28 Şubat 2011

İSVEÇ HAVA SAHASINDA BUGÜN…

Evet, geçirdiğimiz bir hafta içinde de her zamanki gibi hiç ölmeyecekmiş gibi bugün için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için güldük. (Bu nazik konuya birazdan geleceğim). Camillo Pompelmo, Mr. Mutluluk Hattı ve Vağarşak Bey haftanın topteninde ilk üç sıradalar. (Hocamız zaten tartışmasız hiyerarşide tüm listelerüstü -suilistes – (oldu mu? Bir bakar mısın, Real Academia kardeşim?) bir konumda. Bir akşamüstü de son noktayı koymak üzere Mr. Mutluluk Hattı’nın Galata Kulesi manzaralı, tarçınlı kahve kokulu, müezzin efektli, müze tadındaki evinde leziz bir Antonio Banderas filmi izledik: “The original sin”. Woody Allensal bir yaklaşımla özetlemek gerekirse “olay Küba’da geçiyordu”. (Biz de filmi Banderas’ın güzel gözü -hata yapıyorsam arayın- hatırına izledik galiba) Aslında galiba biz gülmekten pek filme de bakamadık, eğri oturup doğru konuşalım.
Evet, İsveç rejimi yeniden başladı. Stockholm sendromu geri geldi. Geçen sabah İsveç hükümetinin bana layık gördüğü rendelenmiş havucu protesto ederek kendimi çocukluğumun pastanesine attım. Orada da Stockholm belediyesinin bana vermediği bitkiye dayanarak koca bir simit yedim kardeşimle. Sefam oldu.

Etrafımda nasıl bir kader örüldüyse akıl sır ermez bir tesadüfler zinciriyle çevrilmiş durumdayım. Camillo Pompelmo’nun tabiriyle “sanrılar çıldırmış olmalı!”. Sanki çok para verince, muayene “tam süper” olacakmış zannıyla bir buçuk aydır çaresi bulunamayan zavallı gözümü bir oftalmoloğa götürdüm. Önce testler yapıldı. Gözüm ilerlemiş. (Hey yeavrooum, ilk hedefi Akdeniz!) Bütün O’ları D’ gördüm. Bu halimle hayat hiç çekici gelmedi. Neyse, Bayan Oftalmologos’a anlattım derdimi. (Daha önceki doktor İsveç rejimi menşeli bağışıklık sistemi çökmesinde bulmuştu suçu ve beni azarlamıştı). Bu sefer yine korkusuzca “Efenim, ben üzerinize afiyet (benim üzerime olamadığından mütevellit) İsveç rejimi yapıyorum”, dedim. Bu da azarlayangillerden sandım. Ne beğenirsiniz? “Aaa, ben de yarın başlıyacağım o rejime demez mi?” İsveçlilerin bile yapmadığı (bunun onların “dünyanın nüfusu azalsın” amaçlı bir komplosu olduğu kanısındayım) bu rejimi dünyada yapabilen bir-iki kişi vardır, biri de doktor çıkmaz mı? Ben ona “gözümdeki kızarıklık ciddi mi acıba?” demeye kalmadan, o beni “Aaa, kaç kilo verdiniz? Haşlanmış ıspanak yiyebildiniz mi? Kaç gün dayandınız? Harfiyen uydunuz mu?” şeklinde bir interrogasyon bombasına tuttu. Tek bir yorumda bulundum: “13 gün boyunca gözünüzün önünden nohutlu pilav arabası geçer gibi oluyor”. Yorumsuz. “Üstelik arabayı sürükleyen şapkalı satıcı “iyi ağşamlar abla”, diyerek gülümsüyor tam karenin ortasına geldiğinizde.

İsveç rejimi bir sonraki etabı Karacaahmet Mezarlığı’nda biten bir işlem. Rejim boyunca birisi kulağınıza “her canlı bir gün ölümü tadacaktır” diye fısıldıyor sanki. Dün Osmanlıca dersinde hocanın saati kaybolunca Vağarşak Bey, “Saat İsveç malıydı. Özlem Hanım yemiştir kesin”, dedi. Neyse ki hocamız benimle her zamankinden daha başarılı bir empati içindeydi, çünkü kendileri de rejim-i hümayûna başlamışlar. Bana suntasından bile verdi. Hocamızın yemeden içmeden kesilmesi Osmanlıca camiasında küçük bir deprem yarattı. Nuray Hanım perşembe günkü dersi anlatan bir mail göndermiş hepimize. Bir kısmını paylaşıyorum:

“(Hoca) “10 gündür içmedim. Temizim,” dedi. (Aynen kendi ifadesi). Doktorla pazarlık etmiş, önceden söz verdiği buluşmalar dışında- o da 1 kadeh olmak üzere- kadeh kaldırmıyormuş. Bir 15 gün daha böyle devam edecekmiş. Ben de dedim ki; “Hocam sadece 1 doktora gittiniiiiz? 10 tane doktor bulalım size?” O da dedi ki; “İnsanların acılarıyla dalga geçmek ayıp bişeydir.” :))”
Hal böyle olunca hikâyenin arka perdesini de anlatmak icap edecek. Hocamızdan dinlediğimiz fıkrayı mucibince anlatalım:

İçkiyle arası pek sıkı fıkı olan Ermeni bir hasta doktora gider. Doktor kendisine içmeyi yasaklar. Sonra da acıyıp günde bir kadeh içmesine izin verir. Zaman geçer, bizim doktor bir gün hastasını yolda, zil zurna sarhoş bir halde bulur. “Bu ne hal?” der. Bir açıklama beklercesine ellerini açar. Ermeni hasta kıpkırmızı burnuyla, sendeleyerek doktora bakar ve “sen zannedooorsun ben bir doktora gidioor? (Ve tüm parmaklarını uzatarak) Ben on doktora gidioorr!”

Size ahiret kısmına geri geleceğim, demiştim. Efendim, geçenlerde Arnavutköy’deki yeni Barba Giritli’de demlenirken konu nasıl olduysa sırat köprüsüne geldi. Hocamız üretimi yıllar önce duran bir fabrikadan çıkma. Bir örneği daha yok. Kendisi inat âleminde de ekümenik rekorlar kırıyor. Dediği dediktir. Lâkin bu son yorumu kendisi hakkında bundan sonra yapıp yapabileceğimiz tüm yorumları sıfıra indirgeyiverdi. Kendileri sırat köprüsünün yarısına kadar gelip oradan atlayacakmış! Siz böyle bir inat modeli gördünüz mü?

Hocamızın bir düşük modeli, Beşiktaş’taki her ağzının tadını bilenin yerini bildiği küçük kahvaltı dükkânının sahibi Balkan göçmeni amca. Günlerden bir gün, “sabah kaçta açıyorsunuz?” diye sorma gafletinde bulunmuştum. Hiç oralı olmayıp işini yapmaya devam ederek pek anlamlı bir cevap vermişti: “Uyanınca!”

Vağarşak Bey getirdiği ev yapımı topikle rejimimi sabote etti. (Bu bu hafta aldığım en güzel hediye) Amma ondan önce de her zaman önünde kuyruklar olduğu için uzun süredir yer bulamadığımız (ben zaten prematüre sayılırım, asla beklemem, bekleyemem) Antiochia’ya götürdü bizi. (İsveç hükümetinden buradan özür diliyorum, kem küm.) Geçen yılki mavi yolculuk anılarıyla bizi nasıl coşturduysa, zaten kısa alanda dar paslaşmalar sahası olan restorancıkta yaşanamayacak mekânlar yarattık. Mekânın sahibi Vağarşak Bey’in arkadaşıydı. “Mazi” de çektim, gördüğünüz gibi, muzari yerine. (Sanırım Vağarşak Bey’in arkadaş defterinde eksi bir’lik bir alterasyon oldu).

Hâlâ açız evlatlarım. Ne pilav arabaları, ne kestaneciler geçiyor hayalimin ekranından. Geçenler de kardeşimle bize servis edilen minyatür ayran kutularına bakıp hayal kırıklığı içinde garsonu çağırarak, “Bu ayranlar küçük değil mi yaaaa?!” diye şikâyetimi dile getirirken, kardeşim pis pis bana bakarak, “ne yapalım abla, büyümelerini mi bekleyelim” diyerek garsonun hislerine tercüman oldu.

Bu halim iyiymiş. Zayıflayınca kuyu çıkrığı gibi oluyormuşum. Öyle diyor Nebi Hoca. Haksız da sayılmaz. Amma velâkin ben buradan bakınca pazarcıların “toplu mankenlere badi geldi” diye reklam yaptıkları boyutlara merdiven dayadığımı görüyorum. Bu halde aklıma nasıl Maurizio gelmez? Maurizio has be has Sardinyalı. Bu alt-kimliği de gastronomik âlemlerden çıkmamasını gerektiyor. Tüm Sardinyalılar gibi carnivol. Koyunu kemikleriyle yer, postunu da üstüne giyer. Hal böyle olunca yiyen kadınları da seviyor. Hatta zayıflardan hiç haz etmiyor. Bu yüzden de televizyonun ayarlarını cümle âlemi hafif toplu gösterecek şekilde yapmış. (Vallahi essah) . Zavallı Hande ise televizyonda tombul bir Tiziano Ferro, Jovanotti, Ligabue görmekten fenalık getirecek kıvamda. Hele hele Bülent Ersoy çıktığında ekran ful kapanıyor, arkadaki fondan eser kalmıyor. Dünyanın en eğlenceli televizyası. (Bu arada eski sevgilim Sardinya’da belediye başkanı olmuş. Bizim kızlar bu haberi verince aklıma ilk gelen Giovanni’den ziyade o mis gibi Sardinya tatlıları ve mirto oldu, ne yalan söyleyeyim.) Maurizio! Lazanya, kalamar dolması, culurgionis günleri ne zaman başlayacak? Belediyeyle bi işin olursa haberim olsun :)

Handeciğim’in Macar konsolosu kedisi Pia’nın Mete Amca her buzdolabını açtığında onunla birlikte uzun uzun buzdolabını seyreder günbatımı izler gibi. Mete Amca da ona kıyak olsun diye uzun süre kapatmaz buzdolabını. Manzara tam karikatürlüktür. Şimdi aynı sahneler bizim evde yaşanıyor. Kardeşim her buzdolabını açtığında ben de aynı karede beliriverip gün batımı romantisizmiyle muhteviyatını seyrediyorum. O seviyeye ulaştım yani.


Of, hayalimden neler geçmiyor ki? Adolfo’nun kayısılı ekmekleri, Terez’in elma kızartması, Gabor’un kardeşinin ricottalı krepleri, közde tatlı patates, tantuni, nohutlu p-love (kelime için Camillo Pompelmo’ya telif ödenecek. Para istemiyor. Torta de cielo (cennet tatlısı) cinsinden alacak hakkını), kendisinin aklıma yok yere getirip rejimimi zindana çevirdiği Sicilya cassata’sı, kekikli ızgara ahtapot… Erto’nun annesinin üzerine limon sıkılarak yenen içli köfteleri… Uff, aklımı peynir ekmekle yemek üzereyim. (Çünkü mevcut koşullarda katıksız yesem o kadarcık şeyle doyamam) Aklıma Napoli’nin en napoliten mahallesi Montesacro’da sıkça gittiğim bir bakkal dükkânı geldi. Ve de aklımı başımdan alan peynir, “burrata puglese”… Hey yavrum, hey… Yeşil kurdelanla birlikte yerim ben seni be! (Bu arada ben her yıl Mart ayında Napoli l’Orientale Üniversitesi’ne bir hafta ders vermeye gidiyordum ya… Bu vesileyle de aklıma gelmiş oldu. Burrata puglese Çin’de de olsa gidip yiyiniz)


İki yıl önce Portekiz ve İspanya’da yapılan dünya barış kongrelerinden birinde bir rahiple tanışmıştım. Bütün manastırı büsbütün yemiş gibi bir görüntüsü vardı. İspanyolların Michelin dedikleri göbekten de tabii… Birisi ona utanmadan “neden rahipler zayıf olmaz?” diye sorunca, oda pişkinlikle “çoğu zayıf, biz azınlığız”, demez mi! Yok artık. Ben ki rahipler ve keşişler konusunda doktoralıyım, hiç zayıfını görmedim. Tandığım tek zayıf Yanni’ydi, o da İstanbul’daki üç yıllık kariyerden sonra kendine yakışıklı bir göbek yaptı. Üstelik de gittikçe şişiyor. Kendisiyle Kanaat’ta defalarca çatlayana dek yemişliğimiz, terasta bol bol içmişliğimiz var. İspanya’da rahibe tatlıları pek ünlüdür. “Los dulces de las monjas” adıyla sayısız kitap yayınlar, Ortaçağ’dan kalan tarifleri uygularlar. Sebep? Çünkü yapacak daha iyi bir işleri yok! (Neyse, tanrıyla kul arasından hemmmen çıkıyorum). Fonda Gabor'un kardeşinin Eger'deki evinde homini gırtlak palinka konumundayız. (Hoca bir bilse neden Macaristan coğrafyamın kuvvetli olduğunu. Yerken yerken coğrafyam kuvvetlenmiş). Ps. Burası mutfak! Müze-mutfak! Saatlerin çoğu: 17. yy. Avusturya-Macaristan.

Rahibe, aşk, günah konusuna uzaktan girince aklıma güzel bir atasözü geldi. Basklılardan çekenlerin icadı olmalı: “En Euskadi amor no es un pecado, sino un milagro. Bayılırım bu söze: “Bask Ülkesi’nde aşk bir günah değil, bir mucizedir!” Kendinize Basklı bir sevgili satın almayı planlıyorsanız, hâlâ vakit varken topukları yağlayın bence. (Kaçarken parayı bana bırakırsanız ben o parayla Bask usulü bacalao pil pil yerim, üstüne Bask patxaran’ı içerim. Üstünü de kahveye saklarım. Bu teklifimi bir düşünün)

Bana da üç convertible Küba pesosu ver konuştur, 500 bin lirete susturamazsın anacııımmm…

Radyosunu yeni açanlar için: “Give me the food”.. I said give me the food, baby, give me no fruit if you love me…

21 Şubat 2011

KÜBA ÂLEMİNE GİRİŞ- 101.02

¡Hola, gençlik! Tahmin edebildiğiniz üzere hâlâ intibaksızlıktan müzdaribim. Hayatın trajik ritminin içine düşüverdiğimi kabullenmemek için Küba’daymış gibi yapıyorum. Hatta geçen gece nasıl abarttıysak Erto’yla Adana-İstanbul hattında bir saat kadar on gündür görmediğimiz kırk kişilik Küba kafilemiz üzerine dedikodu yapıp gülüştük. Buna da Havana sendromu deniyor olabilir. Stockholm sendromuyla olan ilişkisi de kendilerine edilen eziyetlerin kısa bir zaman sonra aşka dönüşmesi (the conqueror/the conquered vakası). Biz Küba’yı yaşarken Mr. Mutluluk Hattı da eline taze geçirdiği Japon vatandaşlığı heyecanıyla her saniyemizi, -ve de 11 milyon Küba halkının her saniyesini- karelemiş. Artık nasıl bir sevgi arsızı olarak bellendiysem bugün bana “sana da son gün iyi bakamadık” dedi.


Baba şefkatini bile unutturacak kadar iyi bakmışlar bana. Delikanlılardan biri çocuk gibi bana bakmış, diğeri de mutluluğun kesintisiz resmini çekmiş. Yedirmiş, içirmiş, saçlarımı kurulamış, örmüş, beni canavarlardan korumuş, göbeğim çatlayana kadar güldürmüş, otobüste uyutmuş, dansa götürmüş, bol keseden şımartmışlar, şapkalar, hırkalar almışlar, bir saniye yalnız bırakmamışlar. (Ben de onları tabii, şekerim). Kimse şımarık bir hiperaktife on gün dayanmak istemez. Buradan kendilerine en ballı sevgilerimi ve teşekkürlerimi gönderiyorum. Şefkat dalında Nobel kendilerine gidiyor. (Ps. Bu güzeller güzeli -mankenden bahsetmiyorum :)- resimlerim faili Yusuf Eradam'dır. Kendisinde bundan gayrı daha 29.000 adet var.)

İntibak sorununda son noktayı geçen gün koydum. Ayağımın tozuyla Arapça kursuna gittim, sınıfta biraz kestireyim dedim. Telefon çaldı. Uyku haliyle açtım. Arayan arkadaşım “neredesin?” dedi. Şöyle bir duvara baktım, “bilmiyorum” dedim. Nerede olduğumu algılamam uzun sürdü. Arkasından kahkaha tabii. Hayatı hezeyan halinde yaşamaya dönüş bu. Return of Chucky. Ay, bir de bana Küba’da birkaç defa muñeca (oyuncak bebek) diye laf atmışlardı. Sanırım Chucky demek istiyorlardı, ben fazla optimist algılamışım. Ps. Fondaki resim  Mr. Mutluluk Hattı'nın yorumuyla beni çok güzel anlatıyormuş. Magna carta libertatum...

Mr. Mutluluk Hattı öyle güzel anlatmış ki geziyi T-24’teki yazısında, bana da yazacak bir şey bırakmamış. (Bknz: www.T24.com.tr . yazarlardan Yusuf Eradam) Lâkin beni susturmak ne mümkün! Geçenlerde eski kitaplarıma bakıyordum, Küba’ya dair sayısız cümle buldum. Kadınlara Coğrafya Dersleri’nde kendilerine dair yaptığım yorumu paylaşıyorum: “Kübalı amcalar yüzyıllardır bir savaşın göbeğinde yaşıyorlar. İspanyollardan kurtulduk derken bir de Amerikalılar çıktı karşılarına. Hayatları özgürlük ve gurur savaşı vermekle geçti. Şimdi ise rahat ettikleri tek bir yer var: Yatak.”

Bir de Fidel’e bakış açılarını anlatan bir şeyler karalamışım. Akabinde de bir fıkra:



“Kübalıların çoğu Kübalılıklarıyla, memleketleriyle ve rejimleriyla duydukları gururu Fidel’le duymazlar. Pek çokları için Fidel bir kurtarıcı değil, enigmatik bir diktatördür. Aşağıda fıkradan anlayabileceğiniz gibi Kübalınızın hangi tarafa kaydığını anlamadan önce sakın yorumda bulunmaya, atıp tutmaya kalkmayın.



Rejimden bıkan bir Kübalı arkadaşına şöyle der:

-Oğlum, bıktık lan kuyruğa girmekten, onun için kuyruk, bunun için kuyruk, bok için kuyruk, püsür için kuyruk. Öldüreceğim bu Fidel’i.

İki ay sonra yeniden karşılaşırlar. Arkadaşı sorar:

-Senin şu Fidel’i öldürme işinden ne haber?

-Oğlum, vazgeçtim. Onu öldürmek için de kuyruğa girmek gerekiyormuş.”



Kuyruk deyince aklıma geldi. “Lista de Espera” (Waiting List) adı enfes bir Küba filmi izlemiştim yıllar önce. Tavsiye edesim var. Bulun, izleyin, bayılın.

Efendim, Küba gerontologlar için bir cennet. Bütün kuzeyli manyakların son arzusu Küba’ya gitmekmiş gibi cümlesi ölmeden önce memlekete gelmiş. İspanyolların “turismo de la tercera edad” (üçüncü çağ turizmi) dedikleri korkulası kâbusun merkezi olmuş Küba. 60 ve üstüne “üçüncü çağ” diyor İspanyolum. Velhasıl turistlerin hepsi Fidel’le yaşıttı. “Biutiful” filminde de görünce tanatoryumları hatırlayıverdim. Hah, aynen öyle bir tanatoryumdu Küba. (İspanyollar -ve Hispanikler- ölüleriyle son bir defa birlikte olmak üzere onları gömülmeden/yakılmadan önce ziyaret edilebilecekleri bir mekâna koyarlar. Yunanca Tanatos (ölüm) kelimesinden türeyen bu “tanatorio” süper sevimsiz bir ortamdır.) Ne yazık ki Küba’da fuhuşun tavan yapmasında bu “viejo verde”lerin (“Yeşil ihtiyar”, İspanyollar ihtiyar sapıklara böyle der) payı çok yüksek. Senede 3 milyon turist güzel rakam. Hepsi bizim gibi romantik hayallerle gelmiyor besbelli.

Gerçek bir Kübasever olan biricik Özgücüğüm bana Küba’ya dair iyi şeyler yazmadığım için kızdı dün gece. Türkiye’den bakınca Küba’ya dair kötü bir şey görünmüyor ki. (Kitaplar, filmler, belgeseller…) Sevgili okur yanlış anlamasın. Ruhumu teslim ettim Küba’da. Hayallerime ihanet etmedi ada. Sadece daha fazla okuyan bir Küba hayal etmiştim, korkarım yanlış yerlerde dolaşmışız.

Bu sık dolaştığımız yerlerden biri de şehrin göbeğindeki Plaza de las Armas’tı (Silahlar Meydanı, ne korkunç!) İkinci el kitapların satıldığı açık hava standlarıyla dolu bu meydan sanırım kalem kılıçtan keskin bâbında bu şekilde adlandırılmış. (Gecenin şu saati başka türlü açıklayamayacağım bunu korkarım, eldeki malzemeyle idare ediverin). Günde en az bir defa, -yemeklerden sonra- bizim yakışıklıları kollarından tutup getirdiğim ve kendimi kaybettiğim bu meydanda İspanyolca kitaplardan gayrı bir şey bulunmadığı için nezaketen çaktırmasalar da biraz sıkıldılar tabii. “Carlos Marx”a ne demeli? Yüzde doksanı Küba, devrim ve Sovyet tarihi olan kitapların arasında bol sayıda Rusça eser de vardı pek doğal olarak. Lâkin, malum burada fuhuşun dili zaten İspanyolca olduğu için bizim memlekette olduğu gibi Rusça’ya merak saran pek yok gibiydi. Zaten Kiril alfabesiyle yazıldıkları için kendi kendilerinden nefret eden kitaplar raflarda can sıkıntısından gebermeye mahkûm bir halde “kurtarın lan bizi” dercesine potansiyel müşterilere bakıyorlardı. Üstelik ateş pahasıydı her şey! Kitapla tıka basa doldurmayı hayal ettiğim bavulumu kısmen köpüklü sidra (sidra achampanada) ile doldurmak zorunda kaldım. (Yüzümdeki ifadeden ve yanaklarımın alkol bazlı tatlı tatlı kızarmasından buna pek üzülmediğimi anlayabilirsiniz, anacıımm…) Kitabı bırakın da, bu sidra nam elma şarabından (Anglosaksonların “cider” dediği) yapılan şampanya benzersiz bir şeydir. Galicia’daki El Gaitero en şanlı markasıdır. (Fabrikasına gitmiş, kasayla almışlığım vardır üzerime afiyet). Galicia’daki barlarda barın (barra) alt kısmı çepeçevre ahşap bir yalakımsıyla sarılır. Yukarıdan dökülünce köpüren bu leziz likit devasa bardaklara konur ki şarhoş abiler tepeden denk getirsinler. İsabet etmeyen sidra da telef formatında yalağa dökülür. Off, iyi ki Küba’yı anlatacaktım ha… Woody Allen’ın Side Effects’ine nazaran bir Sider Effects yazsam bir gülen çıkar mı acaba?

Küba’da da hayat tüm Hispanik topraklarda olduğu gibi intihara sürükleyen bir slow-motion tadında ilerliyor. Hiperaktiviteye tümden zarar. Yavaş giden arabada bulunmak, yavaş akan hayatlara dâhil olmak, yavaş konuşanı dinlemekten fizyonomik zarar gören ben, bu duruma nasıl katlandım bilemiyorum. (Yavaşlık bende geçici isilik yapıyor gerçekten, boynum ve kollarım arasındaki bölge kızarıp kaşınıyor). Küba “hızlı koşan atın boku (argo veya kaba sözcük’müş. Çekilebilirsin word programı manyağı!) seyrek olur” atasözüyle beni yavaşlatmaya çalışan Erto’nun ayağına denk gelen cam ayakkabı gibiydi. Ben de bu esnada süpermarkette sıra beklerken bile oracıktaki rafa kendimi asıverme seviyesine geldim kaç defa. On kişi bir restoranda tam bir buçuk saat bekleme şerefine nail olup yemeğe intikal edemeden çıkmışlığımız bile oldu nurtopu gibi. Acele gideni bilmem ama, ben burada doğrudan ecele gidiyordum. Vücut saatinizi kurmadan kendinizi salmayın Küba sahasına.

Santa Clara’daki Che müzesi gördüğümüz en leziz noktalardan biriydi. Devrim şehitleriyle dolu mozoledeki sayısız nişten biri Che’ye aitti. Hergün her niş için bir taze çiçek koyulan bu toplu mozolede şehitlerin doğum ve ölüm günlerinde kendi çiçeklerinin rengi farklı koyuluyormuş. Mozole yakınındaki devasa tabelada “Çocuklarımızı Che gibi olacak şekilde eğitelim” yazıyordu. Fidel, kahramanını yaratıp onu Olimpos’a çıkarırken aslında halkı sosyalizm tenceresinde bir arada tutmak için Che’den tutkal yapmış gibiydi. Yine mozole yakınlarındaki Che’ye ithafen yazılan “Seni bir yıldız getirdi” şeklinde başlayan tabela, bu tabela silsilesinin en romantik örneği idi. Che’ye ait özel eşyaların sergilendiği bu akıl uçuran müzede en çok ilgimi çeken şey okul karneleri oldu. Notlarına bakıp da müzik, resim ve beden eğitiminden özenle kaldığını görünce şaşırdım desem yalan olur. Adam zaten hayatı tersten yaşamasa böyle olur muydu, anacıımmm? Bu arada Fidel’in de karneye dair enfes anılarını okumuştum. Benim yakışıklı Fidel’in tüm sene karneyi zayıfla doldurup da karne günü gelince kendi karnesini kendisi yazıp kendisine takdirname vermiş. Aile de takdirname törenine gelip de onun adı doğal olarak anılmayınca “aaaa, bir yanlışlık yapmışlar, nasıl olur”, diyerek aile fertlerini inceden kandırmış. Ah benim romantik idealistim, gurur abidem, başkalarına sorarsanız şimdi de Küba halkını “her şey iyi olacak, bekleyin” diyerek kandırıyor. Onu Atlas’a benzetiyorum. “Siz tüm Olimposlular hepiniz bir olsanız cümleniz beni çekemezsiniz” diyen güç timsaline! Küba’da gerçekten de her şey rehberimiz Jesus’un dediği gibi ikiye ayrılır: Küba ve dünya! (Cuba y el mundo)

Gelelim rehberimiz Jesus’a. Gezi boyunca yaptığımız şiddetli gürültü, hezeyan halindeki kahkahalar ve kulaklarımızdan dirhem dirhem taşan mutluluğun yersizliğinden olsa gerek bizimle yıldızı pek barışmadı. Her şeyi ince ince anlatan tek kelimeyle “mikemmel” bir rehber Jesus. Sabrı hiç tükenmedi, aşkla anlattı. Anacıım, lâkin biz de yüzyıllardır okuduk, çalıştık, yaladık, yuttuk bu coğrafyayı ince ince, Hispanist olduk, Salamanca’larda okuduk, şöyle tatlı tatlı bir görmeye gelmiştik sadece. Akademiden kaçış yok! Hayatımda bir kerecik olsun beynimi yormayayım dediğim (zaten genelde de pek yorduğum söylenemez ya hoş) bir tatilde her gün seminer, her gün toplantı, yazık değil mi bu akademiden arkasına bakmadan kaçıp tatile giden zavallılara be güzelim. Durduk yere Antichrist ettin bizi be Jesus’um. Deccal ettin. Ama bir daha Küba’ya gidersem yine rehbermiz olasın isterim. (Bknz. Second coming of Jesus).

Hayatımın en güzel gökyüzünü Küba’da gördüm. Bir gece Trinidad’da –çılgın bir koloniyal kent- bembeyaz kumlar üzerinde, palmiyeler altında, limonata tadında bir havada yıldızları seyrettik. Gündüz gibi aydınlıktı. Benim diyen yazarın tarif edemeyeceği bir gökyüzüydü. Romantizmimiz sivrisineklerin tecavüzüne uğradı, yüz yerimizden şişlenip hemen gerçek dünyaya döndük. O romantik ortamda bile gülecek bir şeyler bulduk ya, yazık bize. Mr. Mutluluk Hattı bana vitamin hapı arayıp da bulamayınca “romatizma ilacı var, ister misin?” demişti. O arada bana romantizma ilacı kakaladı sanırım, ama malum eldeki malzeme belli. Bir bakın bakayım bana, bencileyin bir bünyede romantizma yeşerir mi? On yıl nadasa bıraksan, kendine gelmez o toprak be! Şekilde o enfes sahillerden birinde eksik olmayan serenatlardan biri...

Kübalılarda sahiplenme güdüsü çok gelişmemiş gibi görünüyor. Pek çok örneğin yanı sıra en çok ilgimi çeken Jesus’un evdeki yüzlerce (kitap varyasyonlarına bakarsak bunun binlere çıkması biraz zor bu enlemlerde) kitabı arasından bir ayıklama yapıp az kullandıklarını kütüphaneye hediye etmiş olmasıydı. Boethius’sal bir tutum. Paylaşmaya yöneltiyor genel olarak. Bir de bana bak. Mesela evimden cesedimi çıkarabilirsin, ama kitabımı çıkaramazsın. Bir Arjantinli yazarın enfes bir kitabında resmettiği o sahne gibi: Kitaplarını yatağına çarşaf gibi serip üstüne yatan psikopat ben olabilirim. Yok, biblioman değilim, bibliofilin bir gömlek büyüğüyüm. Okumayacağım kitabı asla almam.

Kübasal faaliyetlerim devam edecek. Beni izleyin anacııımm... (Tak, tak, tak)

15 Şubat 2011

ISTIRAHA, SEBEB EL VALENTİNİ

Evet, Aziz Valentin’in ruhuna hürmetle Küba seyahatnamemize küçük bir ara vererek tüm yasağa rağmen çiftleri gizlice evlendiren bu azizi saygıyla anıyoruz. (Evlendiriyor da iyi mi yapıyormuş orasını sorgulamıyoruz, sadece anıyoruz). Bu yıl 14 Şubat, 36 yıllık özel tarihime altın harflerle geçmeyi hak kazandı. Aşk tabir edilen baş belasıyla tanıştığım günden beri ilk defa “saat 1 kadar yalnız” bir sevgililer günü geçiriyorum. Kardeşime “eee, bize ne yapıyorsun bu akşam?” (çay, kahve, curaçao azul’lu bir kokteyl, bira-fanta?) diye sormamla pek hali hazırda bir cevabı suratımda kırbaç gibi hissetmem eşzamanlı oldu? “Siz derken? Yalnızlığına ve sana mı?” Alın şu manyağı başımdan, a dostlar. Glossa papuçi, mialo kukuçi, anacımmm. (Dil pabuç, beyin çekirdek) Şu durumun sıra dışı olmasının tadını tatlı tatlı çıkarttırmıyorlar adama güzelim.


Bugün üniversiteye bir gün erken gelmişim. (Dünden buradaymışım, bir de baktım kapısını ben açmışım). Küba rüyasından gerçek dünyaya serbest düşüş indiğimden Arapça kursum olduğunu da unutmuşum. Neyse, akşam oldu, vakit geldi, yüzüne bakılır bir hal alıp kapıdan çıkacaktım ki kıpkırmızı ruju gören tatlı güvenlik görevlisi kızlar olanca meraklarıyla “hocam, sevgililer gününe mi?” diye sordular. “Yok, güzeller, Arapça kursuna gidiyorum” desem de zerre kadar ikna edici olamadım korkarım. “İnanmayız!” dediler gülerek. “Valla ben de inanmıyorum güzel kızlar”, dedim. Güzeller güzeli bir sevgililer günü Arapça kursunda işim ne benim a dostlar! (Ben zaten Amr Diab’a aşığım diye durumu kotarabilirdim, ama kredibilite arz etmedi o an). Kızlar bir kez daha ısrarla sorunca anladım. Beni ofise ziyarete gelen renk renk, desen desen, millet millet yakışıklının hangisinin sevgilim olduğunu anlamanın bir yolu olmalıydı bu. Hepsi de arkadaşım, işin komiği. Baktım toparlayamayacağım, bari şanım yürüsün diye dağınık bıraktım durumu. Saçma sapan yerlerden gelen çiçek ve devasa paketler de manzaraya gizem kattılar.

Kendime Kostas Makedonas'tan “Emmesos plin safos” adlı şarkıyı gönderiyor, hepinizin şerefine enfes bir köpüklü sidra içerken hafif hafif dans ediyorum. Bir de kendime fiyakalı bir resmimi gönderiyorum. (Pek de masum çıkmışım). Ben neyse de, sizin daha çileniz tükenmedi. Sizin için seçtiğim, psikopat gibi kendi romanlarımdan derlediğim aşk seçkilerini okumadan uyumaya gideni mobeselerim! Kitaplarımın bir kısmı bende bile olmadığı için antolojim eksik kalacak, ama bu da tümden kurtulduğunuz anlamına gelmez, prematüre sevinç yapmayın. Bundan on iki yıl önce Arapça’ya ilk başladığım zamanlarda Hola’ya karaladığım birkaç satıra da yek başıma gülmemeyeyim diye onları da ataşladım. Hayrını görün:


“Bu ne bu? III. Selim gelse okuyamaz. Bak, bu arada sana Arapça ders verecek birini buldum. İki kişi saat başı beş bin peseta, üç kişi olursanız dört bin.”

“Bu hesaba göre on sekiz kişi olursak hocanın bizi üçer bin peseta borcu oluyor. Ne saçma. Hem ben nereden bulayım Arapça öğrenmek isteyen ikinci bir kişi!”



Min-el Aşk:



“Çok konuşma da çabuk otur, küçük bezelye. Live Aid konseri başladı.”

“G 8’e söyleyeceğim önce beni kurtarsınlar. Tek ve sek olarak çabuk kurtulurum.”

“Yanılıyorsun, Nosta. İnan Afrika’daki milyonlarca aç insanın kurtulması senin kurtulmandan daha çok umut arz ediyor”. (Kırmızı, 163)



Anoranza ve Aşk hüzünlü bir balayka dinler gibi dinlediler hikâyemi. Aşk atıldı hemen:

“Siz hayatınızı 9/8 yaşayacaksınız diye başkalarını 5/8’le savaşa yolluyorsunuz. Hüzünlü yaşamlar onlara kalıyor hep. Kötüsünüz işte, kötüsünüz. Katliniz vaciptir”. (Hola, 54)


“Sahi, o kadar kötü bir şey midir bu aşk?” diye sordu.

“Evet”, dedim. “Sandığından da kötü. Dördüncü dereceden bir yanıktır o.”

“Her şeye hazırım”, dedi. “Evet, çok korkuyorum, ama gerekirse günümü görmeye razıyım. Bu korkuyu yenmeliyim.”

“İnsan bu korkuyu istemese de yeniyor, sevgili Baroncuğum. Bir süre sonra sadece Aşk değil, korkunun kendisi bile senden korkmaya başlıyor. Bak benim halime.”

“Evet, biliyorum. Siz adamı aşka götürüp aşksız getirirsiniz.”

“Sen nereden biliyorsun?”

“Romanlarda okudum”. (Hola, 76)


“Kendini bana âşık etmen çok kolay. Önemli olan 24 saat sonra da seni hâlâ seviyor olup olmadığım”. (Hola, 246)

“Manu! Ne yapıyorsun orada?”

“Sana şarkı yazıyorum”.

-Beni aradıklarında asla yokumdur

Bulduklarında da o ben değilimdir

En önde olan benim

Koşarak giderim en uzağa… (Hola, 195)

Aşk ne tuhaf bir şeydi. Âşıklar kimsecikler okuyamasın diye güven içinde hiyerogliflerle yazdıklarını sanadursunlar, iyi gözlemciler tüm şifreleri çözdükleri gibi bunu da kolayca çözüyorlar, her şeyi su yüzüne çıkarıyorlardı. Aşk bize şarkılar söylüyordu Talking Heads imzalı: “Stop making sense!” (Hola, 290)


“Sakın bir daha âşık olmayın,” dedi. “Siz âşık olunca ya papaz çıkıyor, ya eşcinsel! Jübile yapın iyisi mi.”

“Yapamaz. Çünkü aşk ondan usanmaz”, diye atıldı Fiore.

“Haklısın. Aşk paratoneri!”

Amanda elinde kağıtlarla içeri girdi bu esnada.

“O ne istediğini çok iyi biliyor.”

“Evet. Her şeyi istiyor”, dedi Signore Bergilo. (Hola, 292)



“Aç parantez, aşk maşk lafı duymak istemiyorum, kapa parantez, sağ ol parantez” (Hola, 314)



“Aşk en az Balsac kadar çirkin, Shakespeare kadar kel ve Dickonson kadar karamsardır. Hayatta hiçbir şey olamayanlar âşık olurlar. Aslına bakarsanız ben hiç âşık olmadım. Aşk kimdir, neye benzer, kaç numara ayakkabı giyer, kahvesini sütlü mü sade mi tercih eder, ya da vals yapmayı bilir mi bilmiyorum. Ama şöyle soğuk bir kış günü elinde bir demek papatyayla gelip kapıyı çalmasını isterdim doğrusu. (Papatyaların sarı ya da beyaz olması hiç önemli değil.) (Bayan Hayatbirrüyadır’ın Yeldeğirmenleri)



“Erkekte 2 M olmalı: Mizah ve Merhamet…” deyişini. Defalarca okuduğum bir romanın başkahramanı gibi duruyordu orada. Tüm repliklerini ezberlediğim bir tiyatro oyuncusuydu sanki. “Erkeklerin Flemenk resmi gibi olanını severim: Ayrıntılar arkada ve uzakta saklıdır. En canlı ve en uyumlu renkler. En cafcaflıları!” (Aşkın Beş Hali, s. 61)



“Aşkın olduğu yerde acı, tüm locaları aylar öncesinden almıştır”, demekle yetindi.

“Biliyorum”, dedim. “Hayattan aldığım seçmeli dersler sayesinde öğrendim”. (ABH, s. 54)



“Benim neden öyle unutamadığım bir aşkım yok?” diye sormuştum ona.

“Çünkü sen zekisin”, demişti.

“Hayır, öküzüm”, diyebilmiştim. (ABH, s. 33)



“Aşk juke-box gibi bir şey Nosta. İçine atacak bozukluğun kalmadığında ses gelmez.”

“Senin şu aşk hakkındaki yorumların da Tarantino filmleri gibi, Pierre” dedim ayağıma çizmelerimi geçirip battaniyemi kaparak. Kapıdan çıkarken bir öpücükle bitirdim repliğimi:

“En sevdiğim yanı bitmeleri!” (ABH, s. 23)



“Aşk sızınca kalbe şehrin rengi değişir”, diyordu televizyondan gelen ses.

“Evet”, dedim köşegen votka şişesinin ustaca elimde uçurarak, “bok rengi olur”. (ABH, 70)

“Hayat böyle, Nostacığım. Gözlerinin mavisine aldandığın adamlar iğrenç Amerikan action filmleri seyrediyorlar, sana  Machado’dan şiirler okuyacak adamların hepsi yetmişine merdiven dayamış,   elinde bir çiçekle çıkıp gelmek gibi ince düşünmeyi başarabilenlerin hepsi kutup ayısı gibi dans ediyor, seni gerçekten anlayan erkekler de masa örtüsü gibi şeyler giyiyorlar! İşte hayat böylesine zor ve imkansız!” diyerek elindeki akordeona benzeyen film programına döndü.  (Hoşçakal Milano, Hoşçakal Aşkım)
“Saf aşk 500.000 liretlik banknot  kadar nadir bulunan bir şeydir.” (HMHA)

“Madem artık tek aşkta karar kıldın ihraç fazlası aşklarından  bir outlet merkezi aç da,  olmayanlar faydalansın,” dedi salonun diğer ucundan  tanıdık bir ses. (HMHA)

“Ama sen daha ona zaman bile vermedin. Aşk Bulgar kilisesi değil ki bir gün de dikiliversin.”
“Ne yani, bana daha âşık bile olmadığını mı söylemek istiyorsun? Onca zamandan sonra!”
“Hayır, sadece güvenin  La Sagrada Familia Katedrali gibi en az iki yüz yılda dikileceğini söylemeye  çalışıyorum. Daha  sanıkları, tanıkları dinlemeden infaz kararı verdin. Baş engizitör gibisin.” (HMHA)

Gerçek aşk  Pekin’in göbeğinde kaybettiğiniz bir Çinli arkadaşınızı bulmak kadar çetrefil, hatta imkânsızdı. Değerli şeyleri elde tutmayı başarmak da bize papalıktan kalma bir yadigârdı şüphesiz. (HMHA)


Sizin için son seçtiğim: “Tanrım, benden esirgediğin şansları biriktirdiğin hesabımdan şu sağnak altında beni havaalanına götürecek yarım akıllı bir taksici bulacak kadar bir meblağ ver lütfen!”

Bize ayrılan bir sevgililer gününün de burada sonuna gelmiş bulunmaktayız. Haydi, dağılın…

12 Şubat 2011

SALSA ES CALIENTEEEEE… (KÜBA ÂLEMİNE GİRİŞ- 101.01)

Tam olarak sözün bittiği yerdeyim. Uçurduk ey halkım! Karayip denizinde ıslanan mayolarımızı, kırk kişiyi aynı anda rahatsız edebilen yüksek volümlü kahkahalarımızı, tropik meyveden başka yiyecek yüzü görmeyen midelerimizi, günde altı öğün canlı müzik dinleyen kulaklarımızı romantik gezi kitaplarında kurutup salsa yapmaktan bitap düşen bedenimizi uzun ve sefil bir yolculuktan sonra memlekete geri getirip 29 dereceden eksi 1’e sert bir iniş yaptık. Üçümüzün de ortak yorumu, hayatımız boyunca hiç böylesine kesintisiz bir şekilde kahkaha komasına girmemiş olduğumuz ve bunun şüphesiz hayatımızın en güzel tatili olduğu!

Mr. Mutluluk Hattı, en yakın dostlarından Erto (ki Kübalılar onu Arturo olarak vaftiz ettiler. Yemen krallarının soyundan geliyor olması dolayısıyla bundan böyle Kral Arthur olarak anılması caizdir) ve bendeniz -üç ahbap çavuş- Küba seyahatimize sabahın altısında havaalanında çılgın fıkralar anlatarak başlayıp on gün boyunca kimyasal olarak susturamayacak bir şekilde çoğu akedemisyen olan diğer bahtsız 40 kişilik kadroyu canından bezdirdik. (Çevreye verdiğimiz geçici rahatsızlık için buradan hepsinden özür diliyoruz.) Küba bizi unutmayacak. Daha şimdiden sınıra resimlerimizi koyup üzerine çarpı işareti koymuşlardır bile.

Ben kendi adıma Fidel’i öpemeyince, irtifa kaybetmemek için başka hiçbir Kübalıyı öpmedim. Bizim yakışıklıları da Kübalı kızlardan korudum. Sakın tek başınıza buralara kadar gelmeye kalkmayın anacım, yanınızda şöyle kaydadeğer bir âdem yoksa siz kuşa bakarken ruhunuzla birlikte çalıverirler sizi. Netekim salsa yapmaya gittiğimiz bir mekânda Erto’nun tuvalete gitmek için ayağa kalkmasıyla eşzamanlı olarak kendimi pistte devasa bir Afro-cubano’yla buluverdim. Ne zaman uçarak geldi, piste çıkardı anlayamadım. Bir masa dolusu kız arkadaşımdan hiçbiri imdadıma koşamadı. “Lord protector”ümüz gelene dek yüzüme yapıştırdığım sevimli ifadeyle dans etmeye çalıştım. Neyse ki Erto bir deus ex machina gibi çıkıverip beni kurtardı.

İsveç rejimi de neymiş! Küba rejimi yapın anacıım, daha zahmetsiz. Sabah kahvaltıda yediğiniz üç dört parça tropik meyveyle gün boyu ayakta kalıyorsunuz. (Şansınız yaver gider de bütün gece erkenden kahvaltıya gitmek için yatağında nöbet bekleyen Almanlar ve aç İskandinavlardan size bir şey kalırsa tabii. Sabah yedide start verilir verilmez sahaya çıkıyorlar). Günün diğer kısmında bilfiil açsınız. Zeytinyağsız ve limonsuz lahana salatası, iyi domates taklidi yapan kırmızımsı bir sebze, iyi bir sondajla derisinin içinde et bulunma ihtimali az olmakla birlikte mevcut olan tavuk, mısır yağında kızarmış balık aromalı şeffaf muz dilimleri, “firijoles” tabir edilen ve fasulyegillerin en tatsız üyesi olan barbunyamsıya eşlik eden yağdan ve tattan nasibini almayan pirinç taneleri, ılık bir su tabakasının üzerinde bezelyelerle birlikte serbest stil yüzen börülce ailesi, marmelat olana dek haşlanmış kıvrık makarna ve saz arkadaşı rezil salça, hatırladıkça tüylerimi ürperten salam-sosis tugayları, garnitür (Manyak word’ün bulduğu alternatifleri kaçırmayın bu arada: Bezenti! Yanlık! ) alayları, Baskların “bacaloao pil pil”leri gibi sulu ortamda pişmiş zavallı balık ordularının yanı sıra yağ havuzunda yüzen bacon’dan haz etmiyorsanız sepsefil açsınız evlatlarım, diyordu peder. Üstelik bir de kafeingillerin yüz karası bir kahve ve teingillerden kahverengimsi bir sıvıya maruz kaldıysanız Fidel kurtaramaz sizi! Kitchen Life’daki bu ayki köşemde Küba mutfağını yazmamı istemişti sevgili Şebnem. Durumu yukarıdaki gibi izah etsem bir okuyan bulunur mu sizce?

Açlığınızı unutup likitlere geçerseniz hâlâ hayatta kalma umudunuz var demektir. Aş-iki-o’dan yoksun olsa da alkollü içeceklerde umut vaad ediyor ülke. Cuba Libre’yle başlayalım. Tercüme edilmiş haliyle “Özgür Küba”. Lakin bu “Özgür Küba’nın romun yanı sıra saf bir yanki sıvısı olan “coca cola”yla yapılmasını nasıl açıklarsınız bilmem. Ruhunda tezat barındıran içki. Cuba libre bende sadece çatlak kuzenimi çağrıştırıyor. Çapkınlıkta sınır tanımayan yakışıklı kuzenim Ozzy Salamanca’da okuduğumuz yıllarda (O nasıl bir okumaksa) akşam girdiğimiz barlarda bana “Kuzen, bana bir cuba libre söyle, ben hemen geliyorum” derdi. Gerçekten de beni kurda kuşa kaptırmadan hemencecik gelirdi. Ben ona bir “cuba libre” söylerken o Fransız bir güzelle Jesuitas (Cizvitler) Parkı’nda dolaşır gelirdi. (Yorumsuz, anacım.) Lakin mojito beni hayal kırıklığına uğrattı. İspanya’da hierba buena’yla yapılan mojito, anavatanında kart saplı tatsız nanelerle yapılıyor. Sıfır puan. Esas kutsanacak olan likit “bucanero” nam biraları. Almanları utandıracak tatta bir bira. Aç susuz kalan ben biraya vurdum kendimi de, ondan mı lezzetli geldi acaba, bilemiyorum. Alman vatandaşlığı almamama ramak kalmıştı. (Bu arada Mr. Mutluluk Hattı da toplam 30.000 kare çekerek Japon vatandaşlığına hak kazandı on gün zarfında). Halen hücrelerimde dolaşmasalar bile, kesinlikle yağ hücrelerimde kamp kurmuşlardır.

Velhasıl, yeme-içme âlemlerinde durum bu. İlk deneyimden sonra yemekle tüm ilişiğiniz kesiyorsunuz ve açlığınızı unutmak için kendinizi dansa ve müziğe veriyorsunuz. Bu saha hiç değilse umut arz ediyor. Üç kişi yanyana gelince bir grup oluşturup yemek yemeye çalışan turistin başında bitiveriyor. Memlektte herkes müzisyen, herkesin sesi harika. Elinizi çatalınıza değdirmenizle senkron şekilde iki gitar bir vokal Aleaddin’in cibi gibi beliriveriyor. Bu da taktiksel bence, çünkü tempo tutarken açlığınızı unutmanız için size son çağrı bu! Dolayısıyla katmerli kazıklanıyorsunuz. Hem parasını son kuruşuna dek ödediğiniz yemeği yiyemiyorsunuz, hem de bu iradeniz dışındaki müzik hizmetine paracıklarınızı bahşiş formatında sayıyorsunuz. Yemek konusunda çektiğim acılar (benden başka herkes doyuyordu) bana ’90 yılında Romanda’da geçirdiğim kâbus 10 günü hatırlattı. Sınırsız kaz eti, taştan bozma tuzsuz galeta ve eşlikçi olarak da içine düşen arılarla birlikte şişelenmiş portakallı gazozlar!

Salsa bilmeyene Küba vatandaşlığı vermiyorlar anacıımmm. Her köşe başında halkım salsaya emanet etmiş kendini. Bir millete külliyen dans bu kadar mı yakışır be güzelim! Dans ettikçe güzelleşiyor Kübalılar. Birgün sonra doğsa toptan kas doğacak olan bu ırkın ahvadı her türlü koşulda ve mekânda dans ediyor. Biz de öyle yaptık. Dans gecelerinde, meydanlarda, hatta herkesin uykuya çekildiği sokaklarda salsa yaptık (yapmaya çalıştık). Nilüfer Hoca’yla gittiğimiz üç salsa kursundan da iğrenç sigara dumanı ve ter kokusu yüzünden arkamıza bakmadan kaçmak zorunda kalmasaydık daha sağlıklı sonuçlar alabilirdik. (Buradan sigara içen tüm insanoğullarını lanetliyor, sonsuza dek benden ve şerrimden uzak durmalarını tavsiye ediyor, cümlesini hayatımdan tasfiye ediyorum.) Mevcut salsa bilgimizle Havana’nın İstiklal Caddesi’nde (Calle Opisbo) dans edip Küba halkına Türk’ün gücünü gösterdik. Koloniyal şehirlerin kraliçesi Trinidad’da yapılan meydan eğlencesinde ön saflarda dans ettik, Kübalı yakışıklılardan pratik dersler aldık. Havaalanında pasaport kontrolünde ekran dibinde bir salsayla veda ettik adalılara.

Küba’da hızlı ve yolunda giden tek şey dans. Halkımın hayatın ritmini yakalayabildiği tek alan bu. Salsa haricince hayat bu adada tekerleği patlamış bir Chevrolet ritminde ilerliyor. Söz gelimi banyoda şampuanınız bittiyse ve resepsiyondan acilen bir şampuan istediyseniz bu hizmet için kendilerine en iyimser ihtimalle bir saat süre vermeniz lazım. Üç kez telefon edip iki kez resepsiyona inip bildiğiniz bütün küfür ve tehditlerini savurursanız da bu slow motion filmi hızlandıramazsınız. Mevcut şartlarda hayatın ritmi bu. Nişaburek ağır semani. Diğer bir deyişle, ilk gün katil olamadıysanız, üzülmeyin, ertesi gün mutlaka olursunuz. Hele bir de hiperaktiviteden muzdaripseniz.

Limonata gibi bir hava var adada, halkım ne yapsın! Yaprak kımıldamıyor, tatlı bir rüzgâr sizi yalayarak geçiyor, mis gibi tropik bir koku hücrelerinize sirayet ediyor. Akıllara ziyan! devrim müzesindeki ve Santa Clara’daki Che müzesindeki fotoğrafları incelerken düşündüm de böyle iklimde, böyle florada ben de gerillaya katılırım. Çık dağa, yat palmiyenin dibine, limonata gibi havada ye mangonu, iç hindistancevizini, gözetle düşmanını. İşin şakası bir yana, devrim müzesinde kafamdaki sayısız puzzle parçası birleşti. Sert Meksikalı grup Control Machete’den bildiğim machete’nin sandığımdan basit bir silah olduğunu (köşeli bir kılıç) da burada gördüm. Gerilla savaşında pek sık kullanılmış. (Bu arada tüm nüfusa ev ödevi: Control Machete’den aynı adlı parçayı dinleyin, sevin onu.)

Küba filmlerde gördüğüm, resimlerden bildiğim Küba’ydı. Vakitlice gördük ülkeyi, lakin Fidel’e bir şey olacak olursa son yapıştırıcı da uçup gidecek. Her köşe başında devrimi hatırlatan notlar, pankartlar, tabelalar var. “Her şey devrim için”, “devrimi kollamak herkesin görevidir” gibi sayısız tabela şehirlerarası yollarda bile üçer beşer dakikalık aralarla serpiştirilmiş durumda. Fidel bu tabelalarda da Che’yi ölümsüzleştirip kahramanlaştırırken kendisini hep arka planda bırakmış. Ona dair tek tabela yok. Sadece yer yer afişlerde görülüyor. Fidel’in görüşleri de “reflecciones de Fidel” başlığıyla Granma dergisinde ve sabah televizyonda yayınlanıyor.

José Martí Küba dostluk derneğinin düzenlediği bu harika gezi programı çok özel seminerlerle doluylu. Özel girişimle ulaşılamayacak pek çok kişiye ulaşıldı. Çernobilden zarar gören Ukraynalı çocukları tedavi eden bir kurum, Casa de Américas gibi pek çok kurum ziyaret edildi, çocuklara resim dersi verilen bir mahalle okuluna gidildi, tıp fakülteleri incelendi. Küba tatili diye kandırılıp seminer seminer dolaştırıştırıldık. Hal böyle olunca, biz de zaman zaman seminerlerden kaçıp mango ağaçlarının altında uzanarak Arapça çalıştık. (Available royal bir Arapça hocası fırsatını kaçırmadım).

Adanın batı yakasında kalan Pinar del Río’da kahve plantasyonlarını gezdik. Köleler ve senyörlerin evlerinden arta kalanları gördük, kahve ağaçlarından kahve çekirdekleri (kuru üzüm tadında) toplayıp yedik, tropikal ormanın içinde Maria’nın kahvesinden içtik, bazıları pırıl pırıl nehirde yüzmeye giderken biz de adrenalinimiz tavan yapsın diye canopysta sertifikası almak için üç etaplı bir çılgınlık yapıp nehirleri havadan asılarak geçtik. Nehir üstü uçaraka şarkı söylemek gibisi yokmuş.


Beni izlemeye devam edeceğim anacııım…

¡Todo por la revolución!