve merdiven arası deliklerde üredikleri bir tek yer görmedim.

Çözüm mü? Çok çeşitli. Aklıma ilk gelen, yarın alpakamı kapıp fakülteye gelmek. Salacağım alpakayı ortama, ağzını açıp laf edecek olan olursa da “kedi örnek teşkil etti”, diyeceğim. Ara sıra yünlerini kırpıp, kazak filan da örerim. Diğer bir çare, elimde bir çuvalla gelip topunu serin sularda yüzme derslerine göndermek. Nıhahaa, kediler için yaz okulu. Ortaçağda yapılan cadı testleri gibi. Garantili çözüm. Ha, en güzelini en sona sakladım. Kolu Minnoş, önü Boncuk ve sırtı Tarçın olan bir ceket yaptırıp ibreti alem için hiç sırtımdan çıkarmasam diyorum. Fiyakalı olur di mi? Heyyyyyoo... Deriniz kemerimi süsleyecek. Sev-mi-yo-rum ke-di-leri.... Sev-me-ye-ce-ğim!

Soruyorum aklı selimi yerinde olanlara?

Kedi sevmek zorunda mıyım? -Ya da başka bir deyişle-

National Geographics Fakültesi mi kardeşim burası?

-Alooo, Beşiktaş Belediyesi mi?

20 Haziran 2010

HEY MAMBO, MAMBO ITALIANO!


Şu şarkıyı dinleyip de Perihan Teyze’yi hatırlamamama imkân var mı? Yok! Ama Perihan Teyze öyle ayaküstü özetlenebilecek biri olmadığı için ben konuya doğrudan Roma şehir girişinden dalıyorum. Çok sevdiğim bir dostumu, Elifçiğimi birkaç hafta önce bir İtalyan’a verdik. Haklısınız, bu bir kadının başına gelebilecek en güzel şey. Roma’da yapılan çılgın düğünün ardından bu gece İstanbul çıkartmasını da Büyük Londra Oteli’nin tepesinde güneşin şapkasını alıp kaçmaya çalıştığı saatlerde tatlı bir girizgâhla yaptık. Geçen bölümde anlattığım sebeplerden en mutlu bendim, ne de olsa Roma’da damat Mario’nun kuşkonmazlı makarnasından takriben bir kazan yemiş ve bu başarılı çalışmalarını takdir etmiş, devamını dilemiştim. Erkek evinin erkeği olup kadın eve geldiğinde yemeği yapmış, masayı hazırlamış olmalı. Bizde böyle. İşinize gelirse.


Hayatıma renk katan insanlardan biridir Elif. Kuyruklu yıldız gibi ışığını peşinde taşır. Işığına layık bir damat buldu. Efenim, böylelikle hayatımın en orta yerindeki kız arkadaşlarımdan İtalyan mandasını seçenlerin sayısı ikiye yükseldi. (Sevgili Pelin’le birlikte üç olacak bu yıl. Bütün kızlar Hak yolunu buldu vallahi). Bütün eniştelerim Akdenizli. Aslı bir Fransız’la evlendi. O çok mutlu. Ama biz değiliz. Çünkü enişte şarap içmiyor. Ne içiyor biliyor musunuz? Kefir. İtiraf edin ki komik. Karlı bir kış günü Hronis, ben, Hande, Maurizio cümbür cemaat evlerinde yemekteyiz. Thomas (eniştenin adı bu) masanın başına oturmuş, yanında bulunan zigona eğilmiş şöyle bir soru yöneltiyor bize? “Vatvuçyulayktudrink? Kola, fanta, ayran, kefir?” Kefiri duyunca “buraya kadarmış” diyoruz ve koyveriyoruz kendimizi. Alın bunun Fransız pasaportunu anacım. Bana verin o pasaportu, hakkını veririm şarap cinsinden. Ama her şeye rağmen Aslı’nın evliliğinin takdir ettiğim bir yanı var. Eniştemiz ayın iki haftası yurt dışında. Öyle ben de evlenirim. Oh ne güzel, davul gibi, ses ne kadar uzak, o kadar iyi.

Hande’yi ise bir Sardinyalı’ya verdik. Ne iyi ettik. Maurizio hem güzel içer, hem de enfes yemek yapar. “Ne yapar?” sorusuna cevap veriyorum: “Ne yapmaz?”. Evde elleriyle yaptığı incecik pizzalardan tutun da mürekkepbalığı dolmasına kadar o yetenekli ellerinden kurtulabilecek tek bir yiyingeç yoktur. Mutfak ondan sorulur. İspanya’dan pek bir kesin olarak döndüğümde Hande ve Maurizio iki yıldır evli idi. Ben İspanya’ya giderken bildiği tek Türkçe kelime “Hande” idi. (Ona da “ande” diyordu ya, neyse) Geri döndüğümde ilk telefon konuşmamızın ardından Hande’ye “Maurizio’ya selam söyle”, dedim. Hande hemen iletti. Fondan bir ses geldi ki akıllara ziyan: “Aleyküm selam!”

Elif’in sürpriz olarak tuttuğu küçük bir Roman orkestrasının bitirim şarkılarına İtalyanların şaşkın bakışları önünde çatlayana kadar dans edildi. Damat Mario da -şekilde görüldüğü üzere- göbek havasını hiç ıskalamadı. Haliç’e karşı şampanyalar patladı ve gece Andrea’nın dj’liğinde 80’lerin çılgın İtalyanca şarkılarıyla devam etti. Vallahi evlenmenin tek faydalı yanı bu herhalde. Ne zaman böyle renkli bir düğüne gitsem evlenmek ister, tam kapıdan çıkarken de hâlâ pek bir müzmin bekâr olduğum için şükreder, öyle kalmak için dua ederim.

Siz fala inanır mısınız? Bilmem, ama ben son zamanlarda istemsiz bir şekilde, ağzım ayran budalası gibi açık inanmak zorunda kaldım. Sapasağlam babamın bayram sonunda ameliyat olacağından, birkaç gün içinde yolda kimi göreceğime, sevgilimden ne zaman ayrılıp, onunla ne zaman tekrar birleşeceğime, yapacağım programlardan kitaplarımın geleceğine kadar her şeyi, ama her şeyi tam on ikiden isabet ettiren bir falcım var. Akla ziyan şeyleri tarihleriyle söylüyor. Aklınız şaşayazar. Her neyse, bana yakın zamanda bir İtalyan ya da Fransız’la tanışacağımı, akabinde çok büyük aşk, evlilik ve çocuklar olacağını söylemişti. O günden sonra tanıştığım her İtalyan ve Fransız’a potansiyel tehlike olarak bakmaya başladım. Hatta ortalık karışmasın diye her sene bir hafta ders vermeye gittiğim Napoli l’Orientale Üniversitesi’ne bile bin bir çeşit bahane üreterek gitmedim. Ama her şeyi löpür löpür bilen falcım müstakbel tehlikenin İtalyan olduğunu, ama Fransız da olabileceğini söyleyerek opaklığa gark etmişti beni. Tek duam bunun Fransız olmamasıydı! Oh, mon dieu! Sana yalvarıyorum beni kefirgen Fransızlardan koru.

Evet, Shantel’in tamgaz şarkılarından birinde kendimi kaybetmiş Yıldız Tilbevari şuursuzca dans ederken damat Mario bir yakışıklıyı kolundan tutup yanıma getirdi ve tanıştırdı: Leone. Bu damatlık durumu Akdeniz’de aynı. Damat, yakın arkadaşlarından birini kızın yakın arkadaşlarına kakalamak misyonuyla düğünde iki görüşmeler başlatır. Yedi sülale Romalı çıktı bizim Leone. Mario gibi mimar. Eski sevgilimin de Romalı bir mimar olması tesadüfü üzerine Aslıcığım olayı şöyle tanımladı: “New Times Roman”. Durun, daha bitmedi. “Ama altı yıldır Paris’te yaşıyorum”, demez mi? Falcının dediği hala kulaklarımda. “Haydi, iyi akşamlar”, deyip ufaktan kaçacaktım. Trevi çeşmesi yerine Allah bilir hangi çeşmeye attı paracıklarını Paris meydanlarında. Tehlikeli dedim ya, adından belli, Leone. O an evlenmiş, dört tane çocuk yapmış, eteklerime yapışan zırlak çocukların çekilmez korusu eşliğinde pilav yapmaya çalışırken gördüm kendimi hayal ekranında. (Anaaammm… Nazlı Eray’ın Rüya Ekranları Ormanı’nın, Kâbus Ekranları Ormanı versiyonu muydu bu yoksa?) Ödüm koptu. Kurduğu ilk cümleyi hatırlamıyorum, ama ikincisini duyunca bunun tanrılar tarafından benimle eğlenmek için düzenlenmiş bir oyun olduğuna inandım: “Ben evliliğe karşı değilim” diyordu, kulaklarım şaşıyordu. Git kardeşim, evlilikle arandaki sempatik ilişkiyi başkasına anlat. Ne ürkütüyorsun vakvakları. Filmin ilerleyen karelerinde derin bir sohbete dalmış, sonra da dansa vermiştik kendimizi. Bir Burhan repliğiyle durumu anlatmak gerekirse “Çoook tırsiyorum yeaaaavruuum”. Olur da fal çıkacak olursa edebileceğim tek dans “danse macabre” olacak. Ölüm dansı! Daha önce hiç yakışıklı bir İtalyan’la tanışınca böyle korkmamıştım doğrusu.

İtalya’yı pek bir yakından takip ederim. Özellikle de müzik dünyasını. Amma velâkin gözümden nasıl olup da kaçmış olduğunu anlamadığım bir grupla tanıştım bu gece. Hem de 80’lerin başında kurulmuş bir grup: CCCP. Şarkının sözlerine kulak kesilince hemen Leone’den sicilini aldım. Lirikleri duydukça inanamıyordum. “ A İstanbul sono a casa” (İstanbul’da evimdeyim) diye bas bas bağırıyordu vokal. Devamı daha da güzel: Mi sono perso ad Istanbul, e non mi trovano più (İstanbul’da kayboldum, artık beni bulamazlar.) Eski soundları özleyenler için ideal. İstanbul’u dans davet eden bu ballı şarkıyla geceyi bitirdim ve herkesten önce eve döndüm. Hey, kızlar. Kulağınıza küpe olsun. Mekanlara girin, parıldayın, ışığınızı bırakıp erkenden ayrılın. Faydalı bir harekettir 

Yolda kulağımda Ferreti’nin sesi hala yankılanıyordu.



“islampunkundpunkislam

punk islam punk islam

islampunkundpunkislam

Istambul tanz”



Haydi Arrivederci anacııım.

17 Haziran 2010

GLAD TO EAT YOU ya da HRONOLOJİK BİR HATA

Erkeğin kalbine giden yol mideden geçermiş? Yalan! Bir kere, o yol nereden geçerse geçsin sonuçta o mekanizmada kalp namına bir şey bulmak biraz olasılıksız. İkincisi, yok eğer kalbe ulaşmak için bir umut yola çıkıldıysa da zaten midede (işkembe, kırkbayır, börkenek ve şirden komününde demeliydim hatta) otoyol sona erer: Bundan sonrası Güney İtalya’nın yolları gibi son 50 yıldır yapım aşamasındadır.


Şahsen benim kalbime giden yolun ilk durağı midedir. Güzel yemek yapan erkeklerin kalbimi fethetme olasılığı hep çok yüksek olmuştur. Yok olma tehlikesi altında olan bu türün son örneği olan mutfak prenslerini bulduğunuz yerde zimmetinize geçirin. Mutfağınızın demirbaşı yapın. Kepçelerin ve kevgirlerin yanına asın. Rıka!

Herkesin unutamadığı bir sevgilisi vardır. Kalbimin ve midemin kolektif hafızasına spatulayla bile kazınamayacak kadar yapışan, kardio-gastronomik amnesiye direnen sevgilimiz (ailemizin sevgilisi, babama da dedelerimizin köyünden kasayla şarap getirmiş, kaleyi içten de zorlamıştır) ise Hronis olmuştur. (Transkripsiyon canavarları Chronis olarak yazarlar). Hronis yaptığı geniş çaplı araştırmalar sonunda en zayıf noktamı öğrenip açılan gedikten kaleye kepçeyle girmeyi başarmıştır. Sihirli parmaklarının yanı sıra belgesel çekmek için dünya kazan, o kepçe gezerken en enfes tatları üşenmeden taşımıştır. Bu seyahatlerden dönüşünde hep aynı soruyu sormuşumdur, “Gördüklerin sana kalsın, yediklerini anlat. Hatta çuvalı aç!” En unutulmuş köylerden sandık sandık şarap, İsviçre’nin akla hayale gelmedik kasabalarından peynirler, hatta ta Atina’dan defalarca mantar taşımışlığı vardır.

Gittiği her yerde mutfağa girip kahve operasyonuna el koyar. Bu evine ilk defa gidilen bir prof olabilir. Onun için fark etmez. Hatta ve hatta bu ilk defa gidilen evlerde “kahveniz bayat” diyerek üşenmeden gecenin bir yarısı semtin kuruyemişçisine kadar gidip kahve çektirmek ise geçmişimizin en travmatik anları olarak saklanmaktadır hafıza-ı aşkımda. Kahveleri hep diğer misafirlerce “kızı verdik gitti” notu almıştır. Hatta ve hatta ve hatta, bir keresinde Karpenisi dağlarının döne döne tek teker zor tırmanılan mezralarından birinde tek ayağı çukurda bir ihtiyar tarafından işletilen bakkal-kahvehanede de şaşkın bakışlarımız arasında mutfağa girip hepimize kahve yapmıştır. Bir cezveden bir okyanus köpük çıkarır, Kahvelerin Efendisi!

Bu aşk hikâyesini roman formatına sokmadan önce, culinary-amorouse bir vaka olarak incelemek caizdir, bence. Hronis, Akdeniz ülkelerinde yapacağı belgeseli sunacak çok dil bilen bir kız aramaktadır. İstanbul’da ilk adresi Yunanca hocam Niça ve kocası Antoş olur. O hafta çıktığım bir program internette bulunup seyredilir. Program üç, dört, beş kez izlenir. Ekrandaki kıza âşık olunur. (Bir yönetmen olarak ekranda maymundan insan yapma sanatının icra edildiğini bilmesi gerekirdi oysa). Neyse, efenim, o gece rüyada benimle evlenildiği görülünce sabahın köründe üniversiteye ikna etme ekibi ile gelinir. Tahmin edebileceğiniz gibi o program hiç yapılmaz, bir daha da bahsi bile edilmez!

Biz hikâyenin midemizi ilgilendiren kısmına dönelim. Hronis kalbe gidecek yolun mideden geçtiğini pek zorlanmadan Niça ve Antoş’tan öğrenivermişti. Ne de olsa dört yıl boyunca evlerinde yaptığımız Yunanca derslerinde Filipuçi ailesinin bütün yemek stoklarını tüketip evde moratoryum ilan edilmesine yol açmışlığım vardı. Yunanca öğrenirken pek bir semirmiştim. Cihangir yokuşunu Hattat Hasan Çelebi gibi yuvarlana yuvarlana iniyordum.

Hronis yeniden gelmeden önce Atina’dan Niça’ya fenalıklar getirene kadar telefon edip ne sevip sevmediğimi soruyordu. Yenilebilecek her şeyi seviyordum. Hatta mideden geçenlerin yanı sıra Antoş’un zavallıya verdiği listeyi de yüklenip gelmişti. Devasa bir etimolojik sözlük de bunların arasındaydı. Aynaroz’dan keşiş yapımı şaraptan, Patrikhane’nin önünde kurulan kadın pazarından köy ekmeğine dek ne bulursa taşıyordu müstakbel sevgilimiz.

Ölümcül darbeyi kendi elleriyle yapacaktı. Haliç’in içine bir kavanoz gibi düşen, kocaman camları olan evinde! İstanbul’da da bir adresi olmasına karar verdiği zaman dünyadaki tüm dertlere anında deva olan Niça İstanbul’u eşyalarını bırakarak terk eden bir Rum’un evini bulmuştu ona. Torunlarının kiraya verdiği bu evde gümüş kaşıklar, fotoğraf albümleri, enfes koltuklar da dâhil olmak üzere her şey olduğu yerde duruyordu. O gece, camın dibindeki uçsuz bucaksız ahşap masada Nisiros adasında çektiği bir düğün programını izleyerek hayatımın etini yemiştim. (Tahmin edebileceğiniz gibi düğün programından çok ete konsantre olmuştum). Ottovio, I. Ahmet’in yediği eti tasvir ederken kesin bundan bahsediyordu. (Hronolojik olarak imkânsız demeyin, Hronolojik olarak hiçbir şey imkânsız değildir.) Ama gecenin sürprizi ev sahiplerinin bırakıp kaçtığı albümlerdi. İlkine heyecanla bakarken neler gördüm neler! Yunan ordusu içlere doğru ilerlerken onlara katılan ev sahipleri, sonradan vicdan azabı içinde arkadaşlarını yalnız bırakmamak için atla Türk ordusuna dönmüşlerdi. At sırtındaki resimlerin altındaki yazılar göz yaşartıcıydı. Ama benim gözlerimi yaşartacak başka bir resim çıkacaktı aralarında. Atatürk’ün ev sahipleriyle yemek yerken fotoğraf karesinde dondurulmuş hali. “Bu resim senin çeyizin olacak”, demişti o an. Hayatımda duyduğum en güzel evlilik teklifiydi sanırım. Ateş pahasına gidiyordum bence. Evet, romantizm dalgaları sezer gibi oldum, ilk U dönüşünden hemen geri dönüyoruz.

Kendimi semirmesi gereken masal kahramanları gibi hissediyordum. In the middle of no where bir köyde, nehir kenarında sürpriz bir organizasyon yapmış, Balkan müzisyenleri çağırmış, restoranın sahibi Sotiris’e sabahın köründe sayısız talimat vererek en leziz balıkları getirtmişti. Sotiris masaları da yiyeceğiz diye çok korkmuştu.

Eski sevgiliden dost, ayıdan post olmazmış… Peh! Ben eskimiş sevgilinin hâlâ yemek yapanını, mantarların en güzelini bavulunda getirip aynı hevesle masa donatanını sever, defter arasında kuruturum.

15 Haziran 2010

AŞKOLOJİDEN TOZLU SAYFALAR: OLASILIKSIZ

Erkeklerin çirkinini, aşkların imkânsızını severim. Ama kaderin ördüğü ağlar çerçevesinde hep yakışıklı adamlarla “mümkün” aşklar yaşarım. Çok sıkıcı. Harika bir adam varsa üç ihtimal vardır: Ya papazdır, ya gay’dir, ya da evlidir. Mesela hayatım boyunca hep uzun, kara cüppeli bir Ortodoks papazla evlenmek istemişimdir. Çok çekici değil mi? Düşünsenize süpermarkettesiniz, kocanız uzun cüppesiyle tepeleme dolu süpermarket arabasını taşıyor. Ya da yönetici akşam aidatı toplamak ve kocanızla akan dam konusunda konuşmak için geldiğinde: “Yorgo şu anda vaftiz yapıyor canım, elleri yağlı, gelemez”, diyorsunuz. N’olur, benim de başıma gelsin!


Henüz hiç kimseye cüppeyi çıkartıp sonsuza dek askıya astırmışlığım yok, ama umutsuzca âşık olmuşluğum çok. Yazı geçirmek için Selanik’e gitmişim. Haftanın beş günü Aristoteles Üniversitesi’nde Yunanca öğreniyorum. Annem canı sıkıldıkça arayıp “sakın zengin bir Yunan armatör bulmadan geri gelme” diyor. İşin acısı, ses tonuna bakılırsa, hiç de şaka yapmıyor. Ben de kalkıp “Anne, ben bir keşişe âşık oldum”, diyemiyorum tabii. Üstelik AB bile değil, Karadağlı. “Karadağlı bir ‘amatör’ buldum, işine yarar mı anne?” Tanrı ‘amatör”ü.

Çok âşığım. Elimde telefon dünyanın dört bir yanındaki yakın arkadaşlarıma mesajla müjdeyi veriyorum. Hülya’nın yanıtı olumsuz. “Yakışır, ama hızla irtifa kaybediyoruz!” Sırasıyla İspanya ve Yunanistan’dan sonra ikimizin de bir Macar sevmesinin akabinde Karadağ, AB çapında irtifa kaybı değil de, ne? (Çocuklarımıza bile hazır isim bulmuşken: Gaborcan ve Attilacan) Pesimistlerin piri Anna ise iki kelimeyle durumu özetliyor: “Mal futuro”, kötü gelecek, yani. “Aşk ayaklarımı yerden kesilmeli”, diyorum. Kızlardan yorum: “Bak ne güzel, bu sefer tam kesilecek, ruhani uçuşa geçeceksin!”

Çok âşığım, kimse tınmıyor. Şaka yapıyorum sanıyorlar. İşin acı tarafı baktım kimse aşkımı kale almıyor, ben de bıraktım ipin ucunu. Kendi halimle en çok kendim eğlenir hale geldim. Adı Athanasios. Hiç ölmeyecekmiş/ yarın ölecekmiş gibi öteki dünya için yaşayan bu halkın ahfadı Aynaroz’a girince eski adını bırakıp yeni bir ad alıyor kendine. Bu da bizimkinin ölümsüz âlem için seçtiği isim.

Aşk âlemlerinde rakip tanımam. Ama bu sefer rakip çoook büyük! Yine de kendimi bu kutsal amaca adıyor ve şansımı deniyorum. Athanasios her gün sınıfa uzun cüppesi, pelerini, gümüş kemeri ile bir Ortaçağ kitabından çıkmış gibi giriyor. Safi karizma! Pür-ihtişam! Saçları uçuşuyor. Teneffüslerde çaktırmadan yanına yaklaşıp sohbet ortamı yaratmaya çalışıyorum. Akşamları ne yaptığını soruyorum. “Oturuyorum” diyor. Umut yok gibi. Zorluyorum biraz daha. “Sadece oturuyor musun?” “Yok hayır, bazen yürüyorum”. İyi, yaşam belirtisi gösterdi. Kahve veren kız şaşkın dinliyor. Sokrat’ın diyalogları gibiyiz.

Bu hızla gidersek olmayacak. Hemen katalizör olarak devreye giriyorum, tepkimeyi hızlandırmak lazım. Kızlarla yürüttüğüm gizli operasyonlar sonucu “okul çıkışı kiliseye gittiği” değerli bilgisine ulaşıyorum. Teneffüste köşede kıstırıyorum haince. “Sen bu işten anlarsın”, diyorum. “Şehrin kiliselerinde gezdirsene beni. Ayografi manyağıyım ben”. Türkçe meali: en sevdiğim agios sensin yavrum, senin manyağınım. Ama anlamıyor bizim akılsız. Neyse ertesi gün, heyecanlı gün. Kırk küsür derece sıcağın eşliğinde, yanımda cüppesi yerlere, saçı beline uzanan bir papazla kilise turuna başlıyorum. İlk girdiğimiz kilisede mevcut tüm azizleri üçer defa öpüyor. Azize ikonası olup duvara yapışmazsam olmayacak bu iş. Kırk yıl yetecek kadar ibadet stokumuzu doldurup deniz kenarında bir kafede oturuyoruz. Allahım gör beni! Benim Yunancam onunkinden iyi olduğu için benden bir ricada bulunuyor: “Me diorthoneis?” (Beni düzeltir misin?) İşte bu! Seni düzeltirim, ama bir daha eski haline dönebilir misin, bilemem!

Sonra derin bir konu açılıyor. Ailesi aslında evlenmesini istiyormuş. Sonra hemen bana soruyor, “Sen neden evlenmiyorsun?” diye. Verilmesi gereken cevap: “Senin gibi akılsızlar keşiş olduğu için”. “Evlenmen lazım”, diyor. Verilmesi gereken cevap: “Yardımcı ol o zaman.” Ürkütmeyelim vakvakları diye “neden?” diyorum. Ve işte hayatımda duyduğum en güzel iltifat: “O kadar güzelsin ki, sana benzeyen çocuklar yapman lazım”. Verilmesi gereken cevap: “İşte senin tam bu noktada yardımcı olman gerekiyor”. Al işte, benim diyen çapkının gramatik olarak bile kuramayacağı bir cümle!

Bunu takip eden diyalog daha bir unutulmaz. Öyle demeyin. Kaç kişinin başına gelmiştir böyle bir vaka. Diyorum ya, şanslı kulum ben. Hayatım filmlerde bile yok. “Rahibe olsana sen!” Bir an kime diyor acaba diye Türk filmlerindeki gibi arkaya bakasım gelse de, hatırlıyorum, bir abzürd dramanın ortasında değilim, bu da gerçek. İşte burada içimden geleni hiç tutmadan yumurtlayıveriyorum: “Sen normal olsana!”… Anlaşmamız imkânsız: Onlar keşişhanede 12 kişiler, bir sokakta 15 milyonuz! O günkü ikili görüşmelerimiz hiçbir meyve vermiyor. Ama aşkımı duymayan kalmamış. Kızlar en ufak bir haberi koşup getiriyorlar. Dolayısıyla bunu takip eden haftalarda şöyle diyaloglar yaşanıyor.

“Özlem, dün Athanasios’u gördük.”

“Ayy, nerede?”

“Nerede olacak, kilisede!”

Bu arada değinmeden geçemeyeceğim bir vakaya daha şahit olunuyor sınıfta. Dersin ortasında birden çan çalmaya başlıyor. Hoca camı kapattırıyor rahatsız olmayalım diye. Ama ses hala aynı mesafeden geliyor. Herkes şaşkın. Bir sonraki karede Athanasios elinde telefonla dışarı çıkıyor. Hanginizde var kilise çanı efektli tune, bakalım!

Umutsuz bir aşk içindeyim. Aşkımdan Yunanistan yanıyor. Okul çıkışı eve gelip derin depresyona gark olmuş insanoğlu gibi televizyonun karşısında cayır cayır yanmakta olan ormanları, kasabaları, köyleri izliyor ve şuursuzca yiyorum. Hayatımda izlemediğim kadar Helen televizyası izliyorum o yaz. Reklamlarda ızgara satan adam bu işten emekli olacak.

Hafta sonları Niça ve Antoş’la sahil sahil dolaşıyoruz, ben her gittiğimiz yerde restoranlarda masaların tepesinde çıkıp dans ediyor ve ettiriyorum. Soruyorum kendime: Masaya çıkıp göbek atan bir kız ve bir keşişin aşkı nasıl bir ümit vaad edebilir ki? Mal futuro!

Onunla dolaşırken artık parmaklarımın ucunda yürümeye başladığımı fark ettim. London Tower gibi maşallah. Bizimkisi daha ziyade bir çam ağacı ve bir makinin aşkı. Ota boka küsüyorum. Athanasios diğer arkadaşlara gidip “küstü yine”, diyor. “Bu kadınları anlayamıyorum”. Dert yanıyor bizimkilere. O kadınları anlayamadığı için aslında en doğru yerde. Kadınları anlamayan herkes böyle yapsa buna keşişhane mi dayanır?

Yunanca hocasının sınıfa girince ilk kurduğu cümleyi hatırlıyorum, “Yunanca ilk 100 yıl zor, sonra kolay”. Bizim aşk ise bu dünyada imkânsız, öbür dünyada belki…

12 Haziran 2010

ÖZEL TARİHİMİN KARANLIK SAYFALARI, vol. III

MADEN DEVRİ...




Bakıyorum, son çocukluk hallerimi alenen paylaştıktan sonra hâlâ arkadaşım kalmış mı diye. Özellikle de şu taş devri maceralarından sonra. Eh, fena sayılmaz. Kalan sağlar bizimdir. Vahşi içgüdü de kalmıştık sanırım. Çocukluğuma ait başka bir tema olmadığına göre kaldığımız yerden devam edeceğiz demektir. Efendim, şu meşhur “eski bayramlar”da cümbür cemaat Malkara’ya, babaanne-dede ikilisinin evine gidilir, bu sefer de baba tarafından kuzenlerin telef işlemi için kollar sıvanırdı. Rahmetlinin iki katlı, bahçeli evi Dante’nin arafı gibi olurdu. (Ben arada kalan kuzenleri tek bir itmikle cehenneme gönderivermek için bahçede kol gezerdim). Halalar, amcalar, yengeler, enişteler ve cümle kuzen. Biz arifeden Malkara’ya intikal ettiğimizden ayağımın tozuyla her fırsatta (fırsat yoksa kendi fırsatını kendin yaratacaktın, mottom buydu) cimcirmeye, oymaya, tırmıklamaya, burmaya başlardım. Sanatımı çok geniş bir ranjda icra ediyordum. Özellikle annelerin ve babaların pek derinlerde kalan mutfakta sohbete daldığı araları kolluyor, bahçenin karanlık, gölge altı noktalarında kıstırıyordum kuzenleri. Bayram sabahı en sevdiğim şey en büyüklerin elini öpmek için inci gibi dizilen ufaklık ordusunu uzaktan seyretmekti. Özenle yüzü gözü tırmalanmış, açık bulunan yerleri cimcirilmiş, saçı başı yolunmuş kuzen ordusunu bir deniz mili öteden izlemenin verdiği keyif toparlanan bayram ganimetinin dolama yapılıp cüzdana konmasında yoktu vallahi. Gerçekten de ziyaretimin anısına hepsinde küçük bir souvenir bırakırdım. O kuyruktan sapasağlam geçen bir tek kuzen olmazdı.

Vahşet ve zekânın doğru oranlı olduğu söylenemez tabii. Balta girmemiş ormanlar ruhumu kaplarken, zekâmda tek bir filiz görünmüyordu. Şimdi burada itiraf ettikten sonra sonsuza kadar kolektif hafızadan silinmesini rica edeceğim bir-iki veri daha paylaşacağım sizinle. Aramızda kalacağını umuyorum. Önce yıllar yılı Zeki Müren’in adını Keçi Süren zannettiğimi utanç içinde belirteyim. Ailenin bir ferdi de yıllardır düzeltmedi bu hatayı. Benim geri zekâlı olma ihtimalimle hiç ilgilenmediler ki. Komiklik yapıyorum sandılar yıllarca. Durun, bu daha bir şey değil. Beteri var.

Efenim, ben küçükken Erol Evgin’e âşıktım. Hem de öyle böyle değil, sırılsıklam âşıktım. Televizyona çıktığında hipnoz formatına geçiyordum. Size de mutlaka küçükken olmuştur. Televizyondaki birinin nereye giderseniz gidin size baktığı hissini hatırlar mısınız? (Hatırla oni, hatırla oni) Size de olurdu, değil mi? (Zorlayın hafızayı, yine tek salak ben olmak istemiyorum)… Evde uzay mekiği gibi kocaman bir televizyonumuz vardı. Dolayısıyla da Erol Evgin hemen hemen gerçek boyutlarında bana bakıyordu. Perdenin arkasına saklanıyordum, bana bakıyordu. Sehpanın altına giriyordum, yine bakıyordu. Artık nasıl olduğunu bir türlü anlayamadığım bir şekilde beni gördüğüne inanmıştım. Erol Evgin çıkar çıkmaz kendime hemen çeki düzen veriyordum. Üzerimde pijama varsa hemen koltuğun arkasına gizleniyor, yakışıklıya rezil olmamak için o ekrandan gidene kadar da oradan çıkmıyordum. Aramızda kalabileceğini söylemiştiniz!

Bu sabah terasta kızlarla unutmak istediğim geçmişimi paylaşırken büsbütün yalnız olmadığımı anladım. Böyle yedi düvele anlatarak nasıl unutturacaksam bu geçmişi. (Kim demişti “Çok sayın geçmişim, geçmeme izin verin” diye. Hatırla oni.) Şirin kendisinden tam tamına iki gün sonra doğan kuzenine bayramlarda elini öptürüyormuş. Daha da iyisi, bayram harçlığı bile veriyormuş. Bayıldım vallahi gülmekten! Burçin’e ne demeli? Evdekiler kızınca, pılısını pırtısını toplayıp evden kaçıyormuş. Koca bir heybesi varmış. İçine birkaç tişört (malum kaç gün firar edeceği belli değil, uzun yol yolcusu), bir tabak ve bir de çatal (olur da birisi ona acır da yemek verir diye. Çatalsız olmaz!) koyar deniz kenarına gider, orada konuşlanırmış.  Derya ise milli bir geleneğimiz olan turiste Türkçe öğretme operasyonları uygularmış kardeşi üzerinde. Bütün organları yanlış öğreterek tabii… Bunlara bir de küçükken karşılıklı oturup birbirlerinin burnuna tıka basa leblebi dolduran kuzenlerimi eklemek istiyorum. Hikâyeleri hastanede bitmişti pek tabii.

Yıllar yılı naftalinli bohçalarda sakladığım tüm geri zekâlılıklarımı bir kere de bitirmek burada namümkün olduğundan, beni izlemeye devam edin anacıımmm…

11 Haziran 2010

KENDİNE AİT BİR ODA ya da SERKAN PAPUCUYARIM



Virginia Woolf Serkan’ı tanısaydı “Kendine ait bir oda”yı yazmaktan vazgeçer miydi? Bilemiyorum, ama o da kesin seçmeli tiyatro dersi alırdı. Netekim üniversitemizin bütün kız nüfusu bu dersi en az bir kere almıştır. Serkan kim mi? Kim olacak, eski oda arkadaşım. Denize nazır güzel bir odayı paylaşmışlığımız vardır. Erken gelen (dünyaya tabii) kapar mantığıyla tam da pencere kenarını kapmama heeeç sesini çıkarmamıştır. Bu kardeşçe paylaşım sürecisince o odada kişi başına düşen milli kahkaha tavan yapmış, T.C. tarihinde böyle eğlence görmemiştir.


Benim gibi doğuştan paylaşma özürlü bir insanla bir odayı nasıl paylaştığını Serkan sonradan kız âlemlerinde şöyle anlatmıştır. “Odaya yeni bir mantar pano geldi. Tuvalete gittim. Bir geldim, her tarafı Özlem Kumrular fotoğraflarıyla dolmuş. İki ay sonra yenisi geldi. İşte bomboştu. Tam elimi uzanıp bir post-it asacaktım ki, bir de baktım ben masadan uzanıp asana dek tam bir post-it’lik yer kalmış koca panoda zaten.” Evet, amip gibi yayılırım. Bu yayılmacı kişiliğimden son zamanlarda yüz yüze bakalım da daha çok gülelim diye birleştirdiğimiz masada en büyük zararı yine Serkan görmüştür. Kendi masam bitince onunkini de çaktırmadan doldurup tüm bölgeleri kendi devletime ilhak edip onu Sevr sınırlarına, yani kendi masasında kalan son kurtarılmış bölge olan bir klavyeciklik yere zorlamışımdır.

Az bulunur derecede komiktir Serkan. Harika bir çocuktur. Tek sorunu (kendisi için asla bir sorun teşkil etmemiştir pek tabii) pek bir yakışıklı olmasıdır. Dolayısıyla ofise kargalarla birlikte gelen ben, okulun tüm kız nüfusunun yatağından kalktığı gibi kapıya dizilip Serkan’ı sormasına uzun yıllar göğüs germek zorunda kalmışımdır. Gün doğumundan gün batımına dek azimle hepsiyle tek tek ilgilenmek, hatta son elimde kalanları da boğmak gereği görmüşümdür. (Onun da beni çok zor durumlardan kurtarmışlığı vardır. Nişanlı rolü yaparak az adamdan kurtarmamıştır beni hani.) Öğrenci yorumları sayfasında rastlanan “hoca çok seksi ders anlatıyor” cümlesinin akabinde eski dekanımızın kendisini odasına çağırıp,” evladım, nasıl oluyor bu, bize de anlat” diye merakla sorunca Serkan da “masaya yatıyorum, salkım üzümümü alıyorum” diyerek konuya girmiştir.

Aynı zamanda da yetenek topudur. Her konuda gösterdiği üstün performansın şiddeti en yüksek örneğini yıllar önce girdiği elemelerde göstermiştir. Maydonoz Gösteri Toprakları’nda yapılacak çok büyük bir gösterinin tiyatro elemeleri için bardaktan boşanırcasına yağmurun yağdığı bir gün biraz fazlaca gecikerek mekâna varınca sınavın nerede olduğunu sorup gösterilen kata inmiştir. Sınav ilginçtir. Kendisinden dans etmesi istenir. Donuna kadar ıslak haliyle “bu işte bir iş var” demeden dans eder bizim Serkan. Sonra sınav sonuçları açıklanır. Serkan “dans” elemelerinde birinci olur. Şoktadır. Tiyatro elemelerinin bir üst katta olduğunu öğrenmesi ise ayrı bir şenliktir!

Kapıya dizilen kız öğrencilerden çektiğimi yıllar sonra başka şekilde ödetmeyi başardım ona. Aynı isimli bir sevgilim olunca aylarca sevgiliyi arıyorum diye saçma sapan saatlerde aradım zavallıyı. Bir süre sonra bakmaz oldu telefonlarıma. Acil olduğunda bile. Hatta uzun bir süre mesajlar da adresi şaşırmış. Bir gün sevgiliyle aya karşı açık havada bira içtiğimiz bir gece baktım karşıdan bizim Serkan geliyor. Arkadaş Serkan, sevgili Serkan’a elini uzatıp “Abi, bana ne mesajlar geliyor bir bilsen”, demez mi? “Ha, bu arada, ben sahte Serkan!”

Serkan bavulunu alıp “kendine ait bir oda”ya giderken öyle bir arkasına bakamadan kaçmış ki garibim, neyi var neyi yok bırakmış. Uzun süre ben de fark etmedim tabii. Fark ettiğimde de çok geçti, kimseciklere açıklayabilecek durumda değildim. Bir kuaför mankenine geçirilmiş saçma bir peruğun bir akademisyenin odasında ne aradığını kime nasıl açıklayabilirdim ki? Çok sıkıldığımız zamanlarda kafamıza bu perukları geçirip (toplam iki adetler) Fen-Edebiyat fakültesinde hiçbir olmamış gibi pür-ciddiyet dolaşmayı seviyoruz. Kaçmış deyince aklıma geliverdi. Öğrenciyken sıkılıp camdan atlayıp dersten kaçmışlığı da vardır. Kedi gibi çıktı. Dokuz canlı.

Gelelim favorilojisine:



En sevdiği aksesuarı: Yaz-kış isilik geçirme korkusundan ırak taktığı atkısı.

En büyük hayali: Benim imam nikâhımı kıyan imam olmak.

En sevdiği koleksiyonu: Ofisteki kütüphanesinde sakladığı (daha doğrusu kendi odasına giderken bana bırakıp kaçtığı) tuzluk, fincan, kürdanlık gibi “uyumsuz tiyatro” nesneleri koleksiyonu.

En sevdiği parçası: Favorileri ve bıyıkları.



Ailecek severek izliyoruz.


NERDE BIRAKTIM KALBİMİ BİLMEM ya da ÇOĞALIP ÇOK OLABİLİRİM

Dün sabaha karşı dans etmekten ayaklarımıza kara sular inmiş bir halde açık camlardan arabaya dolayan rüzgârın hızında eve dönerken hâlâ aynı şarkıyı mırıldanıyorduk. “Nerde unuttum kalbimi acaba? Ah nerede, vah nerede?” Kalbimi ve aklımı nerede unutmuş olduğumu bir kez daha anladım dün gece ve ondan önceki gece: Tam bu şehrin göbeğinde. Hayatımın son 15 yılında keyifle dinlediğim, konserlerde heyecanla küçük dilim görünene dek eşlik ettiğim bir Kesmeşeker şarkısıydı cevap: “İstanbul, İstanbul!” “Bırakıp gitmemi isteme benden, istesem de gidemem!” Hoş blues rifleri ve çılgın çıkışlarıyla ne enfes parçadır. Yağmurun ardından serinleyen ve taşların arasına sıkışmış küçük ağaçların mis gibi koktuğu Cihangir sokaklarında karadutlu bir mojito eşliğinde eğlenceli bir sohbetten sonra soluğu 45’lik’te aldık. Aşığımmmmm bu şehre. Dün gece de çok âşık olduğumda arkadaşların şaşkın bakışları arasında cama çıkıp avazım çıktığı kadar “tutmayın sevecemmmm” diye bağırdığım zamanlardaki tuhaf heyecan ve mutluluk enflasyonu vardı içimde. Aşığım ulen bu şehre… Hem de her gün daha da çok.


45’lik’i neden bu kadar çok sevdiğimi fark ettim dün gece: “Kalbimi bıraktığım” bu şehirde geçen bütün yaşamımı (kıçımın üstünde durduğum zamanlarda geçen kısmın bütününden bahsediyorum tabii) bir film şeridi gibi gözümün önünden geçirdiği için. Üç yaşından beri plakların içinde büyüyen bir çılgınla bir taraftan şuursuz bir şekilde dans ederken, bir taraftan da beynimize kazılan şarkı sözlerine belki de hayatımızda ilk defa dikkat ettik. Bakın, bakın ne güzel: “Taşıdım hamal gibi ben kalbimi bunca sene/ Tam ona muhtaç olunca çekmiş gitmiş, nerede?”. Durun, daha güzeli var. “Kimse bulan, kimse alan, alsa götürse ah beni de. Ah nerede, vah nerede!”... Romantizm damarlarını yıllar önce aldırmış biri olarak hemen kendime geliyorum. Fazla romantizm kalbe zarar.

Dinlerken başkalarının adına gözlerimin korkudan yuvalarından pörtlediği şarkılar vardır. Ezginin Günlüğü’nden Ebruli bunlardan biri. “Kelebeklerin aklı benim”, der ya. Vay o kelebeklerin haline diye düşünürüm hep. Sonra Nazan Öncel. “Âşık değilim, olabilirim”. Kendi adıma değil vallahi korkum. Ben âşık olunca etrafımdaki bir dünya insanla birlikte yaşıyoruz ne yaşıyorsam. Sonuç itibariynen benim âşık olmam onların ayvayı yemesiyle eş anlamlı oluyor genelde. Zararım kendime değil, etrafa. Etraf-ı biidrak. Bir de aynı şarkıda geçen şu cümle: “Çoğalıp çok olabilirim”. Tek başıma yeterince belayım, bir de “çoğalıp çok olmuş” halimi tahayyül edin. Yok, etmeyin. Hayali bile kötü. Sevgili meslektaşım Başarcığım “Özlem, sakın üreme”, derdi. “Birincisi, iki tane olursan hiçbir özelliğin kalmaz. İkincisi de, senden iki tane olursa bu Türkiye Cumhuriyeti’nin halini düşünemiyorum.” Doğru söze ne denir!

Tünelin derinliklerinde nokta kadar bir ışık huzmesi de olsa çoğalıp çok olma ihtimalim anneme umut veriyor. Kardeşimin tabiriyle bir “ekstra-matmazel” olarak öleceğimden korkuyor. Ben de aksinden. Ben kendimi bir yerlerde unutmadan eve getirebildiğime şükrederken, annem kalkmış bir de torun hayalleri kuruyor. Ben onları süpermarkette unuturum ayol. Her akşam mahallenin kasabı, bakkalı, fırıncısı unuttuğum çocukları eve getirir bir bir. Birgün yanlışlıkla bir çocuğum olursa onu bir yerlerde unutmamak için sicimle koluma bağlayacağım. Küçükken babam balonları bağlardı bileğime uçup kaçmasın diye. Adi helyum benim gibi canavardan bile kurtulup gecenin karanlığında süzülürdü gökyüzüne. Özellikle de geceleri fuar gezmelerinde. Benim çocuklar da pür-azim sicimlerini yiyip benim gibi deli anneden helyum gibi kaçacaklar vallahi.

“Literarily” gülmekten altıma ettiğim tatlı bir sonbahar gecesi “ağır” bir konuğumuzu ağırlıyorduk yemekte. Sevgili, kayınbirader, kardeş, dostlar, velhasıl kalabalıktık. Espri dünyasının piri kayınbirader beni misafir yanında altıma ettirdiği yetmiyormuş gibi eylemlerine tam gaz devam etti. Bundan on yıl önce bir gece babamın yanına gidip “Baba, ben sana söylemeyi unutmuşum. Ben bu gece Meksika’ya gidiyorum” dediğimi, babamın da gazeteden başını kaldırmadan geleneksel İffetofobik bir yaklaşımla annemin (yani İffet’in) Ankara’da olduğunu hatırlayıp, “annene söylemeyi unutma” diye bir tepki vermekle yetindiğini anlatıyordum. Evet, zavallı babam bile benimle uğraşılamayacağını fark etmişti. Benim için değil, bedbaht Meksikalılar için korkuyor olmalıydı. Kardeşim “çocukların da sana öyle yapacak”, dedi. “ ‘Anne, ben bu gece Meksika’ya gidiyorum’ diyecekler.” Kayınbirader hemen atladı. “Hayır”, dedi. “Özlem boy boy çocukları toplayıp onlara ‘Çocuklar, ben bu gece Meksika’ya gidiyorum’ diyecek. O gece sanal, -ama pek bir olası- geleceğim üzerine çeşit çeşit tablolar çizildi. Ben renk renk, desen desen dört, beş çocuğumu toplayıp, elimde bavulum kapıdan çıkmadan önce “bana yazın, çocuklar” diyorum. Meksika bu. Kolay dönülmez. Çocuklar bana büyüyen ellerini çizip gönderiyorlar. Uzayan boylarını. Hatta Nazım’ın şiirlerindeki gibi ben onların büyüdüğünü resimlerden görüyorum. Okumayı, yazmayı sökünce bana mektuplar yazıyorlar. 88 yaşına merdiven dayayan biricik Shakespeare hocam Ercüment Hoca “Wise men stay at home”, der ve örnek verir: Sokrates, Kafka, Kant… Ben de akıl olmadığı oradan belli zaten.

Uzatmayalım. Yolunuz gece vakti Taksim’e düşerse şöyle bir tek kadehlik girin 45’lik’e. Eski zamanlara sanal yolculuk yapın, ne kadar büyüdüğünüzü fark edin. Ben şahsen öyle tek ayağım çukurda uzun süre dolaşmak istemiyorum. Tanrım! Hayatım bir LP olmasın. EP de olmasın. Enfes bir 45’lik olsun!

9 Haziran 2010

ÖZEL TARİHİMİN KARANLIK SAYFALARI, vol. II

YONTULMAMIŞ TAŞ DEVRİ




Eski sevgililerimden birinin babası, -her biri birbirinden deli üç tane çocuk adamcağızın sabır taşını çatlatınca- “dağıtın bu çocukları” diyormuş. (Keşke vakitlice dağıtsalarmış) Ama ben bir adet olduğum için babamın kızdığında beni dağıtma ihtimali sıfırın altındaydı. Kendisi zaten beş archangel’dan biriydi (Mikail, İsrafil, Cebrail, Azrail ve babam İsmail) Sonra babamı insanlara iyiliği öğretmesi için yeryüzüne gönderdiler. Neyse, babam küçükken beni dağıtmadığı için ben büyüyünce dizlerini bir hayli dağıttı, ama iş işten geçmişti artık.

Cilalı taş devri derken, en önemli devri atlamışız ayol: Yontulmamış taş devri. İşte ben o devrin çocuğuydum aslında. İçimde pusu kurup yaşayan vahşeti artık eşşşek kadar olduğum şu zamanda sempatiklikle kamufle edebiliyorum, ama eskiden öyle bir şansım da yoktu. Vahşi doğam maymun götü gibi açıktaydı. Evrensel bir saldırgandım ben. Tek ve yek başıma büyüdüğüm içün dış dünyayla bağlantı kurmak zorunda kaldığımda bildiğim tek kanunları uyguluyordum: orman kanunlarını.

Bacak kadar bir çocukken yaptıklarımın küllisini anlatıp sevgili okuru ürkütmekten ve yine o eski günlerdeki gibi yapayalnız kalmaktan korkuyorum, ama konuya şöyle zararsız bir intro yapabilirim. Dedim ya, çok yabaniydim. Ama pek de haksız sayılmazdım. Yaz gelince anneannemin terası cümle kuzenle dolar taşardı. Hepsi de benden büyük olduğu için denize girme lisansına sahipti ve ben evin yek çocuğu olarak babam tarafından rüzgârdan, yağmurdan, sudan, ateşten, nemden hastalıklı bir fobiyle korunduğum için sülale sepetini alıp plaja gittiğinde anneannemle terasta otururdum. Daha doğrusu o otururdu, ben ağlardım. Bir de mayolarını içlerine giyip “Biz doktora gidiyoruz” diye beni kandırmazlar mıydı! Çekilir dert değildi. Bit kadardım ama mayoyla doktora gidilmediğini bilecek kadar da ehli-i geri zeka mensubu değildim. Ahım tutmuş olacak cümle kuzenlerim hayatları boyunca türlü türlü hastalıklara gark oldular. Şimdi mayolarını giyip gitsinler bakayım o doktora.

Neyse efenim, dedim ya beni çeşnili yalanlarla atlatıp tırım tırım gezdiklerinden, hiç haz etmezdim onlardan. Anneleri onları yıkamak için banyoya soktuğunda elbiselerini balkondan elektrik tellerine atardım ki, alması mümkün olmasın. Zavallı dedem bildiği bütün küfürleri savurarak yün yumaklarla düşürmeye çalışırdı onları. Ah, işte çocukluğum en güzel anlarını donsuz gömleksiz kalan kuzenlerimin havlu içinde titreyerek elbiselerin telden düşmesini beklemelerini seyrederek geçirdim. Oh olsundu onlara.

Bizim evimiz de Beylerbeyi’ndeydi. Dolayısıyla kuzenlerle saç saça baş başa geldiğimiz anlarda bizi ringden alır (daha doğrusu beni kafese koyar) ve kendi evimize götürürlerdi. Teyzeler, enişteler, kuzenlerden mürekkep akraba kafilesi anneannemin iki evine de sığmayınca heyecan doruğa ulaşsın diye çocukları bize getirirlerdi. Gelmesine gelirlerdi, ama ben ve vahşi doğamdan ibaret olan gümrük kapısından geçmeleri mümkün olmazdı. Aynen duyduğunuz gibi. Geceliğini kapıp gelen teyze ve kuzen ekibini onlar apartmana yaklaşmadan kovardım. Sonra archangel İsmail zıplayan sinirlerimi yatıştırmak için beni parka salıncağa götürürdü. Hafızanızı zorlayın. Gecenin bir yarısı çocuk parkında kâküllü bir canavar sallayan bedbaht bir baba gördüyseniz, o bahtsızların piri İsmail’dir. Tam bir kinder surprise’dım ben. İçinden canavar çıkıyordu. Kindar surprise. Velhasıl içime giren şeytanın çıkartılması için götürüldüğüm parktan cebime taşlar doldurarak dönüyordum eve. Eh, bizim kuzenler de yokluğumdan istifade evde mitozla çoğalıveriyorlardı. Kapıdan usul usul girip onları bir taşa tutuşum vardı ki, Kumrular Ailesi hayatlarının hangi döneminde beni büyütmek için ormandaki ayılara verdiğini hatırlayamıyordu.

Biraz büyüyünce içimde yaşayan vahşi hayvan da benimle birlikte büyüdü doğal olarak. Aşk da içimdeki tehlikeli yabaniden nasibini almakta gecikmedi. Aşka karşı tavırlarımda hep birinci dereceden öküz olmamın mazisi ta o günlere gider. Anlayacağınız sonradan böyle olmadım, korkarım ben böyle doğdum ve ne yazık ki hiç ama hiç değişmedim. Evimizin önünde kurulan Perşembe pazarında bugün ne sattığını hatırlayamadığım Slav kökenli bir pazarcı çocuk umutsuzca âşık olmuştu bana. Yemyeşil gözleri, başak sarısı saçları ve o Slav karizmasıyla bile bir gram sempati kazandırmayı başaramamıştı bendenize. Beylerbeyi semt sınırları içinde mevcut tüm ağaçlara adımı, üstelik yanına kendi adını da ekleyerek çakıyla kazıması hayattaki ilk olmasa da en önemli aşk dersini alması için ilk adım sayılabilirdi. Sahilde, iskelede, parklarda, pazar sokağında, çocuk parkındaki tüm ağaçlarda reklamım yapılıyordu. Üstelik tek metelik ödemeden. Bu, kalbi doğuştan lokal analizle uyutulmuş biri için bardağı taşıran son damla olabilirdi. Öyle de olmuştu. Bu ağaçlardan sonuncusunun evimin on metre ötesinde olması, onu Vangelis’in bostanına giden yolda, şişko bir ağacın tepesinde elinde çakısıyla iş üstünde yakalamam için ilk adımdı. Oracıkta, korkmadan çıktığı ağacın tepesinde hevesle kazıyordu adımı. Üçüncü harfine gelmişti. “Bırak onu”, dedim. “Bırak, yoksa kötü olur.” “Olsun,” dedi. “Ne olacaksa olsun”. Ne olacaksa oldu. Yerden bulduğum bir taşı tüm gücümle havaya savurmam ve onu oracıkta, alnının tam ortasından vurmam bir oldu. Hayatım boyunca hiç bir dart tahtasında o başarıyı bir daha gösteremedim. Çocuğun yüzünden süzülen kanları görünce ossssaaat tozingen tabii. Bizim hakikatli Slav ise kılını bile kıpırdatmamış, hiç bir intikam peşinde düşmemişti. (Sülaleyi toplayıp Mostar’ı uçurmuş meğerse) O, o gün sanırım aşkın acı bir şey olduğunu öğrenmiş, ben de iktidar olarak ölene kadar aşka karşı cesurca yaşam sürme pasaportu kazanmıştım.

Macarca öğrenmeye başlayan herkese ilk önce öğretilen bir cümle vardır. “Jebemben çok kiçi alma van”. Türkçe mealiyle “cebimde çok küçük elma var”... Ben ise size bu gecelik şöyle diyor ve kendi kendimi imha ediyorum:

“Jebemben çok kiçi taş varrrr haaaaaa....”

7 Haziran 2010

IN VINO VERITAS

Otuz altı koca yıldır vukuatsız bir tek günüm geçmediğinden mütevellit her gün size musallat olacağım demektir. Evvvet, koca bir günü de olaysız atlatmış olmanın verdiği keyifle dünyanın en eğlenceli prof-yazarı Yusuf Eradam ve dünyanın en sabırlı çevirmeni Alex’le (ne de olsa Sultan’ın Mutfağı’ndan birkaç bölüm çevirme gibi titanik bir kabiliyete sahip) Ahmet Hamdi Tanpınar festivalinin açılış kokteyline doğru vakasız vukuatsız seyirttik. Osssaat başladık dedikoduya haliyle. Ortalıkta cirit atan birini pek yakışıklı bulduğumu söyleyince Yusuf Hoca da zevksizlikte galaksi rekorları kırdığımı açıkça telaffuz etmek yerine pek bir şövalyece “tabii canım, beauty is in the eye of the beholder” deyiverdi. “Hayır”, dedi Alex, “beauty is in the eye of the beer-holder”. Rusça mealiyle, “Çirkin kadın yoktur, az votka vardır”. Çok güzelmiş değil mi? Ben şahsen bayıldım. Sadece bayılmakla kalmadım. Aydınlanıverdim. Yıllar önce Alman sevgilimin neden bana dünyanın en güzel kadını olduğumu söylediğini de o vakit anlayıverdim. Malum, Almanlarda yalan söylemek milli spor değil. Mübalağa ilminden de pek nasiplerini almamışlardır, bilirsiniz.

Ben ise tam o esnada “in vino veritas” durumundaydım. Şarapta gerçek gizlidir ya. Daha bir yudum almadan ekümenik bir sakar olduğumu oracıkta ispatlayıverdim. Devasa topuklarımı masanın saten örtüsüne dolayıverdiğimle tüm desktopu alaşağı ediverdim. Hem de konuşmanın tam orta yerinde. O saat zaman durunca üzerime çevrilen sayısız göze bakarak iki elimin işaret parmaklarıyla “o benim” dedim istemsizce. Sevgili rektör yardımcımız sessizce “Özlem, yahu öyle yapılır mı? Usulca kaçacaksın ortamdan parmak uçlarında”, deyince bir kez daha aydınlandım. Akıl doğuştan ya var olur, ya da yok. Transplantasyonu mümkün değil. “İtalyanlar dökülen şarabın uğur getirdiğine inanırlar”, dedim jüriye dönerek. Eldeki verilere göre yerle bir olan kokteyl masasının uğur getirdiği bir kültür ise yok. Bilen varsa beri gelsin.

Güzel bir haberim daha oldu nur topu gibi. Bu ay içinde Punctum’da yapmayı düşlediğimiz ve sadece yazarların diceylik yapacağı gecenin en aranılan yazarını da ayaküstü programa dâhil ettik. Bir Rock gecesi olacağı için Tuna Kiremitçi’nin olmaması beklenemez ne de olsa. Ben de o gece size en çatlak ve sert Meksika gruplarından bir demet sunacağım. Ama siz sağlam bir intro için şimdiden Molotov’dan “gimme the power”ı dinleyip zıplayın. Etkilerini seveceksiniz. Molotov etkilerinden hiç haz etmeyen tek kişi alt komşumuz Nadire Teyze.

Yusuf Hoca’dan biraya, kokteylden alt komşuya atlayarak ruhumun derinliklerindeki karmaşıklık ve çapraşıklığı ele vermekten çekinmeden kardeşime geçmek istiyorum. İki gün önce karpuz yerken boğulmanın arifesine geldiğimde “abla, bir an sana ayrılan sürenin sonuna geldik diye çok korktum”, deyince o ana kadar ölmediysem o an kesin ölmüş olabileceğimin farkına vardım. Âlem kız Merve. Merviş, 21, Çapa Tıp öğrencisi. Küçükken de âlemdi. Yedi düvele beni nasıl rezil ettiğini başka bir seansa saklayalım. Salamanca’da Latince derslerine girerken bu ölü dille bir gün yaşayan biriyle konuşabileceğimi tasavvur bile edemezdim. Sezar’ın savaşlarını okurken “ne işime yarayacak bu Latince” diyordum. Nerden bilirdim bir gün kardeşimle iletişim kurmamda lazım olacağını. “Abla, koltuğu invaze etmiş, her köşeye metastaz yapmışsın”, dediğinde anlıyorum onu! (İki linguistmanyak toplandık, toplandık…) Son zamanlarda kendi camialarında “3. sınıf sendromu” tabir edilen hastalığa yakalanmış durumda. Bahsi geçen her hastalığın kendisinde olduğunu sanma ve semptomları tekrar tekrar okuyup kafayı yeme durumuymuş bu. İnanın hiç hoş değil. Guareschi’nin Oğlum, Kızım, Hele Karım kitabını bilirsiniz. Benim blog da sanırım Kendim, Kardeşim, Hele Sevgililerim tadında olacak korkarım.

İyi geceler dileyip sözlerime en sevdiğim Yusuf Eradam repliğiyle son vermek istiyorum:

“Bana da beş kuruş ver konuştur, on kuruş ver susturamazsın anaacımmm.”

6 Haziran 2010

ÖZEL TARİHİMİN KARANLIK SAYFALARI, vol. I

CİLALI TAŞ DEVRİ




Dedim ya, koketim, o yüzden en erken dönemim “Cilalı” Taş devri. Sonradan koket olmadım, öyle doğdum. Zırt pırt hasta olmamın benim için tek avunulur yanı vardı: Zeynep Kamil’e her gidiş doktorun bana bir çuval iğne vermesiyle eş anlamlıydı. Bu da hastanenin yanı başındaki eczaneden alınacak her iğne için bir oje satın alınması demekti. Her bir parmağa başka renk. O devir için fena pazarlık sayılmazdı. Bununla da yetinmez apartman sakinlerine yaptığım özel ziyaretlerde -kokana teyzelerin evleri her zaman ilk tercih adreslerim olmuştu- topladığım artık kullanılmayan ojelerle zenginleştirilmiş geniş bir arşiv oluşturmaya canla başla devam ederdim. Daha dört yaşımdayken bir gün sokağa çıktığımızda kafamdaki bigudileri çıkarmamak için verdiğim savaş hala belleğimde taptaze kalan anılardan. Amansız savaşı cazgırlığımla kazanmış, dudaklarımda kıpkırmızı ruj ve kafamdaki bigudi tarlası ile bütün gün beni tanımayan bakışlı annemin yanında dolaşmıştım.

Kırmızı vosvosların tarihimdeki travmatik geçmişleri de çocukluğuma kadar uzanır. Beylerbeyi’ndeki bütün sık hastalanan çocukların birinci dereceden kâbusu olan, adını hatırlayamadığım -hafıza kötü şeyleri siler- iğneci amca artık derisi pörsümüş koca çantası ve elma kırmızı vosvosuyla birlikte kazınmıştır Beylerbeyi kolektif çocuk hafızasına. Kapıdan içeri girmesiyle Pavlov’un köpeği gibi ağlamaya başlardım. Ne ah almıştır zavallı kel iğneci. Görüldüğü üzere, tozlu hatıralarım şöyle bir üflendiğinde altından kel, çirkin, şişko, acımasız bir formatta çıkıyor adamcağız. Hiç sevmezdim herifi, hiçççç... Kıçıma yediğim her bir iğne bir ojeye tekabül etmese hiiiçç çekilir yanı yoktu.

Kendimi eğleme ilminde daha bacak kadar çocukken ansiklopediler yazacak seviyeye gelmiştim (oberstufe). Anneannemin boğaza bakan devasa terası semtin artık kullanılmayan bütün küvetlerinin babamın “Mr. Bricolage fantezileri”nin kurbanı haline geldiği bir mekân olmuştu. Hepsini özenle ahşap kaplayıp kendine küçük bir sebzevat dünyası yaratmıştı. Hatta işi biraz daha ilerletip bana minik ahşap evler, mobilyalar yapar, böylece annemin kendisine vereceği başka domestik işlerden işi kılıfına uydurarak yırtmış olurdu. Ben de parmak büyüklüğündeki sayısız bebekle bunların içine aileler kurar (hayatta kurup kurabildiğim son aileler onlar oldular), sonra bu parmak çocukları babamın küvet-mekân domates ve biberlerinin gölgesinde pikniğe götürürdüm. Çoookk yalnız ve çaresizdim çocukken, çooookkkk…

Tek arkadaşlarım anneannem ve dedemdi. Halimi siz hayal edin artık. Domates-fidesi-altı pikniklerinden sıkılıp dedem ve kendi yaş grubundan bir arkadaşının deniz kenarı yürüyüşlerinden birine eşlik ettiğim bir gün -inanın hangisi daha sıkıcı şu an bile hesap edemiyorum-, ilk defa hayatın ta kendisi konusunda dormant beyin hücrelerim silkelenip kendine gelmişti. Dedem, işbu arkadaşına on iki adet torunu olduğunu söylüyordu. Şeytan dürtmüş olacak ki, yanımda abaküs olmadığı için parmaklarımın karşılıksız hizmeti ile

mevcut olan diğer torunları saydım. Hali hazırda tam tamına sekiz ufaklık idik. Şüphe kurtlarına yenilip bir kez daha sayma sayılarını zorladım. Sayma sayıları ve doğal sayılarla nüfusumuz aynıydı. Evet, sekizden bir fazla etmiyorduk. O gün matematik denen bilime olan tüm saygımı yitirmiştim. Hiç sevememiştim zaten kendisini. Yıllar sonra işin trajik aslını öğrendiğimde de genetik denen bilime olan saygımı yitirecektim. Evet, dedemin çapkınlık ilminde kasabada kimse tarafından geçilememiş bir nama sahip olduğunu, koca çiftlikte anneannemin büyük bir sabır ve sınırsız iyi niyetle dedemin sevgililerine baktığını, hatta onları elleriyle evlendirdiğini duyduğumda ise artık dünya yansa yorganı yanmama disiplininde bundan böyle pirimin kim olduğu belli olmuştu. Dedem hedonist yaşamına Yunanlıların tabiriyle çiçeklerin köklerini ters taraftan görerek Nakkaştepe mezarlığında devam ediyor. Yeni boyuttaki faaliyetlerinden bihaberiz.

Maden devrinde görüşmek dileğiyle…

PRO-LOGOS

Önce söz vardı…

(Tarihimin karanlık dönemleri)



Kalemle olan ikili ilişkim, özel tarihimin hafızama kayıtlı olan en eski faaliyeti. Kendime dair hatırladığım en eski manzaralarda hep kalem vardı elimde. Yazmak, doğal olarak daha da öncesinde çizmek, hep set çekilemez bir istekle gelmişti. Beylerbeyi’ndeki evimizde yapılan arkeolojik kazılarda çıkan mağara resimlerinin hepsi bana aitti. Yemek odasının duvarları sanatımı icra ettiğim ilk tuvaller oldular. Çöp adamlar, şapkalı kadınlar, fiyonklu kızlar… Sanatımı kimse anlamıyordu. Özellikle de her yaz başında duvarı söylenerek baştanbaşa boyatan annem ve babam. Ama ben her seferinde daha boyaları kurumadan yeni sergim için kolları sıvıyordum. Evet. Anlaşılamıyordum.

Bu işte para olmadığını anlayınca başka bir dala atladım. Çizme sanatında göremediğim şefkati yazmanın kollarında aradım. İlk suç ortağım bana alfabeyi öğreten anneannem oldu. Sancılı bir dönemdi. Yüzyılın ilk on yılında doğan anneannem gözünü sevdiğimin gestaltinden bihaber olduğundan harfler erkek gibi teker teker geldiler. Kağıda yazmak daha pratik olmakla birlikte, duvara yazmaktan daha zevkli değildi doğrusu. Ne de olsa yasak değildi. Ve ilk mektuplarımı yazmaya başladım. Bütün sülaleyi her gün Beylerbeyi mıntıkasından ve özel tarihimden haberlerle bombardımana tuttum. Kalem tutmayı başarabildiğimden beri anneannemin önderliğinde aile fertleri bana harfleri tek tek söyleyerek bu epistolar faaliyetlerime çanak tuttular. Yani, okur olmadan önce yazar olmuştum anlayacağınız. Bir rehberim olmadığı zamanlarda da yazıyordum, ama yazdıktan sonra şöyle kağıdı elime alıp şaşkınlık içinde süzerek “ulan, yazdık bir şeyler, ama ne yazdık acaba?” demekten sıkılmaya başlamıştım. Tek başına yazar olmanın da en az yemek odası graffitisi kadar beyhude olduğunu anlayınca bir sonraki etabı beklemek zorunda kaldım. Yani elmamın kızarmasını!

Latin alfabesini tüm hak ve meritleriyle ele geçirdikten sonra hızımı alamayarak zaman zaman bağımsızlıklarını ilan edip uykuya dalan beyin hücrelerimi kendime ve topluma yeniden kazandırmak için farklı alfabeler, farklı diller öğrendim. Latin alfabesinin çocukluk yıllarımda bana attığı kazığın acısını üniversite sıralarını sınav arifelerinde Japon ve Arap harfleriyle yazdığım kopyalarla donatarak çıkardım. Alfabelerini değiştirmeyen Japonya hükümetine ve Arap ülkelerine buradan teşekkürlerimi borç bilirim. Cüzi bir kapasiteye sahip olan beyin hücrelerimi İngiliz dili ve edebiyatının pek gereksiz nazım ve nesirleriyle doldurmak zorunda kalmayışımı onlara borçluyum. Daha sonradan hayatımın dört bereketli yılını alacak Yunanca’ya bu hücrelerden ayırabilmemde rolleri pek büyüktür.

Evet, bir şehir efsanesi gibi kokmasına rağmen aslında su gibi gerçek olan diğer bir şey de günlüklerimi kimsecikler anlamasın diye Japonca tuttuğum, lakin yıllar sonra dört yılımı verdiğim bu dilin bana ihanet etmesiyle günlüklerimin tek kelimesini anlayamaz hala gelmem. Artık ben dâhil kimse anlayamıyor onları. Kimseciklere “Kardeş, ne yazmışım? Bir bakar mısın acaba?” diye soramıyorum malumunuz. Kim bilir ne kirli çamaşırlar… Neler neler...

Durdurulamaz bir yazma heyecanı ve hezeyanı. Bir Bulutsuzluk Özlemi şarkısı tadında oldu hep: “Üretmeliyim, üretmeliyim, üretmeliyim! Beynim zonkluyor!” Üretmediğim zamanda şiddetli baş ağrıları çekerim hep. Dolayısıyla bundan böyle baş ağrılarına ve beyin zonklamalarına gark olmamak içün bütün hepsini size transfer etmeye karar verdim!

Özel tarihimin (koket olduğum için cilalı taş devrinden başlayarak) en karanlık sayfalarını, ruhumun kıvrımlarına pusu kuran hayalleri, hain, ama kaleydoskop-misal anıları, aslında var-olan roman kahramanlarımı sizlerle paylaşacağım.

Sabrınız bol olsun…