14 Nisan 2012

KEYFİMİN KAHYÂSINI ALIP…

  
    İyiden iyiye Makbeth’in üç cadısına dönüştük. Kayna kazanım kayna. Ya da: biz üç kişiydik: Bedirhan, Nazlıcan ve ben Suphi. Beğendiğinizi alın. Sonra da diyorum bu alnımdaki çatlak nasıl hasıl oldu? Pek tabii 38 yıldır kesintisiz gülmekten. Ama bu hafta ona da veda ediyorum. Yıllar yılı İffet cadalozundan gördüğüm çeşitli baskılardan biri olan “alın operasyonu baskısından” imanım gevremiş şekilde kendimi tıbbın ellerine bıraktım. (Bu arada daha önce yazmıştım, ama yeniden hatırlatayım. Atatürk’üm “Beni Türk hekimlerine emanet ediniz”, demiş. Velâkin 1937’de de “bana adam gibi bir doktor bulun!” diye haykırmış.) Ama ben bizim doktordan ümitliyim. Alnımın ortasındaki vadiye bir çare bulacak inşallah. Bulamazsa taraçalandırıp çiçek, sebze-meyve filan yetiştirmeyi düşünüyorum o bölgede. Haydi doktor! Geçen hafta şöyle bir diyalog yaşandı: “Anneee, ben çok sevineceğin bir yere gidiyorum. Bil bakalım nereye?” “Aaa, alnını yaptırmaya doktora gidiyorsun!” (Alnım bozuk sanki!)
       Bursa’da rüya birkaç gün geçirdik I. Murad sempozyumunda. Yusuf Hoca’nın muhteşem organizasyonu ve inceliği sayesinde başarılı oturumlar ve oturum sonraları yaşadık. Erkek olsaydım sanırım o olurdum doğrudan. Yolculukta beş dakika geciken arkadaşlarımıza “Siz Şark saati mi kullanıyorsunuz?” demesi korkumuza korku kattı. Mum olduk yediden yetmişe. İşte bizim üniversiteye lazım hocanın ta kendisi. Necip Hoca’nın yanına bir de Yusuf Hoca gelse üniversitemize nizam gelir vallahi. Ben zaten üzerime düşeni yapıp arkamdan derse giren öğrenciyi almıyorum, onu “kendine bir içki al” diyerek kantine gönderiyorum. Hayatta da gecikeni beklemem.
  Yusuf Hoca bizi minibüse doldurup Tirilye’ye götürdü. Bu muhteşem Rum kıyı kasabasını görmekte 38 yıl gecikmişim. Şeker gibi bir hava, gün batımı, çıtır balıklar, rakı-bira… Minibüsten inip bir rüyaya düşmüş gibiydik. Girit mübadillerinin şaşırtıcı anılarını anlattı. Bu kitabı Yunanca’dan çevirmeye söz verdim ona. Velhasıl Yusuf Hoca’yı çok, ama çok sevdik. Uludağ’ın adının Keşişdağı’ndan çevrilmesi de 1925 yılında olmuş. Bu denli geç olduğunu bilmiyordum. Tirilye'yi görmeyenler için:
    
    Pek sevdiğimiz ve memlekette okunabilecek üç gazeteden biri olan bir gazetemiz blog sayfası açmış. Bana gazetelerine geçmemi teklif ettiler. Ben de “bu işten çıkarım ne olacak?” diye sordum haliyle.  “Daha fazla kişi tarafından okunmak”, demezler mi? Daha fazla kişi tarafından okunmak isteyen kim? Yoksa ben bilmez miyim kötü romanlar yazıp best-seller olmayı? Sevenim az ve öz olsun. Herkes beni okur ve severse bunda bir gariplik olmaz mı sizce de?  Gazeteye bak: memleketin yazarını al, reklamdan paranı kır, yazarın emeğiyle kırdığın parayı yazara telif olarak verme, onu daha çok okunsun diye himayene al. Bak bakalım benim şeklime, ben de öyle bir form var mı? Ne diyeyim, “daha iyi bir teklifle gelin”, dedim. Ayrıca bir bak bakalım bana, ben reklam ihtiyacı olan birisi miyim? Benim üretimim yıllar önce durdu be! Tekim ben, yekim, sekim! Nevim şahsıma münhasır. (Bu akşam Nebi Hocacığım gelip, “bir çocuk yap da yiyelim”, demez mi? -Atreus sendromu desek mi?- Ben de ona dedim ki, “Hocam, memlekette benden bir tane daha olursa çok gelmez mi? Hazır mı buna Törkiye?) ne diyordum, ha, ben de o gazeteye demeliydim ki, “gelin, bloğumda yazın, daha kaliteli okurlarınız olur!” Hohoyttttt… Seviyorum ben sizi beeee, canım okur-yazarlarım. (Telif verselerdi kırışır, Shantel’i çağırır, bir kır partisi yapardık. Bu da size sözüm olsun.) Tepemde gökyüzü, altımda toprak, keyfim yerinde benim! Nebi Hocacığım’ın bir arkadaşının dediği gibi: Yanıma Keyfimin Kâhyası’nı, Paşa Gönlüm'ü ve Tepemin Tası'nı alarak hep beraber, Burnumun Diki'nden aşağı Kasımpaşa'ya giderim ben.
     Yavlum Mitat ve Çırak Mirsat’ı hatırlar mısınız? ( N’olur, hatırlayın da yaşlı hissetmeyeyim kendimi.-Miş gibi yapın.)  Ne süperdi derkenarları, değil mi? Kendisine yazdığı notların da hastaydım. Ben yazsam nasıl yazardım bu hafta, bir de ona bakalım:
-Kitap bitene kadar aşık olunmıycak, tikat! Olunacak olursa kendisinin de eline kalem verilip yardıma davet edilecek.
-Ofiste kulaklıkları takıp hezeyan halinde Arapça şarkılar söylenmiycek. Gelen öğrenciler karşısında karizma magmaya iniyor.
-Anneyle babanın küsmesi, babişkonun pijamalarını ve kitaplarını alıp bana taşınmasına çalışılcak. (Evin temizlenmesi ve ütülerin yapılması için son çağrı.)
-Bir gün olur ayol, ay çoook güzelmiş, diyerek küçük boy ayakkabı alınmıycak. Ayak bu, yün kazak diiil,  90 derecede yıkayınca çekmiyo.
-Ev kiralancak, kırmızı bavula taşınılcak:  İlan: Beylerbeyi’nde, Sazan Aksu’yla duvar komşusu, Savarona manzaralı, yatağa çıkıp zıplayınca Boğaz ayakların altında, denize 100 metre ev. Ortak alanda, paspasta yaşayan Çıtır nam sokak köpeği, İbrahim Tatlıses kılıklı haşin kedi de bedavaya geliyor. Kira Macar Forint’i cinsinden alıncek, 20.000 forint kaporo, artııı beş şişe Sardinya malı kapari.
-Babaya haftaya 4 günde 2 seyahat yapacağın, özellikle Eskişehir üzerine cila olarak Batman’a çalıştaya gideceğin söylenmeyecek. Stres yaptırılmıycek. Bir arkadaşa bakılıp çıkılcak.
-Fondiplenen şarapların şişeleri kapıcı görmeden, şanın yürümeden torbayla çöpe “bizzat sen kendin tarafından” atılcek. Kapıcı Dursun görürse, “ben içmedim, Sazan içti” dencek, sazanlancek.
-Rachid Taha gelsin diye dua edilcek. Olmadı imza toplencek. Gelse de Helsinki konserindeki gibi sarhoş olup yere yıkılsa, yattığı yerden şarkı söylese, vinçle kaldırılsa gibi tatlı bir dilekte bulunulcek.
-Üniversite benim deli olduğumu 13 yıl sonra anlarsa 3. kattan tanzimat(!) alınıp gidilcek, Lizbon’a yerleşilcek, ölene kadar Pessoa okuncek. (II. Tanzimat) Tanzifat da olsa olur, temiz olur en azından.
-Yaz gelene kadar fazla kilolar verilcek, artan deriler Türk Hava Kurumu’na bağışlancak.
-Osmanlıca hocasına küsmek konusunda istikrarlı oluncek. Kendisiyle mezarda bile konuşulmiycek.
-Doktora akıllı taklidi yapılcek. O da delirip kaçacak olursa alnındaki Süveyş Kanalı hizmete açılcek. Yunan bandıralı gemilerden nostaljik olsun diye Drahmi alıncek. Ruslardan şal, Gürcülerden şarap, Rumenlerden kemancı Çigan, Abazlardan envai hamur işi bazında vergi alıncek, Bulgarlardan arabayı çaldırmadan kaçılcek. (Onlarda denizden giderken karadaki arabayı çalma yeteneği yoksa ne olayım. Bulgaristan Türkü bir arkadaşımın kocasının arabasını içinde kocası varken çalmışlar ayol, ne diyorsunuz!)

    Doktor diyince aklıma geldi. Anglo-Saksonca dersimiz vardı Boğaziçi’nde. Tercüme sınavında bir adamın kızına mektubumu vermişti Cevza Hanım "deore dohtor” diye başlıyordu. Cümle âlem “sevgili doktor”, diye çevirmişti. “Sevgili kızım”, olacak tabii. Farsça’daki gibi, tohter… Gözünü sevdiğimin Hint-Avrupa dilleri. Hatırladım da Anglo-Saksoncayı da ekleyeyim cv’ye. Emrah Amerika’dan gelse de etimolojik kavgalar etsek. O da olmasa ne yapardım koca memlekette?
  Ben kitabımı yazmaya dönüyorum. Bu arada konusu gelmişken az önce Altınçağ İspanyol Edebiyatı’ndan okuduğum bir korsan şiiri örneği de amaca hizmet etsin diye paylaşıyorum:
“Gemim hazinemdir;
Tanrım ise özgürlüğüm;
 Kanunum, gücüm ve rüzgar;
Tek vatanım denizler!”
  
    Bengü kuşum pek hoşuma giden bir şey söyledi. Türk erkekleri bir kız peşinde koşarken başka biri oluyor, operasyon başarılı geçerse de fabrika ayarlarına dönüyorlarmış.
    Anlayacağınız bana ayrılan bir alın çizgisinin de burada sonuna gelmiş bulunmaktayım.
    Diyorum ki, acaba sevgili doktor bana bir de akıl plantasyonu yapsa nasıl olur…
    Doktor beni baştan yarat!

5 Nisan 2012

BEN HER NİSAN BİR YAŞ DAHA GENÇ…


   “Her bahar biraz daha aşığım”, diye de devam etmek isterdim Kanık’sal olarak, değil mi? Nerde, anacım. Bildiğim tek şey, her Nisan biraz daha çok işimin olduğu ve aşk’tan bir o kadar uzaklaştığım. Ama keyfim keyif. Bana ayrılan bir yaşın da dün gece burada sonuna gelmişim, bir de baktım 38 olmuşum. Dışarıdan hiç göstermiyormuşum. (Bir bilseler içerideki yaş durumu 3 ila 5 arası. Ruhum kindergarten’da kaldı, a dostlar). Üç kitabımın başkahramanı Amanda üniversiteyi bırakıp Paris’e kaçtı. (Kocası Paris’te olduğu için kocaya kaçtı da denebilir). Bana Güneş Kral’ın şehrinden bağlanmış ve aynen şu doğum günü mesajını yollamış:
“Kanına girdiği, canına okuduğu onca mazlum ve meczub erkeğe inat bir kaç çanta darbesi ve tehdit dışında postu deldirmeden 38. yılını deviren hiper dirayetli arkadasım:))) Senin 20’li yaşlarını daha dün gibi hatırlıyorum, neden biliyor musun canımın içi? Çünkü o gün bu gündür heep aynı küçük kız coçuğu olarak kaldın. Böyle de kal. Mutlu yıllar.”

     Yere düşeyazdım gülmekten. Amanda’ya laf yetiştirmek mümkün değildir. Ben sadece önünde saygıyla eğilmekle yetinirim. Efenim, bana ayrılan 38. Yılında burada bitivermesini hüsranla kutlamak için My Moon nam bir karaoke barda toplandık. Gecenin ilerleyen saatlerinde gerçekten seçtiğimiz şarkılar olsun, mikrofondan gelen hazin ses olsun, maymun olmuştuk. Annem, babam, kardeşim, çılgın kuzenlerim ve biricik dostlarımla mekânı kurulduğuna pişman ettik. Annemi sahneden spatulayla kazıdık. Zavallı babamın ise doğum günü sonunda kardeşime usulca “bir hafta kendime gelemem ben yavrum”, dediği saptandı. Red Hot Chili Peppers kıvamında başlayan gece her Türk’ün her an başına gelebileceği gibi “Sen de yaz, yaz, yaz”la bitti. (Caferciğimle düet yaptık da halkı Özüm İki Gözüm kurtardı). Boğaziçi’nden pek sevdiğim Burcucuğum da sürpriz yaptı geldi. Burcu en büyük hayalimi gerçekleştiren tek arkadaşımdır: Faudel’i yakından görmek ve konuşmak. Anam buna şanstan da gayrı bir şey denir bence. Sen Paris’te bir bara gir, içinden Faudel çıksın. Hola’da başkahramanın yaşadığı mucizeyi Burcu yaşamış. Hey yavroooom, Zeus Abi, o şanstan biraz da ver, Venüs Ablam’a söyle, kendisinde biriken bonus puanlarımdan vazgeçiyorum.
      Burçe, Selçuk ve Hoca üçlüsünün özenle seçip aldığı el yapımı, kırmızı tüylü siyah şapkayı o kadar sevdim ve öyle sıkı bir korumaya aldım ki, eve dönerken babamla gecenin 2’sinde polemiğe girmek zorunda kaldım. Babam “sen keyfine bak, biz sana şapkanı sonra getiririz sonra”, dedi taşımayayım diye. Ben şapkadan ayrılmak istemeyince, önce ikna etmeye çalıştı, sonra da aynen şu cümleyi kurdu: “Aman be Özlem, Demirel bile şapkasını veriyor kızım!” Dağıldık gülmekten.
     Cafer kuşumun hediyesi ise artık okuma hezeyanına bir son anlamına geliyordu. “How to talk about books you haven’t read” adlı enfes bir kitap almış, kapağına da “yeter okuduğun” yazmış. Zamanlama beni yıktı. Çünkü bugün Genova ve Valencia Üniversitelerinde ortak savunulan bir doktora tezi için jüri olmayı kabul etmiş olduğum gerçeğine uyandım. (Hatırlamıyorum desem yalandan ölmem yani). Delikanlı tezi gönderdi bugün, üzerinize afiyet 550 sayfa yazmış, kimsecikler de dur dememiş sağ olsun. Ben bir taraftan çaresizce Cafer’in verdiği hediyeye bakıp gülümsüyordum o anda. İtalya’da yapılacak bir savunma için, 550 sayfa İtalyanca tez okuyacak, seyahat engeli olmayan, fiziksel olarak bana benzeyen bir hatun kişi aranıyor anladığınız.
     Araya Rafael Correa nam übermensch girince unutuverdim yazmayı. İşte tam da yakışıklı üstün insanın geldiği gün eski bir öğrencim, Sedacığım bana bir kutu macarron getirmiş. İnanamadım. Ne zaman öğrenmiş, ne zaman uzmanlaşmış? Chocolat filmindeki belediye başkanı gibi ağzıma burnuma yapışmış bir halde hepsini yiyip yere yığıldım. Yuttuğum macarron’lar Şekil 1-A’da. Seda sadece bu işi yapıyor. Sweat Dreamss nam bir marka almış, evden çalışıyor. Siz de isterseniz face’den ulaşıp, ısmarlayabilirsiniz. Resimdekinden de güzeller, her biri ayrı tatta, çıtır çıtır!

    İnzivaya çekilecektim ya. Çekildim, çekildim, ama sorun bakalım nerede çekildim: bavulda. Temmuz ortasına kadar her hafta içli dışlı bir şehir programına hoş geldim yine. Diyorum ki, İslam Korkusu’nu 15 Temmuz’a bitiremezsem, Doğan Kitap”a “şöyle bişi yazdım, olur mu?” diyerek bir gezi kitabı versem. “Yorgun bir bavulun hikâyeleri”.  İşin en güzel yanı 3 ay içinde tam 4 adet Yunanistan yolculuğum olması. Bugün çok sevdiğim bir arkeolog dostum aradı Helen topraklarından, doğum günümü kutladı. “Seni öpüyorum ve seni seviyorum”, diyerek telefonu kapatınca telefon elimde kalakalmışım, yüzümde anlamsız bir gülümseme, dondurmuşum o anı. Tam o esnada Mr. Mutluluk Hattı girdi içerdi ve ben o yüz ifadesini anlatmakta zorlandım. Hastasıyım Yunanların. Sevmeyi bildikleri, dostluğu tanıdıkları, iyi ve kötü günümde yanımda oldukları, saygıdan haberdar oldukları, huzur verdikleri ve daha pek çok şey için. Sevdiklerini söylemeyi bildikleri, bunu dile getirmekten çekinmedikleri, tatlı sesleriyle mutlu ettikleri için. Kendileriyle dertleri olmadığı için. Aşağılık kompleksini bilmeden kadına-erkeğe-insana yaklaştıkları için.
   Nurtopu gibi bir ekşi sözlük sapığım oldu. Adı Olumsuz Gerçek. Geçen hafta programın pek tabii ki benden kaynaklanmayan "ilkokul seviyesi"nden bahsetmiş, sonra da hakarete girmesin diye düzeltmiştim. Delikanlı sadece ekşi sözlük'te saldırıya geçmekle kalmamış, bir de psikopat gibi tekrar tekrar blog'u okumuş. Allah akıl fikir ihsan eylesin halkıma! Şifa versin. Okumasın anacııım herkes beni, okumasın. Anlayan, seven okusun.
      Selmacığım evinde bilgisayarı fişte uyumuş. Sonra ateşe ve dumana uyanmış. Haftalardır ev temizliyor. Kitaplar is olmuş. Bu trajik halin içinde hâlâ gülebilecek bir şeyler ararsanız, şöyle bir şey var: pisileri isten gri olmuşlar. Onlara yeni bir isim bulmuş: Külkedisi!
    Kardeşim anlatmıştı, nereden aklıma geldi şimdi bilmem. Bir gün, dolmuşta bir adam öne 100 TL uzatmış şoföre uzatsınlar diye. Dolmuş daha dolmamış. Kapı da hâlihazırda açıkmış. Adam bir paraya bakmış, bir şoföre bakmış, bir paraya bakmış veeeee… Tabanları yağlayıp kaçmış! Soruyorum bu durumda arkada oturan bedbahtın parasının üstünü kim verir?
      Bugün yarı trajik bir an yaşadım. Pek sevdiğimiz, ismi ve (bundan sonra da cismi de hiç ama hiç) lazım olmayan bir hocamız beni zıvanadan çıkardı. Ben de İstiklal’de hem ağlar, hem gider, hem de telefonda durumu şikâyet eder konumdaydım ortak bir dostumuza. Yoldan geçen bir delikanlı bana yaklaşıp “abla, seni ağlatan şerefsizdir” demez mi? Tam o esnada telefonun diğer tarafı hayli şenlikli bir hal aldı, arkadaş da gülmekten gözyaşları döktü. Aynı şey Mr. Mutluluk Hattı’nın da başına gelmiş. Bir gün iskelede bir delikanlı ona “ben senin bıyıklarını yerimmmmm” demiş. Kolektif bir hezeyan halindeyiz. Biz 70 milyon baloncuk delirmiş vatandaş, nereye gidiyoruz? (Bu arada biri sizi ağlatıyorsa, üzerine bir çizik atın hayatta.)
      Ha, bu arada bir kitabım daha çıktı yepisyeni ISIS’ten. Son yıllarda bavulumla beraber yaptığım İngilizce, İspanyolca, İtalyanca sunumlar. Yani, bavuldan makaleler J Adını “Ottoman World, Europe and the Mediterranean”, koyduk. Yakıştı.
     Haftanın sözü (Niça’dan): Eşeğe yüz verirsen kendini Arap atı zanneder.
     Haftanın bilgisi: Curaçao diye bir ada varmış, Karayipler’de, lakin Hollanda’nın. Bizm eski Salsa hocası oralı.  Bu kelimeyi cümlede kullanayım bakalım olacak mı? “Sebastiaaan, bana blue curaçao yap!”
    Haftanın hissiyatı: Kardeşimle seslendirdiğim "La Isla Bonita" akabinde karaoke sahnesinden inerken “Madonna’ya şimdi saygı duydum” hissi.
    Haftanın anı: Annemin doğum günümde “loca loca” şarkısında piste fırlayıp dans etmesi.   
  Gençlere  Faudel’den bir şarkı hediye ediyorum. “Anti” …  Anti sebeb el mehna… “Tellement n’brick” adlı şarkıyı da sonsuza kadar kimseye hediye etmeyeceğim (içeriği kimseye uymayacak, çünkü kalbimin en sevdiğim hali lokal anestezili hali!) … Haydi, sağlıcakla… Ben sevdiğim pek çok akademisyenin yanına Bursa’ya I. Murat sempozyumuna gidiyor, sizi şu karikatürle baş başa bırakıyorum.