25 Ekim 2015

ROMEN KOKUSU


       Romen kokusu nedir bilir misiniz? Öyle pek tavsiye edilesi bir şey değildir. Açıkla desen tarifi yok. Ama ince burunlar iyi bilir o kokuyu. Hande, Maurizio ve ben Bükreş’e indik, kiraladığımız arabaya bindik ve Hande’ye birbirimize bakıp aynı anda aynı şeyi söyledik: “Romen kokusu!” Maurizio anlamadı, kokuyu da almadı. “Sanrılar delirmiş olmalı” demekle yetinmiştir içinden. (Hey gidi Hakan Gencol). Neyse, o koku her arabaya binişimizde burnumuzun derinlerine işledi. Ben kokuyu 1990’dan biliyorum. (Tarih kitaplarına geçme yaşım gelmiş de geçiyor bile.) Teeee o zaman Bükreş’te geçirdiğim koskoca on gün yer gök böyle kokuyordu. O hiçbir şeyle ayırt edilemez Romen kokusu. Ama Hande nereden biliyordu? Olay yine tam kitaplık bir manzaraydı. Mete Amca bir gün eve Romenlerden aldığı enfes bir yün battaniyeyle gelmiş. Yepyeni, sıfır bir battaniye olmasına rağmen Necla Teyze “Romen kokuyor bu!” diye almamış eve. Sonunda yapılan uzun soluklu dezenfekte operasyonu ile koku çıkmış. Vedat Ozan’ın Koku Kitabı’nı okuyorum, acımasızca sürüklüyor kitap. Mutlaka okuyun.
    Dedim ya, en son 25 yıl önce gelmiştim Romanya’ya. Çavuşesku’nun hakkın rahmetine gönderildiği bir Romanya’nın göbeğine düşmüştüm. (Bütün diktatörler için aynı güzel sonu diliyorum). Şehir tam grinin 50 tonuydu. Kurşun delikleri, karanlık bir gökyüzü, minik pencereli çirkin Doğu Bloku toplu konutları, içinde sadece 2 (yazı ile iki) çeşit yiyecek bulunan pastanemsileri, mutsuz yüzleri, merdivenlerle inilen yeraltındaki ruhlu restoranları, şehrin dört bir yanındaki çigan müzisyenler… Yerin göğün kaz olduğu bir ülke! 10 gün boyunca sadece leş gibi kokan kaz eti ve içine arılar düştükten sonra şişelenmiş sarı gazozla beslenmiştik. Dağlara çıkıp ahşap restoranlarda etler yemiştik. Ormanlarda dolaşmıştık. Ağaçların arasında saklı şapellerde enfes ikonalar ve freskler seyretmiştik. Artık ülkede ne kaz kalmış, ne ruh. O grinin bile tatlı bir tadı varmış meğer. Hey gidi Romanya hey! Leş gibi kapitalizmin göbeği olmuş. Fahiş fiyatlar, iğrenç mağaza zincirleri, pis reklamlar… Bize ayrılan bir Romanya’nın da burada sonuna gelivermişiz apansızın. “Romanya’da çingene kalmamış, Maurizio” deyince. “Tabii”,  dedi, “hepsi İtalya’da o yüzden”. Net bir şekilde haklı.
      Bükreş’te tüm panolar boya reklamlarıyla dolu ama duvarlar bu reklamların pek bir işe yaramadığına delalet ediyor. Onyıllardır boyanmamış Doğu Bloku evleri. Depresyon jeneratörü. Adamlar mini cam sendromundan kurtulamamışlar. İspanya’nın Franco dönemi toplu konutları, Yugoslavya ve Dolu Bloku evleri gibi çabuk ısınsın diye yapılan bit kadar pencereli karanlık evleri gibi Romanya’da bu sendrom devam ediyor. Beyaz, Antik sütunlarla süslü saray gibi bir ev gördük, camlarını görmekte zorlandık. Blok yıkıldı, ama mentalite yerinde duruyor.  Ayrıca yer gök çiçekçi dolu. Her köşe başında bir çiçek kulübesi. Sanırım bu soğuk insanların derinde bir yerde saklı bir kalbi var. Nitekim günlerce dolaşmamıza rağmen topu topu 1 (yazı ile bir) delikanlının sevgilisine bir tek gül aldığına şahit olduk.
     Transilvanya’yı adım adım gezdik. Hayallerimin kenti Braşov’a da gittik. Bir şehir bu kadar güzel olmamalı bence. Sonra da şatolar turu!  Ruhumu teslim edesim geldi. Ülkede ne güzel yenip içiliyor anacımmm… Hele hele içmelere doyamadık.  Kitaplar ise ateş pahası idi. Ayıp la, siz eski Doğu Bloku ülkesisiniz, silkinin kendinize gelin. Dünya çapında gördüğüm en pahalı kitaplar Romanya’daydı. Kapitalizme çok hızlı geçmişler Çekler gibi bunlar da.       Turist akını olan tek yer Vlad Tepeş’in (Drakula) şatosuydu. Sanırım Romanya’da gördüğüm en ruhsuz yerdi. Vığıl vığıl turistin içinde kımıldayacak yer yoktu.
      Derin Transilvanya’da uçarak giderken yolda bir panayır görüp daldık içeri. Tam bir Tony Gatlif filmi karesinin içine düştük. Uçsuz bucaksız sapsarı otlar, korku filmi karesi gibi bir gökyüzü, ortada devasa bir sahne, üzerinde Çigan müzisyenler…  Izgarada pişen sayısız çeşit et, sosis, domuzun bildiğimiz ve bilmediğimiz yerleri, koca plastik bardaklarla bira, tahta masalar, renk renk tezgâhlar. Bir köşede mămăligă yapan amcalar (mısır lapası içinde teleme peyniri, sonra da hooopp ızgara) … Maurizio et kokularıyla sarhoş olup sosislere daldı, biz de biraya yumulduk… Film tadında bir neşe. Derken şapka satan, üzerine posttan çoban abası giymiş yeşil gözlü bir yakışıklımsı gelip fotoğraf karemize girdi. Sonra da elimden çekiştirdi. İşte o anda Hande ona -zavallının Türkçe anlamamasından faydalanarak- : “Al götür, ama uyarmadı deme. Bira içer, çişi gelir, yaptırırsın. Bu aralar biraz aksi, ilk iki gün idare edersen alışırsın. Bak biz 20 yılda ancak alıştık,” dedi. (En son arkadaşı Giovanni’yle çıkarken “Uyarıyorum seni Giovanni, bu kız seni alır, karanlıklara iter. Sonra kurtarmam”, demişti. İşin acı tarafı her seferinde onun haklı çıkması.)
     Velhasıl manastırlar, kiliseler, şatolar, ahşap konaklar, yemyeşil ormanlar, nehirler, hala kıpkırmızı çatıları olan rengârenk köy evleri ile Transilvanya tam da tahmin ettiğim gibi aklımı başımdan aldı. Transilvanya… Trans-silva.. “ormanın ötesi”…   İzlerken karnımıza ağrılar giren, bazı sahneleri durdurup defalarca izleyerek kahkaha komasına girdiğimiz East of Bucarest’i hatırladım. Demirhan sağ olsun. Haaa, Transilvanya filmini de izlemeden ölmeyin. Birol Ünelseverler için bir cennet.
      Dönüşte havaalanında Hande “Polis kendini Kahramanmaraş dondurmacısı sanıyor galiba” deyince ben de bir baktım ki, oooo yanmış poliste devreler. Beyaz eldivenleri geçirmiş eline, pasaportu her seferinde kulübenin farklı bir tarafından –ama hiçbir zaman vermesi gerektiği ön taraftan değil- veriyor.  Neyle besliyorsunuz arkadaşlar bu polisleri? Polis olmak için ne gerektiğini her geçen gün daha çok anlıyorum bu ülkede. Bize de yazık, di mi canım?!
        Vağarşak Hazretleri ile nargileciye gittik. Pek özlemişiz. Oturduğumuz yerde bilgilendik yine. Kutsal Perşembe günü mercimekten yapılan yemeğin adına bayıldık: Meryem’in Gözyaşları. Mercimek mercimek olalı bu kadar romantik ve uhrevi bir isim görmemiştir.  (Düşünsene, mercimek köftesi olma ihtimalin daha yüksek hayatta. )Vağarşak Hazretleri tam bir roman kahramanı olmak için yaratılmış. Tek kişilik terapi merkezi. Tek seansta eskisinden iyi oluyorsun. Biraz küçük olsam “beni evlat edinin” diyeceğim. (Ama düşünün ki 25 yıl önce Romanya’ya gitmişim. Bildiğin Neolitik’im) Neyse, Hazret Marmaris’te bir mavi yolculuk bürosuna girmiş. Adı: Jesus Office. “Hayrola, nedir bu isim?” deyince çocuğun verdiği cevap “İsa aramızda” olmuş. Onu bilmem, ama Vağarşak Hazretleri’nin cevabı tarihe geçmiş: “Biz 2000 yıldır bekliyoruz, göremedik de!”.
     Tahammülsüzlükte bir dünya markasıyım. Üniversitenin sokağında ofisimin penceresinden içeri 24 saat soğan kokusu gönderen kafeyi dağıtmanın arifesindeyim. Protesto edip ofise gitmiyorum. Arabesk, leş gibi kokular, küfürler... Genel sekreterimiz durumu bildiği için dün telefonda “gözlemeci üst kattaki deli hocanın gitmesi için imza toplamaya başlamış” deyip kahkahayı basınca anladım ki tatlı tatlı yaşlanıyorum. Yakında Kifidis’ten ayakkabı bile alır, o ayakkabılarla sıkıcı ihtiyarların katıldığı Avrupa turlarına katılırım.
       Hande Romanya’ya dergi kolisi getirmiş. Sabahları balkonumuzda Transilvanya’nın dağlarına karşı okuyarak bol bol güldük. Erkeklerin dayak yeme fobisi üzerine yazan Barış Uygur’a koptuk. Her erkeğin en büyük fobisinin kısa saçlı parlak eşofmanlı bir Sırp delikanlısından dayak yemek olduğunu okuduğumuzda kahvemizi püskürttük resmen.  Sizin fobiniz olabilir gençler, ama bizim de olsa hobimiz olur o yakışıklılar. Yugoslavya’nın efsanevi basketbol oyuncusu Simonović Belgrad’da buluştuğumuzda beni çok sevmiş ve film yapımcısı oğluyla evlendirmeye kalkmıştı. (Benim evlilik baskısı da 25 yaşımda evde başlayıp 40’ım da Avrupa’nın bilumum şehirlerine şiddetle yayıldı). Mehmet çocuğun baterist olduğunu da söyleyince benim “state”: “Vur o kafayı taşlara”. Aloo, Simonović mi? Kabul ediyorum, yoksa zaten burada kafama lahmacun küreğiyle vurup saçma biriyle evlendirecekler. Bari kısa saçlı, parlak eşofmanlı, atletik, yakışıklı bir Sırba varayım da gözlemeciler beni dövmeden önce birkaç kere düşünsünler. Başar öğle yemeğinde her durumda sadece üç saniye tereddüt edip süper hızlı kararlar verdiğimi ahaliye anlatırken de konuyu buna bağladı. “Evlilik teklif edip sen tereddüt ederken kafana duvak geçirmedikleri sürece evlenmeyeceksin. Yanında duvak taşımayan biri için zor zanaat”. En büyük korkum son 15 yıldır her yerde, yer zaman çektiğim bu baskı bile evlilikten beter bence.  #DirenÖzgürlük (Muhalefete sesleniyorum. AKP gibi eş vaadinde bulunacaksanız, banalliği aşıp genç kızlarımızı parlak eşofmanlı Sırp gençleriyle evlendirme vaadinde bulunun, bu Pazar sandıklar dolar taşar. Söylemedi demeyin.)

       Kadıköy kendini aşmaya devam ediyor. Beatles nam yeni bir mekânın açılışında Atlas çalınca kaçırmadık tabii. Böylece ilk tanıtım konserlerinden itibaren tam tamına 7 Atlas konserinde en önde zıplamışlığım oldu. Konser öncesi biralama seansında konu yine bizim ihtiyarlık hallerine geldi. Cem Yılmaz’ın “teyze bilir” tadındaydık hepimiz. (Geçen yıl Kesmeşeker konserinde Cenk’in 1992 çıkışlı albümlerinden parça çalarken ve önde veletler dans ederken parçayı tanıtırken “Özlem bilir” demesi gibi. Unutmadım Cenk, yazdım kenara.) Tuna’nın “Enver Paşa’dan hatırlarsınız” olarak özetlediği ahvalimiz bu olmuş meğer. Bu hafta bir takipçim “teyzem ya da halam olsaydınız keşke” dedi. (Islak havlu aradım). Biri “Özlem Kumrular istese hemen basarım nikâhı geyiği yapıyoruz da, annemden 4 yaş küçük sadece” demiş, başmış gözyaşı ikonunu. Hah, yetişti ıslak havlu. Gökhan’a dert yanıyordum, o da hallice değilmiş. Gruptan arkadaşı “Gökhan Amca’lara gidip kedi sevelim” demiş. En acı darbe de konser çıkışı toplandığımı Dorock XL’da tanımadığım bir tipin gelip dövmemi göstererek “Sene olmuş 2015, sen hala tribal dövme!” demez mi! (Islak halı ne? Overlokçu!) Sene olmuş 2015, hâlâ ben varım, ona şaşmıyor da! Düşünsene 25 yıl önce de varmışım, Romanya’ya gitmişim. ( Noooluyor? Kim yaşlanıyor? Daha Rock konserlerinde tepineceğim ben.)  Haydi, yazarken yaşlandım. Dağılın! Şov bitti!