31 Mayıs 2011

SABAH FUL WA’L YASEMİN

Evet gençler! Bavulumu çekiştirip gecenin bir saati eve girmeye çalışırken şaşkın şaşkın bana bakan komşuma “Ben aslında yoğğuuumm”, demek istedimse de bütün manyaklık kredilerimi Bodrum sahasında tükettiğim için sadeli bir “buona notte, anacııım” diyerek eve girdim. O da beni görünce bir an nereden hatırladığını çıkaramadı zaten, aylardır hayalet gibiyim. (İki aydır aidatı vermediğimden çıkarmış da olabilirdi aslında. Zaman bulsam önce annemin arkadaşının kocasının aldığı kafa kaşıyıcı aletle kafamı kaşıyıp, sonra da alt kata inip aidatımı da ödeyeceğim amma…)


Efendim, Bodrum’da Turgut Reis sempozyumunda idik. Pek bir eğlendik, her zamanki gibi. Arif Hoca (beraberinde fıkraları) da gelince kahkaha kadrosu tam oldu. Zatıâlileriniz bilirsiniz, öğleden sonra ilk oturum ölümlerden ölüm beğenmektir. Mideye istiap haddi hesaba alınmadan yapılan yiyecek ikmalinin yanı sıra ağdalı tarih konuları söz konusu olunca insana pek bir ağırlık basar. (Böyle zamanlarda hep babamı hatırlıyorum. Zavallı dört gün boyunca böyle bir işkenceye tabii tutulmuş ve kendi iddiasına göre uyku kaçıran naneli sakız ve şekerle beslenmişti onca zaman.)

İşte bu saatteki oturuma konuşmacılardan sualtı arkeologu Tufan Turanlı’nın kronometresi (“Süreölçer”i kendi kullan, manyak Word programı, rahat bırak beni gari!) ile psikopatça saniye saymak suretiyle başkanlık ederek başladım. (Beni oturum başkanı yapma gafletinde bulunmuşlar). Erol Mütercimler’in yaptığı konuşmayı da “yok anacıım, bence öyle değil böyle, ben Venedik ve Simancas Arşivi’nde hiç de öyle görmedim”, diye yorum yapınca delikanlı (Erol) dayanamayıp “Alın şu feminist ceberut kadını” başımdan demek zorunda kaldı. Salon yıkıldı tabii. Lakin doğası gereği Erol bununla yatışmadı. Ertuğrul firkateyni faciası konu olunca, neden denizcilerin bile bile lades diyerek o gemiye bindiklerini tartışmaya başladık. Konu üzerine belgeseli olan ve onların torunlarıyla röportaj yapan biri olarak bunlardan birinin karı dırdırından kaçmak için bu yolculuğa çıktığını söyleyip “bu da size cevabım sayın başkan” deyince ortalık kızıştı. Görevi kötüye kullanarak son noktayı ben koydum ve Türk erkeklerinin pek hoşlanmayacağı bir anekdot anlatıp, “oturum da burada bitmiştir” demek zorunda kaldım. Vaka gerçekten çok hoş. Ertuğrul firkateyni batıp da kurtulan bir avuç Türk denizcisi yakındaki bir adaya çıkar. Lakin köy pek fakirdir ve Japonların sadece bir çift elbisesi vardır. Biri yazlık, diğeri kışlık ve pek tabii ikisi de kimono! Nazik Japonlar karaya çıkan Türklere bir takımlarını verirler ve böylelikle Ertuğrul survivor’ları memleketimin ilk ve son kimono giyen erkekleri olurlar! Bu da size kapak olsun anacııım…

Ertuğrul deyince, Ertocuğum bizi Bodrum'da deniz kenarında hoş bir yere götürdü. Erol da "İki hafta sonra buralarda atım atacak yer kalmaz, vıcık vıcık olur" diye dert yanarken, Erto'dan tepki: "İnşaalllaaah". Çocuk turizmci, ne yapsın! Ertocuğum endorfin gibi, mutluluk veriyor insana...

Arif Hoca fitness’a vermiş kendini Serkan’la. Lakin bütün dedikodular buradan çıkınca mekânın adını “fitne centre” olarak değiştirmişler. Pek beğendim bu adı. Size istikbalde enfes bir fıkrasını anlatacağım.

Gezi boyunca Abdülhalik Hoca’dan Arapça dersleri aldım. “Benim gönlüm şarhoştur yıldızların altında” çevirisi yaptık: “Kalbi sekran taht’el nucum” Bu esnada öğrendiğim en güzel şey “sabah ful wa’l yasemin”di. (Sabahınız ful ve yasemin çiçekli olsun). Bu Araplar böyle retoriklerden buralara nasıl gelmişler, aklım almıyor doğrusu. Mevcut Araplar’ın atası olamaz bunlar anacıım… Öyle olsa bu genetik biliminin külliyen çökmesi demek olur.

Dönerken uçakta yine en gırgır tayfa tehlikeli taşlar olarak yan yana geldik. Hostes konusunda girdiğimiz bir iddia üzerine, oyuna hostesleri de bulaştırmak zorunda kaldık. Ben de tam bu esnada üniversiteden bir arkadaşın bir hostese ettiklerini hatırlayıverdim. Sık seyahat eden arkadaş uçakta bir hostese “size kartımı versem ayıp olur mu?” der. Hostes de nezaketi cebe atıp “evet, olur” deyince ısrarlı sapık arkadaşımız kartı elindeki kitabın arasına koyup steward’la yollar kıza. Akşam bir sms alır. “Ay, sen neden bana bu kitabı yolladın?” Kitabın adı mı? “Beynimizi daha etkin nasıl kullanırız?”

Katerina kendinden 18 yaş küçük birine âşık olmuş, bana dert yanıyor. (Arkadaşımın adından mütevellit iğrenç bir espri yaptığınızı duyar gibiyim, bundan hemen vazgeçin anacıım). Kızcağızı rahatlatmaya çalışıyorum birkaç gündür. (Zaten ben bu Yunanca’yı Yunan kızlarını avutmak için öğrendim ya! Kadere bak!) İşin tuhaf yanı üç yıl önce Kiklatlar’da tatile çıktığımızda da aynı dertten muzdaripti, o zaman da ikna etmiştim kendisini bunun gayet güzel bir şey olduğuna, aşkın saçma, mantıksız, saçma ve şuursuz seklinin en makbulü ve uzun süreni olduğuna, lakin akıl portatif olduğu için ara sıra yerinden çıkıyor. Kronik olarak nüksediyor. Ona Borges’in 87 yaşında öldüğünde 20’lik bir sevgilisi olduğunu, kuzenimin biraz daha abartıp kendinden 12 yaş küçük bir yakışıklıyla evlendiğini, çoluk çocuk içinde hâlâ büyük bir aşk yaşadıklarını, Picasso’nun 34’lük Jacqueline’le evlendiğinde 80 yaşında olduğunu söyledim… Ooo, daha neler neler anlattım. Şimdi de verdiğim gazla çocuk yuvasından daha ufak bir model alıp kaçmasından korkuyorum.

Geçen akşam Kardak’a tepeden bakan enfes bir terasta bira-rakı eşliğinde eğlenceli hikâyeler birbirini kovaladı. Sağ olsun Erol beni dünyalar tatlısı kuzeni ve eşiyle tanıştırdı. Ducan Abimiz ve de İsveçliler görmezken yedik, içtik. Çocukluğumuzu bedelli yapmış gibi güldük yine. Yukarıda bahsi geçen aşk ve yaş farkı söz konusu oldu, bende anlatacak bir şey olmaz mı hiç! Çatlak bir Katalan’la evlenmek üzereydim. Had safhada yakışıklı, eğlenceli, kültürlü, konservatuarlı, zevkli, uzun lafın kısası marazi kıskançlık dışında türlü erdemleri olan bir âdem evladı idi. Walakin ailede kimseciklere beğendiremedik. Annem merak edip tanışmak için yemeğe çıkardı bizi. Kardeşim zaten Jordi’ye hikâyenin başından beri kıldı, benden 18 yaş büyük olmasına da katlanamıyordu. (Kendisi malum zekâ enflasyonunda lafları tam gediğine sokmak ilminde kavrulmuştur). Masada Fransızca konuşuldu çaresiz. O zaman el kadar olan Merve’nin dediği bir şeyi annem Jordi’ye çevirdi, o da “Çocuk hindi yaşında, ondan madam”, deme gafletinde bulundu. (İspanyolca tıfıllık anlamına gelen “edad del pavo”.) Merve de kafasını yemekten kaldırmadan, “o zaman şunu da bir çeviriverin, kendisi de kaplumbağa yaşında”, dedi ve ekledi: “Kaplumbağaların 150 yıl yaşadığını da biliyordur inşallah!”.

Katerina ve tatil deyince, gezi kitabım için yazdığım bu Paros-Andiparos seyahatini bir daha okudum, güldüm çaresiz. Şöyle başlıyor: “Bu yolculuğun kahramanları dört kişi: Ben, Katerina, Yorgos ve Ioanna. Ortak yanları otuzlarında, tarihçi ve kız kurusu-müzmin bekâr olmaları. Malum, dilimiz her ne kadar cinsiyetsiz olsa da maço bir topluma ait olduğunu her fırsatta ortaya koyuyor. Kız olunca kız kurusu, erkek olunca müzmin bekâr! Oysa Yunanca’da her ikisi de aynı kefede: “Yerondokori”. Linguistik mesele her ne olursa olsun, bu dördümüzün de evde gördüğü şiddeti değiştirmiyor. Evlenme baskısı şiddeti. Evet, biraz da bundan kaçar bir halimiz var. Özellikle de Yorgo. Bizimle gelmezse Kavala’ya ailesinin yanına gidecek ve orada her yaz maruz kaldığı baskıya maruz kalacak.” Bu arada aklıma gelmişken, Yunanlar bir de evde kalanlar için “rafta kalmış” diyorlar ya, bayılıyorum. (Erol olsa, “vallahi bu kız Yunan ajanı” derdi yine) . Yazının başlarında şimdi büsbütün unuttuğum bir detay daha görüyorum: “Annem yola çıkmadan önce tek bir şey tembih ediyor bana, ‘sakın âşık filan olayım deme, uğraşamam bir daha seninle’.” Gerçekten de sıkı sıkı tembihlemişti. Kadının sözünü nasıl sıkı tuttuysam, üç yıldır bırakamadım. Son kalan âşık olma yetimi de kaybetmenin arifesindeyim. Geçen gün Mr. Mutluluk Hattı’yla birbirimize soruyorduk, biz niye böyle olduk diye. Ruhumuz kurudu vallahi.
   İşte o tatilden fotoğraflar. Annemin benim için bulduğu sıfat gereği: "Benim kızım yeldeğirmenik depresif!"



Katerinacığım gerçekten sıra dışı bir kadındır. Akıllı, güzel ve eğlencelidir. Hayatta beni en güzel tanımlayan insandır. “Kızım sen deli değilsin, tımarhanesin!” diyerek beni “trelokomio” diye vaftiz eden ta kendisidir. Ayrıca “benim küçükken koka kazanına düştüğümü” iddia eder. (Düşünün artık 37 yıldır sigara bile içmedim!) Fonda çılgın kadroyla Nice sokaklarındayız... Yorgo, Maria, Katerina ve bendeniz!

Bugün Erol “Akdeniz tarihi” dersimde harika öğrencilerime başka bir açıdan deniz tarihi anlattı. Bizi mesut etti sağ olsun. Bu arada strateji anlatırken sınıfa sordu “evlilik stratejik bir karar mıdır?”. (En önden “yok şekerim, stratejik değil katastrofik bir karardır”, demeyi çok istedim). Strateji ilmine göre bu karar dünyanın sonraki durumu üzerinde etkisi olursa stratejik oluyormuş. (En ön sıradan öyle anlaşılıyordu en azından). Yani çocuk yapıp, nüfus çoğaltmak gibi. Kendi kendime pek bir güldüm için için. Bence bu teoriye göre evlenme değil, evlenmeme kararı stratejik. Mesela bana ve evlenme vaadiyle kandırıp sonradan kaçtığım erkek faunasına bir bakalım ve sonra karar verelim: Jordi, 3000 km’lik yol yapıp, ne badireler atlatıp arabasını ve evini taşıdı, nikâha on gün kala sırra kadem bastım. (Hala İstanbul’da nerede bir kırmızı Z-3 görsem korkarım). Juan’a bakalım. Ben istiyorum diye çok tiksindiği halde kırmızı deri koltuklar, mor halılar ve daha ne rezil şeyler aldı. Şimdi çiçekli perdelerine bakıp ne küfürler savuruyordur! Başka bir zat da şu anda mor perdeleri üstüne giymiş “Cihangir delisi” olarak dolaşıyordur. (Bunun esprisini perdeleri alırken yapmıştık). Ben bir de utanmadan bu yüzüklerin hepsini takıp takıştırıyorum. Allah kimseleri benim elime düşürmesin anacccımmm. Şansal, bir de şunu durdur bakayım…

Bu ay en çok anlattığım Don Quijote oldu galiba. Lakin sonradan fark ettim ki her seferinde anlattığım en eğlenceli kısmını unutmuşum: Plato’nun en tepesinde pek tabii “platonik” versiyonu olan aşk merdivenini. Sonra da Don Quijote’ye “bize sevgilinin

buğday tanesi kadar da olsa bir resmini göster bari” diye baskı yapan adamları hatırladım ve güldüm. Anacııım, öyle bir şey bulsam dükkân senin!

Şöyle bir diyalog geçmiş birisiyle aramda, şimdi kim hatırlamıyorum. Not defterimde buldum, pek bir güldüm:


-Susam Sokağı’nı biliyor musun?

-Hayır.

-Niye? Sen çocukluğunu atladın mı?


Şekerim, ölülerin bile saçları uzar, benimkiler uzamıyor. Nerde kaldı hayallerim! Şöyle paçalarıma kadar uzatıp kaleden salacaktım ben onları aşağıya!

Bu aralar etimolojik kitaplara kaptırdım yine kendimi. Ben de ölmeden önce bir tane yazacağım. Bir arkadaşım bunun benim opus magnum’um olacağını söylüyor. Farsça gece lambası sanırım en sevdiğim kelime oldu bütün bu etimolojik yolculukta: Şahid-i macera!

Radyolarını yeni açanlar için geliyor: “Bu mudur?”
“Modern zamanlarda aşk yorulmuş mudur? Bu mudur?

Senin kalbin boş mudur? Çalsam evde kimse yok mudur? Bu mudur?”

26 Mayıs 2011

JÜPİTER’DE HALAY ÇEKMEK…

Anacım, hepinizin adına yaşıyorum vallahi… Nancy’cesi:  Al dunya helwa ! Benden iyisi yok. Hafta sonu yine Poseidon deniz fenerindeydik tüm Yücelistler olarak. Yedik, içtik, bol bol güldük ve gecenin 2’sine kadar Don Kişot konuştuk. Daha ziyade ben anlattım, ahali de kaçacak delik aradı. Dersimiz ara sıra çocukların “Deniz Abla, koş!!” çığlıklarıyla bölündü. Fener ailesinin köpeği –kendini bir rahibe gibi yıllar yılı iyi konserve etmişti- sonunda bu bekleyişi beyhude bulmuş olsa gerek, yakışıklı bir köpekle romantik bir sahada buluşmuş. Sabah kahvaltı sırasında Reçel (the kuçu) çimleri kemirmeye başlayınca –köpekler başları ağrıyınca çimen yermiş- doktorumuz da “dün gece hiç öyle demiyordun ama”, dedi Reçel’e. Çaresiz dağıldık gülmekten.


Sabah erkenden kalktık. Oymakbaşı hocamız kumandasında dere tepe yürüdük. Dar bir yolda bir inek sürüsüyle karşılaşınca hiç şansımızı zorlamadık. Ben fenerin inek kellesinden mamul korkuluğunda aradığım erkeği buldum: Sigara içmez, okur-yazar, dırdır-proof, hedonist….

Börtü böcek ortamı sevmeye başladım. Kendi içimde yeterince vahşi bir doğa yaşadığı için fazlasını bünye kaldırmıyor doğal olarak. Portekiz’den bir sempozyumdan dönerken Salamanca’ya uğramıştım. Çok sevdiğim dostum Adolfo bana bir sürpriz yapmış, gece yürüyüşü ısmarlamıştı bana. 45 insan evladı gecenin bir vakti dağ kenarın toplanıyor, gece boyunca dağı çepeçevre geçiyor, dereler atlıyor, kıçını dikenlere sokuyor, ellerinde fenerlerle gün ağarana dek ordu pozisyonunda yürüyor. Değişik bir fantezi anlayacağınız, walakin hiç benlik değil anacım! Kurt sesleri, karanlık delikler, bir taraf derin uçurum… Başladım ağlamaya. Gece boyu sızlanıp zırıldadım. Uçurum kenarında küçük bir meydan çıkınca karşımıza orada gece tiyatrosu oynandı interaktif bir şekilde. Buna bile kanmadım. Son nokta minicik bir köyün harika bir ahşap restoranında toprak sürahilerden içtiğimiz sıcak çikolata ve löpürdettiğimiz kedidilleri idi. (Orası tam benlikti). Bir daha da nah bana gece gezisi, nah bana sürpriz tabii, doğal olarak… (Şey, bir bardak daha sıcak çikolata alabilir miyim aciba? Kedidilinden de kaldıysa…)

Vağarşak Bey’in bir arkadaşı Türklerin akıllarını hayırlı işlerde kullanmış olsalardı şimdi Jüpiter’de halay çekeceklerini söylemiş. Pek bir güldüm.

Pür-azim rejime devam. Hiç de demokratik olmayan bu rejimle bakalım nereye kadar. İncecik olup derilerimi Türk Hava Kurumu’na bağışlayacak forma gelene dek yola devam.

Başbakan da altın çilek kullanıyormuş. Sağlığının sırrını buna borçluymuş! İster misiniz şimdi bende de bir metamorfoz görülsün? Ben de diyorum içimdeki bu satıp savma arzusu nereden geliyor? O evi satalım, bu arsayı satalım, onu satıp bunu alalım. (Neyse ki evde beni kaale alan bir insan evladı yok, yoksa kuzenimin nasihat ettiği gibi annemler evde yokken evi satıp Brezilya’ya kaçardım beş kere –en iyi ihtimalle-.) İki kutu sonunda şöyle bir hale gelirsem daha fazla topluma zarar vermeden çaremi bulun anacıımm: Tam sekiz hafta sonra Haydarpaşa’ya beş yıldızlı bir otel yaptırıyorum. Sonra YÖK, ÖSYM, ne varsa özelleştirip hepsini Araplara veriyorum, sonra da akıllı tahtanın önüne geçip (dengeyi sağlamak için, malum bu aralar mitingler de pek bir bahseder oldular akıllı tahtalardan, biz üniversiteye aldık, tam anlamıyla bir moka yaramayan bir halt olduğunu ilk hafta anlayıverdik) elimde akıllı tahta kalemimle size Arap harflerini öğreten “ilk öğretmen” pozu veriyorum. “Benim belediyelerim”e yollarda mağazaların korkunç “reklam evleri” yapmasına izin verip yayaya yol bırakmıyorum, internetle yurdum insanın bağını yavaş yavaş kesmeye başlıyor bir İran modeli yaratıyorum, google alt logosu olarak da kendi resimlerimi yayınlıyorum gece gündüz ve daha neler neler… Anneciğimmm, bu muhtemel müstakbel halimden çok tırsıyorum ve hemen altın çilek kutularını imha ediyorum. Alo sağlık bakanlığııı mı? Ne, Arapça için 2’ye mi basayım?

Hayatta sadece ve sadece benim başıma geldiğinden hiç şüphe etmediğim bir sürü şey vardır, lakin her gün her gün de vukuat olamaz ki anacııım! Haftada bir sabah tam anlamıyla kargalarla kalkıp kör bir saatte Niça’yla 3 saat Yunanca laflıyor, ders (daha ziyade kahvaltı) yapıyoruz Eyüpcüğüm’le. Bu sabah dersin ortasında kapı çaldı. Niça’yla Antoş bir birilerine bakıp koptular. Eski sevgilim gelmiş, bir zarf bırakmış Niça’ya. Sabahın kör saatinde! (O da Niça’dan Yunanca ders almıştı). Zarfın içinde de ondan da eski Yunan sevgilime ait evraklar var! (Birbirlerinden nefret eder bu iki genç, hatta telefonda uzun uzun birbirlerine küfretmişlikleri var benim yüzümden, “düş peşinden kızın”, diyerekten. Aşk hayatımın uluslar arası krizlere sebep olduğu zamanlar, - tarihten sayfalar-.) Sabah sabah içtiğim/içemediğim çayla boğuluyordum gülmekten. Tanrım sen beni film yapıp izliyor musun ya?

Rebel Moves dinliyorum bu aralar, özlemişim. 18 yaşındayken bir Rock dergisindeki ilk röportajımı Ömer Ahunbay’la yapmıştım. China Band adlı enfes bir grupları vardı o zamanlar. Ahunbay hâlâ leziz müzikler yapmaya devam ediyor. Bu aralar deli gibi şehir şehir –haftada iki şehir!- dolaştığım için, eski travmatik günlerimi hatırlayıp Rebel Moves’dan kendime “oh be, sevgilim yok rahatım” şarkısını söylüyor, zıp zıp zıplayarak bavullarımı hazırlıyorum. Nerdesin? Kim var yanında? Yine mi seyahat? Ne zaman döncennnn? Höyyyyyyt! Bu ne be, sahibinden satılık, az kullanılmış, temiz ruh mu? Ben dağıtmadan çabuk kendiniz dağılın! Daaalın!

Bu akşam Denizciğim’le biricik doktorcuğumuz/felsefe hocamız Levent geldi. Kahkahada sınır tanımayan doktorlardan kendisi. Stokları doldurduk. Evlendiklerinde hocamız onlara ev hediyesi olarak güzel bir Osmanlıca hat vermiş. Üzerinde de “Bu da geçer ya hu!” yazıyormuş. Deniz günler sonra bu güzel yazının anlamını öğrenince eve heyecan gelmiş  Ercüment Hoca’nın evinde de duvarda Arapça bir yazı vardır. “Bir Shakespeare hocasının evinde ne işi olur?” derseniz, işte el-cevap: Herkes uhrevi bir şey sanar, oysa ki: “Aklın kadar konuş” yazar.

Levent gelince konu felsefeye kaydı tabii. Ama gecenin bir yarısı birayla yapılan felsefe sohbetinde en derin konu Sokrat’ın cadaloz karısından çektikleri oldu. Yine Ercüment hoca’nın tarihi sözü geldi aklıma: “Wise men stay at home: Sokrates, Kafka, Kant…” O an ışığım yandı, anladım neden Sokrat’ın evde oturduğunu/-mak zorunda kaldığını. Onu da Nereye gidiyorsun? Ne zaman döneceksin? Nerde kalacaksın? Yanında kim var? Diyerek etkisiz hale getiren biri varmış, adamcağız da çaresiz evde oturup felsefe yapmış. Levent’in yaptığı karikatürlerden birine de değinmeden geçmeyelim. Küfedeki Diyojen’e karısı gelir, “Kocacım, kuaföre gidiyorum, ne yaptırayım?” Akabinde de meşhur cevap!

Evlilik, çocuk deyince çaresiz aklıma geldi. Geçen yıllarda yeni bir Live-Aid yapılmıştı. Roman kahramanlarımdan biriyle hezeyan halinde izlemiştik. Konserin bir kaydını alsak deyip, sonradan ne işe yarayacağını düşünmüştük. Eee, ezelden beri çocuk mocuk da istemediğimiz için kime seyrettirecektik acaba da saklayacaktık kaydı? Aklıma geleceğimizin parlaklığını kısaca özetleyen güzel bir fikir gelmişti. Yaşlanınca cama çıkıp mahallenin ufaklıklarından birine “pişşşt, gel sana bir şey seyrettireceğim” diyerek çocuğu etkisiz hale getirerek Live-Aid’e maruz bırakacaktık.

Hayat bir maç olsa, kritik yapsak, tekrar tekrar izlesek. Şansalsal bir şekilde dondursak görüntüyü, 70 milyon üşüşsek ekranın başına, düşünsek. Kırmızı kart rekorlarını kimseciklere bırakmazdım herhalde.

Mantar avı vaktimiz yaklaştı. Süper Mario gibi mantarlarla büyüme ihtimalim var mı sizce? “Ben nasıl büyük adam olucam?” Aslında daha fazla büyümek istemiyorum! Mesela cinsim buymuş, mesela en fazla bu kadar büyüyormuşum… Yeni bir mantar partisi de vuku bulduktan sonra son bir sene içinde en çok gittiğim şehir unvanını Sakarya kazanacak. Çocukluğumu bedelli yapmış gibi gülüyorum orada. Çılgın Sakarya akademisyen taifesiyle Ormandiya’ya gitsek, şarkılar söylesek, gözü açılmadık fıkralar anlatsak…

Bugün enfes bir Efes-Pilsen tişörtü gördüm: “Göbek bu tişörtün altındadır”. Göbekli sarı bir ecnebi giymişti ve anlaşıldığı kadarıyla ne giydiğini bilincinden değildi.

Ben Bodrum’a gidiyorum anacıııım. Beni özleyin ve bekleyin!

17 Mayıs 2011

BALİNA CİF’TİR BENİM ADIM… RUHLARI TEMİZLER PARLATIRIM… Ya da ESKİ YAZI-YENİ RAKI

Evet, gençler. Hayatımın kadınını buldum. (Ne kadınını olacak! Temizlikçi kadınını tabii!) Hayatımın erkeğini bulma konusunda tüm umutlarımı yitirince böyle oldu. (37 yıldır anlayabildiğim kadarıyla o bu galakside yaşamıyor). Tanrı avunayım diye bana hayatımın kadınını gönderdi. İyi temizlediğinden filan değil tabii ki. (Sonuçta temizlik dediğimiz şey tozları az görünecek bir yerlere sıvama işleminden başka nedir ki? O da bunu çok iyi biliyor), pek güzel küfrediyor tatlı şey. Bizim evi kapının ağzından görüp de kaçmayacak kadın, en gerçek kadındır, anacıım. Şöyle bir başını uzatan korkudan Çin’e kaçıyor. Güneş sisteminde British Museum’dan sonra en çok nesne bulunan mekân bizim ev. (Galaksiyle süper-latif olayına girince duramadım birden). Hal böyle olunca hafta sonları, iş başa düşüyor. (O hafta babam bize acımışsa ara sıra bir temizlikçi erkeğimiz oluyor hiç yoktan.)“Siz daha önce böyle curcuna bir ev gördünüz mü?”, dedim. “Yok, anacııım”, dedi. Sonra hemen yapıştırdı. “Bana versen, hepsini camdan atarım”. Neee? O gördüğü saçma şeyleri ben nerelerden topladım bir bilse.


Temizlikçi erkek deyince düşündüm de kimlere ne evler temizlettim ben. Kardeşimin dediği gibi kendilerine Niran Ünsal’dan “Bazen uğra bize yok hiç kötü niyetim” şarkısını söyleyip kapıdan içeri girenleri etkisiz hale getirerek ellerine balerina cif, camsil, İskoçyalı Bright tutuşturuyorum. Aslınada bu iş İspanya’da daha bir kolay oluyordu. İspanyol erkeklerine ev temizletmenin altın kuralları konulu bir tez yazmak üzereydim. Taaa Barcelona’dan gelenleri bile elleri boş göndermezdim. (Fırça, vileda, süpürge).

Buzlu camlarımı medeni-saydam camlara döndürme operasyonumun geçerli bir açıklaması vardı. Lisan-i Osmanî sınıfım, hocamız önderliğinde bize geldiler. Anlayacağınız tüm Yücelistler toplandık yeniden. Yedik, içtik, eğlendik… Yücelizm denen ekolün tüm gereklerini yerine getirdik. Neyse ki hiç fire vermedik. Gençler serumlarını da yanlarına getirmeyi planlamışlardı, gerek kalmadı. Hocamız evde iki adet doktor olduğuna güvenerek geldiğini itiraf etti. 10.000 km. yolu bavulda gelen sidra şampanyasından sonra “bana bu münasebetsiz şeyi de içirdiniz ya!” yorumunda bulundu.

Bu yaz sonu tüm Yücelistler mavi yolcuğa çıkıyoruz. Sloganımız Yeni Rakı-Eski Yazı. Hocamız bayrak bile yaptırmış tekneye. Tavlamız, satrancımız, iskambil kâğıtlarımız, her türlü birinci dereceden önemli ihtiyacımız mevcutmuş. On iki dev adam, efsanevi kadroyuz. Ya biz tekneyi unutamayacağız, ya da tekne bizi. Lakin her durumda da civar teknelerin bizi sonsuza kadar hafızalarından silmelerinin tek şartı Alzheimer olmaları olacak korkarım. Yunan bandıralı teknelerden Yunanlar bize gerek kalmadan geleneksel olarak kendi kendilerini Ege’nin sularına dökecekler.

Haftada bir neşemizi bulalım diye Niça’nın evine gidiyor, iki üç saat kesintisiz Yunanca konuşuyoruz Eyüpçüğüm’le. Arapça’ya ara verince bünye boşluk kaldırmadı tabii. Ortografimiz şenlensin diye bir de yazı yazıyoruz hafta da bir. Yunanca’da beş adet “i” harfi olduğunu düşünürseniz halimizi anlarsınız. Ben şahsen en çok Niça’nın ara sıra “Antoş, bir baksana bu ipsilonla mı, yota’yla mı yazılıyor?” diyen halini seviyorum. (Kendimi avutuyorum şekerim). Allah Helenlerime sabır ihsan eylesin. Bir Japonların, bir de onların işleri pek zor bu fani dünyada.

Yunanca’nın güzellikleri bitmiyor. Bugün Niça “bu kızın sevgilileri yüzünden kabak hep benim başımda patlıyor” diye Eyüp’e dert yanıyordu Yunanca. Yunancası “karpuz hep benim başımda patlıyor”muş. Bayıldım doğrusu. Bu arada “iki karpuz bir koltuğa sığmaz”ın Yunancası da favori deyimlerimden. Türkçe mealiyle şöyle oluyor: “İki g.t bir dona sığmaz”. Aşığıyım ben bu Yunanca’nın. Yunanlılar mezarda bitirememiş, biz ne yapalım anacııım?

Geçen gün Kuzguncuk sularında buluşup İsmet Baba’da bir güzel yedik içtik cümle ahbap çavuşlar. Adnan Özer, Metin Kaçan, Cebrail Okçu ile kesintisiz gülme krizi geçirdik. Metin ara sıra “ben sigara içiyorum, siz bir kendinize gelin”, diyerek gülerek boğulmamıza engel oldu. Gülmeye devam etmek için, Stüdyo İmge’yi bırakıp şehirden kaçan Levent Erseven’in Bodrum’daki çiftliğine baskın yapmaya karar verdik. Karar vermekle kalsak yine iyi, biletleri bile bulduk. “Yemekler benden, eğlence sizden”, diye haber göndermiş Levent. Eh, ne diyeyim, bunu o istedi. Bu yemeklerin benden olmasından daha iyi.

Adnan Abi gerçek bir filozoftur. Geçenlerde erkekler ve işkence konusunda onun fi tarihinde yaptığı çatlak bir yorum geldi aklıma. Erkekler sürekli işkence etmezlermiş, çünkü işkence devamlı yapılmaz, yirmi dakika ara verilirmiş. Çay verilir, su verilir, hayat hatırlatılırmış! Ben 15 yıldır taktikleri kimden alıyorum sanıyorsunuz. (Şimdi fark ettim de, o yüzden bir faydasını göremedim galiba!)

Özgücüğüm’le Ghetto’da Echo & the Bunnymen konserine gittik. Konser öncesi de Giritli’ye alternatif olarak bulduğumuz bir yerde Osmanlıca taifesi olarak hocamız eşliğinde demlendik. Ghetto’nun ikinci katında harp malulleri, hamileler, sakatlar ve yaşlılara ayrılan koltuklara yaşlılar kategorisinde konuşlandık. Anacıımm, bir uyku bastırdı sormayın. Gözler kaydı gitti. Özgü’yle artık bu konser âlemleri için hafiften yaşlandığımızı kabullenmenin zamanı geldiğine kanaat getirdik.

Echo & the Bunnymen müzik yaparken biz de koltuğumuzda artık hayatımız için bir office-boy gerektiğine karar verdik. Şöyle yakışıklı, her işe koşan, her şeyden anlayan, şoför, aşçı, fotokopici, uzun boylu, mümkünse Rus, mümkünse Balet Cif! (Baş balerin Hülya Aksular’ın pek hoş bir kocası vardı, Rus balet Mihail. Ah, ah! Kendisiyle çok yanlış zamanda, yanlış mekânda, yanlış şartlar altında tanışmıştık). Sonra fizibilite çalışması yaptık, fiyat raporları geliştirdik, baktık durum makul, iş ciddiye binince Özgü “sizin evde kalsın, biz kalabalığız”, demez mi! Yüz yaşına geldik, hala sosyal baskı yaa! Ukraynalı bakıcı kadına sosyal baskı yok, Rus balete var! Babacıııım, bir dakika, bir izin versen açıklayacağım…

Kadın ürkmesin diye, evin müze kabilinden olan kısmını temizlemeye devam ediyorum… Ara sıra aynaya bakıyorum da, görüyorum ki benim adım aslında Balina Cif galiba… Bu altın çilekler işe yaramazsa altın ayvalara yelken açacağım… Şu anda en yakın dostum Pierre Dukan. “5 milyon Fransız yanılıyor olamaz” sloganıyla yayınladığı protein diyetini yapıyorum. (Bu arada o 5 milyon Fransız bu dünyaya Fransız olarak gelerek ta en baştan yanılmış, anacımmm, bilsinler.) Yoğurdun bahrinde yüzüyor, hindi etine gark oluyorum. Kanatlılardan sadece ördek ve kaz yasak. (Digor’dan gelecek ikinci bir emre kadar kaz yok zaten hayatımızda. Selçuk Amca, bize kaz getir!) Gel tanışalım önce, ben kısaca BP (Bayan Protein), ama sen bana uzun uzun “açlıktan ölüyorsun” de! Tralalaa…

“Bilsinler” deyince yeri geldi yine. Bizim çılgın Burçe kızımız geçen sene hocamızın Giritli’de meşhur müdavim olarak duvarda asılı olan iki resmine bakıp bu resimlerin ne zaman çekildiğini sormuş. Hocamız da “iki yıl önce deyince”, “Aaa hocam, çok çökmüşsünüz” demez mi! Hemen müdahale etmiş civar sandalyelerde konuşlanan arkadaşlar olaya.” Kızım, öyle denir mi, düşmana bile söylenmez” deyince hocaya dönüp ne demiş dersiniz! “Aaa, ne var! Bilsin ayol!”

Bu hafta derste gençlere Don Quijote’yle işkence ederken Cervantes’in en sevdiğim sözüne denk geldik. “Aşk herkesi eşit kılar”. Daha güzelini söyleyecek varsa beri gelsin. Gerçi ben bundan şunu anlıyorum: Aşk herkesi eşit derecede salaklaştırır.

Bazen uğra bize, yok hiç kötü niyetim… Bir çift tatlı sözle evimi pırıl pırıl edeyim… Pardon, yaralı gönlümü mest edeyim … Tralalalaa..

11 Mayıs 2011

FASTEN YOUR SEAT BELT, ANACIIIMMM…

İyice seyyah-ı âlem oldum, gençler. Eskiden şehirlerarası otobüslerde hiç beklemediğiniz bir anda arka beşliyle arka cam arasından battaniyeye sarılmış bir şekilde muavin hortlardı hatırlarlasınız. (Hatırlamıyorsanız da çaktırmayın, yaşımız çıkmasın ortaya). İşte ben de kendime uçakların arkasında o tatta bir yer edinme arifesindeyim. Mil yapıp gülümsüyorum, anacııım.


Birleşik Ankara-Muğla seyahatinden neşe depolamış vaziyette döndüm. Bilkent’te dünya tatlısı tarih topluluğuyla taze bulduğum delilikleri paylaştım. Bol bol gülecek, bira içecek vaktimiz oldu. Hafta sonunun sürprizi Halil Hoca’nın beni öğle yemeğine götürmesi idi. Her zamanki gibi ömre bedeldi. Onunla geçen her saniyenin altın değerinde olduğunu bir kez daha anladım. Yetmiş yıldır biriktirdiği değerli belgeleri, kitapları, fişlerinden oluşan arşive bu yaz ilk defa benim gireceğimi söyleyerek beni dünyanın en şanslı insanı yaptı. Her zamanki gibi sürpriz doluydu. Sağlığına duacıyız.

Muğla’da da tarih topluluğunun sürprizleriyle karşılandım. Konferans öncesi ve sonrasında çocukluğumu bedelli yapmış gibi güldüm. Böyle tatlı öğrenciler görmedim. Gençler koca koca afişlerle donatmışlar okulu. Sevgili Sinan ve Nazım bende bile olmayan romanlarımı imzalattılar. Sinan altını çizerek, notlar alarak okumuş bu çatlak romanları. Duygusal anlar yaşadım. Romanlarımdaki vakaların ve şahısların gerçek olup olmadığını merak etmişler. Gepgerçek! (Katlı maddesi olarak hayal kullandığımız olsa da, ürünlerimiz gerçektir.) Beni daha da şaşırtan blogdaki vakaların gerçekliği konusundaki meraklarıydı. Özellikle de satışa çıkardığım kelepir yıldızın! (Yıldız sağlamda bu arada, o benim velinimetim sayılır). Yıldızı benim gibi 3 Nisan doğumlu Eddy Murphy’ye fahiş bir fiyata satıp Brezilya’ya kaçmayı düşünüyorum bu aralar. (Aşağıda Muğla Üniversitesi Tarih Topluluğu'nun enfes tişörtü içinde mutlu hallerim.)

Doçentlik sınavı arkadaşlığı askerlik arkadaşlığı gibi bir şeydir. Bu sınavın bana en büyük kazançlarından biri de Ahmet Hoca oldu. O da bir Trak, memleketlim. Muğla’ya vardığım akşam üşenmedi, sağ olsun beni sahil sahil gezdirdi, Halil’in yeri nam enfes bir kaynak kenarında, şu şırıltıları arasında gece kahvesi içtik. Dalaman’a gidip de sakın atlamayın burayı! Önce beni Antep kadı sicillerinden hikâyelerle etkisiz hale getirdi, ertesi gün de komedi bombardımanına tutarak komaya girmemi sağladı. Gençler bol bol resim çekmişler, kahkahalar arasında infilak ederken yakalanmışım kameralara. Sevgili Muzaffer'le Ahmet Hoca'yı dinlerken. Şekil 1-Alfa:

Öğrenciler arasında da yaşayan bir roman kahramanı Ahmet. Her haliyle bir olay. (Manyak word, yüklemsiz cümleymiş. Kapı gibi yüklemi var cümlenin, sen ne anlarsın! Çekil aradan çabuk!) Çocukları hem güldürüp, hem öldürüyor. Derste heyecandan bayılanlar grubuna bu sene biri daha katılmış. Ambulans gelmiş! Çıkışta okulda “Ahmet Hoca’nın bir leşi daha oldu gibi” haberler usul usul dolaşmaya başlamış tabii. Bunların yanı sıra bir de kendisini tatlı tatlı kızdıranlara “kıssadan hisse” öyle bir fıkra anlatıyormuş ki, zavallı çocuklar en az iki hafta utançlarından derse uğramıyorlarmış. Ben de şahit oldum, öğrencilerden biri, “hocam, okulun bitmesine bir ay kaldı, yalvarırım bana fıkra anlatmayın”, dedi. Çok çaresizdi!

Efenim, Ahmet Hoca’nın çocukluk Trakya anılarından bir iki tane seçeyim seçmesine, ama ben onun gibi güzel anlatamam ki! Bu arada benim için “mutlu bir çocukluk geçirdiği için böyle bu kadın”, demişlerdi. (“Böyle” sıfatının derin anlamları için ihaleyi başlatıyorum). Düşündüm de Ahmet de harika bir çocukluk geçirdiği için böyle harika bir insan olmuş. Klonlayacağım onu. Kuzenim gibi Kepirtepe’li o da. Bir gün müdür çağırmış. O da müdürün odasına gidip de halıyı görünce ayakkabılarını çıkarıp masaya kadar gitmiş. Müdür sorunca da “annem beni öldürür, vallahi basamam ben bu halıya”, demez mi!

İlk defa uzun yolculuğa çıkacağı zaman sormuş seyahat edenlere: “otobüse binip de gece olunca ne yapacağız?” “Pijamalarını giyip koltuğunu yatıracaksın”, demişler. Ahmet pijamalarını bavulun en üstüne koymuş. Yola çıkmış, hava kararınca bakmış kimsede hareket yok. “Kadınlarla erkekler aynı yerde mi pijamalarını giyecek acaba?” diye kaygı içinde düşünmüş bütün gece. Büyük bir otogara gelip de diğer otobüslerde kimseciklerin pijamalarıyla uyumadığını görünce gerçeğe ayılmış tabii.

Benim de uzun yol anılarım vardır Milat’tan önceye tekabül eden. Her yaz bizimkiler biraz nefes almak için beni Konya’daki teyzeme üç aylığına bırakıp kaçarlardı. Kendileri için nadas bâbında olan bu seyahat o zamanlar pek bir uzun sürdüğünden benim saat başı çişim gelirdi tabii. Otobüs kafilesi zırt pırt otobüsü durdurup Konya’nın bozkırlarına çişini (en iyi ihtimalle) yapan bu kızın resmini üzerinde kocaman bir çarpı işareti ile otobüs şirketlerinin ofislerine yapıştıracak kıvama gelmişti.

Dün okulumuzda Haydar Aliyev’in 88. doğum günü kutlaması yapıldı. Bakü bile böyle kutlama görmemiştir anacııım. Meşhur Azeri bir ses sanatçısı ortalığı yıktı geçti. Akşam da terasımızda eğlence ve müzik devam etti. Ben de Atatürk’ün sevdiği bir türkü söyledim. Akordeonu uçuran bir müzisyen vardı ki az kalsın cebimize atıp eve getiriyorduk. Minik virtüöz. (Cep size’di zaten). Aliyev sayesinde ne zamandır görmediğim Mehmet Hoca’yı a görmüş oldum.Politika ayırdı bizi. Eskiden neredeyse aynı ofiste yaşardık. Ofiste sohbet bitmezse evde devam ederdi. Bir keresinde annem de gelmişti. (Anneme en anlamlı ismi Mehmet Hoca takmıştır, o güne denk gelir: Terminatör Abla) Mehmet Hoca terasta en yakınlarımdan Övgü’ye kirli çamaşırlarımı anlatınca kızcağız bir an şüpheye gark oldu. “Özlem AB konusunda ısrarcı değil. Kendi girdi nasıl olsa!” yorumuyla geceyi açtık. AB’nin afili delikanlılarına yaptığım tüm eziyetler üzerine kitap yazacak bilgi birikimindedir Mehmet Hoca. Hatta kendisi de Akdeniz ülkelerinden bazı eniştelere maruz kaldı, ellerinden kahve bile içti, onlara fıkralar anlattı. “Bu kız nişanlı biriktirir”, dedi Övgü’ye. Yok hocam, ben daha ziyade yüzük biriktiriyorum. Bir önceki yüzükle bir sonraki AB ülkesine uçuyorum. “Hanım kızlarımıza AB erkeklerini parmakta oynatma dersleri- cilt VIII” üzerine çalışıyorum şu aralar.

Mehmet Hoca her zamanki formunda idi. Klasik olarak güldürdü bizi bol keseden. Oğlu gelip sormuş, “Baba sen kaç dil biliyorsun?” “Altı.” “Annem kaç dil biliyor?” “Bir”. “O zaman neden sen ona laf yetiştiremiyorsun?”… Buyurunuz, buradan yakınız. Poliglot âlemlerinden bir anekdot daha anlattı hoca. Bir arkadaşı kendisine bildiği diller karşısında bütün mal varlığını vermeyi teklif etmiş. O da “benim diller senin beyinde çalışmaz”, demiş. Yıllar önce de kendisiyle Marx tartışmak isteyen bir kıza “bana biraz zaman ver”, demiş. “Ooo, hocam çalışacaksınız demek”, deyince, “Yok evladım, beynimin yarısını aldırıp eşit şartlarda tartışma ortamı yaratacağım”, demiş.

Bu hafta sadece uçak uçak eğil, rüya rüya dolaşmışım meğer. Sevgili Elif, “ Bir Özlem Kumrular bebeği yapılmıştı, Prenses Kate bebeği var ya onun gibi:) İkinci şey de her yerde pembeler vardı, pespembe bir rüyaydı”, demiş mesajına. Yönetmen güzelimiz Başak da “Tatildeydin, bir yerde karşılaşıyorduk, kucağında kitap, bir plaj sandalyesinde oturuyordun. Sanki yazlık evinin bahçesi gibiydi. Portakal suyu ikram ettin bana.” Neresinden tutsam bu güzel rüyaların, anacım? Pembeler tozpembe hayallerim olsa gerek. Pembesi gidip tozu kalmamış henüz. Bebek de vudu bebeğidir olsa olsa. AB’li delikanlılar yüzüklerini geri alamayınca son çare olarak intikama başvurmuş olsalar gerek. Başak’ın rüyasını Şansalsal bir edayla durdurup bakacak olursak hep birlikte ağlama duvarının dibine çökebiliriz. Plajdayım, ama hala kitap, anacıımm.. Uff, acı gerçek budur işte. O da olsa olsa votka-portakaldır. Biricik Halil Hocam’ın bana ısmarladığı çift ölçek votkalı Bloody Mary’dir o!

Bu yaz için kızlarla güzel planlar yapıyoruz. Deniz, kum, Yunan sahilleri, renk renk, desen desen yakışıklılar, Yunan bandıralı gemilere doğru yüzme, vs… Uzayıp giden bir liste. Bu aslında olması gereken hayallerimizin listesi tabii. Ama bu hayaller bizde sakil duruyor şekerim. Tam üç dakika sonra aslında gerçekten yapmak istediklerimizi hayal ederken buluyoruz kendimizi kaç seferdir: Gölgede kıçımızı devirip ton ton kitap okusak, bira içsek, yesek…

Bir altın çilek furyasıdır gidiyor! Dün İspanyolca dersinde en ön sırada konuşlanan yavru kuşlarım bu nebatın faidelerinden bahsedince ben de bir düşündüm ki, bu altın çilek işine ben de girmezsem üç vakte kadar altın inek olacağım, hemen iki kutu edindim. Yemeklerden sonra alıyorum iki tane.

9 Mayıs Övropa gününüz kutlu olsun anacııımm… Dünya’nın en güzel ve faydalı kıtasına benden selam olsun. (Sebastiiann, bak bakayım yüzükler sağlamda mı?)

We hope you had a pleasant flight. Thank you and good-by anacıımm…

3 Mayıs 2011

VADE RETRO SATANA!

“El sueño de la razón produce monstruos”: Aklın uykusu canavarlar yaratır... Goya’nın pek sevdiğim, anlam enflasyonu yaşayan resimlerinden biri. “Akıl uyuyunca ortalığı cinler basar” diye daha da güzel çevirisi de mevcuttur. Anlayan anladı! Malumson zamanlarda bunu hatırlamaya pek bir ihtiyacımız var.

Malumunuz Kanal İstanbul projesi açıklandı. Söyleyecek laf bulamadığım için Musti’den çok anlamlı bir parçayla durumu özetlemek isterim: “Yıkılır, fark atar alooo.. Senden öncekiler demo!” Silgin kaleminden önce biterse konuyu anlamamışsın demektir. Sinekten daha ne kadar yağ çıkar inanın bilemiyorum, lakin ben projenin en çok sağlı sollu fuarlar, alışveriş merkezleriyle “canlandırılması” kısmına takıldım galiba. Korint Kanalı’nı bilirsiniz. Gemiler neredeyse sıkışmamak için tereyağlanıp girerler kanala. Küçücük fıçıcık. Şimdi böyle bir kanalımız olsa, oradan geçen gemiler demir alıp içeriklerini alışveriş merkezlerine boşaltamayacaklarına göre arkadaşlar oradan geçenlere nasıl satış yapılmasını planlıyorlar acaba? Anladım ben onu: “Ağabeylerim, ablalarım! Görmüş olduğunuz Dolce Gabbana mağazalarda…” Neyse, ben de fırsattan istifade kendi projemi geliştirdim. Beğenilerinize takdim ediyorum:



SANAL İSTANBUL



İstanbul’dan Atina’ya içeriden giden, kara yolunu takip eden bir kanal projesi yaptım. Sanal İstanbul. Böylelikle memleketime gelecek, her yıl sayısı artan Yunan gemileri Ege Denizi’ni kirletmeden memlekete gelebilecek. Kanalın iki yanı tavernalarla dolu olacak, 24 saat canlı müzik yapılacak. Yapılan sirtakilerde kırılan “tabak çanak” da olmasa proje daha hızla ilerler kanaatindeyim  İstanbul’dan yola çıkan gemiler Alexandroupoli, Kavala, Selanik, Larissa ve bilimum şehirlerden sevenleri toplayarak Atina’ya gidecek. Ve de vice-versa, tabii... Kanal ayrıca Osmanlı’nın Aynaroz tabir ettiği Agios Oros’a (Mt. Athos) da uğrayarak tebdil-i meslekte ferahlık vardır diyerek, yarın ölecekmiş gibi bu dünya için çalışmayan papazları da kurtaracak. Bundan gayrı Aşk gemileri de seyire çıkarak Türk kızlarla izdivaç için sırada bekleyen yakışıklı Yorgos, Haris, Hristos, Hronis nam yakışıklıları da menzile ulaştıracak. İki ülke arasında ilişkilerin gereğinden fazla yumuşaması amaçlı bu kanalın derinliği 250 km olacak. Yanlışlıkla fazla derine inen kazılarda Hades’in ülkesine ulaşılması halinde Elysium'da yaşayan ve iyilik yapan insanları da yeryüzüne çıkaracaklar. Üst katmanlarda çıkan “kap kacaklar” Atina ve İstanbul arkeoloji müzeleri arasında kardeş payı edilecek. Yunanların mızıkçılık yapması halinde kendilerine sus payı olarak Büyük İskender’in lahiti verilip, özenle susturulacaklar. Susmazlarsa kendileri Küçük İskender’den “Artık aramızdaki uzaklıktan şık bir matem giysisi diktirebilirsin kendine. Bir tek hücreni bile istemiyorum. Televizyonumun çekmediği bir kanal gibisin çünkü...” mısralarıyla bayıltılıp etkisiz hale getirilecekler…



Projemin fizibilitesi üzerine çalışmaya devam ediyorum. Ben böyle projelerle vakit kaybederken, el âlemin kızları ne projelerle iştigal ediyor bakın. Felipe'yi Letizia'ya, William'ı Kate'e kaptırdıktan sonra coğrafya bilgilerimizi zorlayalım kızlar... Kalan sağla bizimdir. William’ın kardeşi portakal kafa var, isterseniz. Yok, istemezseniz çaresiz Büyük Ortadoğu Projesi’ne yöneleceksiniz. Ben şahsen "maksat temel sağlam olsun" diyerek Fas Kralı Muhammed'in ufaklıklarından birinin büyümesini beklemeye karar verdim. Üstelik tatile Antalya'ya geliyorlar... Ayrıca Arapça pratik konusu da hayli pratik hale gelecek. Annemi böyle daha beş yıl oyalarım… Şartlar olgunlaşınca Ortadoğu ve Balkanların en büyük düğününü yaptırıp, düğünde sahne alması için Amr Diab’ı da getirtiriz. (Cennette riyalden deniz, dolardan dağlar mıydı? Yok, bende hatlar karıştı yine). Sonra ben Amr Diab’la kaçarım. Of be, yüzyılın düğünü diye buna derim ben.

Ne zamandır sesim soluğum çıkmayınca sevgili Apostolos (çocuğun adı Havari, iyi mi?) “Mipos pandreftikes?” (Yoksa evlendin mi?) diye telaşlı bir mail atmış. (Hâlâ evlenmedim diye telaşlanmış, korkulacak bir şey yok). Anacıım, annem bitti, el âlemin Yunanı’na dert oldu. Apostolos yeryüzünde en sevdiğim soyadına sahip arkadaşım: Delis. Bildiğimiz deli’den geliyor, üstelik de çoğul görünümlü. Parası neyse verip satın alayım diyorum, kardeşim de bu işi bedavaya getirmenin kolay bir yolu olduğunu söylüyor. (Annemden ve Havari’den sonra bir o eksikti). Adına bakmayın, ileri derecede yakışıklı çocuk. Hem de tarihçi. Ben de şimdi eski günlerde olduğu gibi bizim kızlara gidip, “Kızlar, ekstra yakışıklı, Nice’te yaşayan Yunan tarihçi sevgili var, ister misiniz?” diyeyim bari. (Sağlam okur hatırlayacaktır hikâyeyi) Eskiden de böyle ilgilenmediğimiz, lakin harika taliplerimizi birbirimize paslardık mundar olmasınlar diye. Daha da komik repliklerimiz vardı: “Ay, çocuk müzisyen, ‘ama’ çok tatlı bir şey.” Of, çok fenaydık biz anacım.

Apostolos işi abartmış, daha tanışmazken bir sempozyumda cep telefonuyla çektiği bir resmimi sayfasına koymuş, altına da konuya çalıştığını yazmaz mı! Kızlar da altına yığılıp notlar düşmüşler, “haydi inşallah”, “umuyoruz” kabilinden. Yakın bir arkadaşa kakalanmayı tam hak etmiş anlayacağınız. Hayde me to kalo! (Şöyle dişli, bela bir arkadaşa yamayayım ben onu geldiğinde de İzmir’in sularında serinletelim kendisini. Lanet olsun içimdeki Yunan sevgisine, anacııım.)

Apostolos’ta Kate’i gördüm. Bunlar aşk denen şeyi iş belleyip konuya çalışıyorlar. Kız “alacam bu prensi” deyip kolları sıvadı, karınca gibi çalıştı. (Biz de Ağustos böceği, anacııım). Aşkın çiş gibi bir şey olduğunu düşünmüşümdür hep, gelince yaparsın, yoksa yoktur. Zorla aşk annenin çocuğun başında bekleyip “çişşşşş” diyerek olmayan şeyi yaptırmaya çalışma operasyonuna benziyor. Bu yaz çoktan kaybettiğim âşık olma yetimi geri alıp Ortadoğu ve Balkanların en büyük aşkını yaşamaya niyetliyim, kızlar.

Asabiyetim ziyarete geldi son zamanlarda. Yakın çevremde bana yamuk yapan kim varsa kapı dışarı ettim hayatımdan. Liste hayli kabarıkmış. Bir rahatladım sormayın. Bu asabi halim bana çatlak arkadaşım Hande’nin apartmanlarındaki panoda yıllar önce gördüğüm komik bir apartman toplantısı sonuçları bildirgesini hatırlattı. Madde sayısından kısa geçtiği anlaşılan toplantının son cümlesi beni öldürmüştü: “Tufan S. karar defterini yırtmıştır!!”

Bizim de çok tatlı bir yöneticimiz var. Amerikalı, Silvia Hanım. Apartman panosundaki notlara bayılıyoruz. Apartmana dadanan köpeğin artık içeri alınmaması için bir uyarı yazmıştı ve şöyle başlıyordu: “Çıtır bize çok ama çok fena alıştı”. Biz ona Kavurbaş dediğimiz için “Çıtır”ın da sahne adı olduğuna kanaat getirdik.

Hande’nin kocası Maurizio da kendi gibi hafif trelostur. (Bana bak, arkadaş profilimi çıkar). Halis muhlis Sardinyalı eniştemiz Maurizio geceleri laptopuyla yatar. Sabaha kadar açık kalan Sardinya radyosundan müzikler dinler. Taze meydana gelmiş bir vaka karşısındaki “aa, ben bunu biliyorum, ama nereden” repliği hepimizi öldürür. Nereden olacak, sen uyurken haberleri de veren ve beynine işleyen radyodan istemsizce sünger gibi çektiklerinden!

Mikail’in kafası karıştı yine, bir soğuk bir sıcak… Nisan geldi Mikloş!

Tanrım, sen günahlarımı affet! (Sen Mazhar’ı, Özkan’ı, Fuat’ı ve Yiğit Özgür’ü koru!)

Günah demişken, iki yıl önce harika Macar tarihçi Gabor Agoston’un misafiri olarak Budapeşte’ye gitmiştim. Şanslı insan evladı olduğum için bu muazzam şehri yıllar sonra bir de Gabor gibi bulunmaz bir rehberle gezmiştim. Matyas’ın kilisesinde şaşkınlık içinde bakınırken Gabor bana “günah çıkarmak istersen”, diyerek confession box’ı göstermişti. Ben de “bu durumda gelecek hafta alın beni buradan”, demiştim. “Ancak bitiririm”.

Evlerinde misafir kaldığım bir arkadaşım gece uyanıp “Macarca ona kadar say!” diye sayıkladığımı pek güzel anlatır. (“Bana zamanda dondurulmuş bir votka ver” diye sayıkladığım gecenin ta kendisi!) Ancak ve ancak benim başıma gelebilecek bir şekilde gerçek oldu bu rüya. Macar Türk tarihçilerin divalarından Pal Fodor ve Geza David’le (Macarlar önce soyadı söylerler) Ankara’da VEKAM’ın sempozyumunda karşılaştım. Pal’la daha önce Budapeşte’de tanışmıştım, üniversitedeki odasında bizi enfes Macar şaraplarıyla ağırlamıştı. Akşam yemeğine giderken yolda bu iki büyük tarihçi ne kadar Macarca öğrendiğimi (daha doğrusu ne kadarını unuttuğumu) test etmeye kalktıklarında ilk kurdukları cümle ne oldu sizce? “Ona kadar say!”

Bugün Ahmet Hoca elma sirkesiyle nasıl zayıflandığını anlattı ve bana “Özlem Hanım, Angelina Jolie ile aranızda sadece bir şişe sirke var!” dedi. Spor salonlarına dönüyorum. Halk beni istiyormuş. Zayıflayamıyorum! Neden acaba? Hayvan gibi yiyip içtiğimden olsa gerek. Japon mitolojisindeki Bakaneko’ya döneceğim diye korkuyorum. Hortlak kedi! Bazen ev sahibini yiyerek yerine geçen bu kedilere bakıp bir lokmacık kardeşimi de yemekten korkuyorum.

Elmalı kurabiyelerim yanıııyo a dostlar! Öptüm en acilinden…