30 Ağustos 2010

ŠOFERİ, ŠOFERİ… EJ, DA VAS JE VİŠE!

Küçük bir operasyon geçireceğim. Daha önce hiç kesilip biçilmediğim için sehr sehr tırsingen durumundayım. Rahmetli anneannem katarakt ameliyatı öncesinde korkudan bütün kelime dağarcığını alt üst edip akla hayale gelmeyecek saçmalıkta kombinasyonlar yapıyordu. “Bacaklarıma bavul getirin”, diyordu çorap lastiği isterken zavallı. Ben de genetik olarak ona döndüm. Zaten düşük gramaj bir beynim vardı, son kalanı da telef oldu korkudan. Değil kan, kan düşüncesi bile tutar beni. Kardeşim de Çapa Tıp’ın kan tutan tek 3. sınıf öğrencisi. Garibime sınıfın dışına bir koltuk koymuşlar, kan gördükçe gidip orada bayılıyor. Neyse, doktor ameliyat öncesi birkaç iğne verdi. Dün gece çıktık yola, hem de hava alırız diye. Vara vara vardık, hastaneye geldik. İğneyi almayı unuttuğum gerçeği çıktı ortaya. Kardeşim sabır küpü. Eve gelip iğneyi aldık. Belirdik acilin kapısında. Kadına reçeteyi uzattım. Bir de baktım ki şehitler derneğine yapılan bir bağışın faturasını almışım cüzdandan. Gece nöbetçisi de olsa onu bu fişle kekleme ihtimalim çok düşüktü. Malum reçetesiz enjeksiyon yapmıyorlar. Kardeşimdeki sabrın da bir sınırı var. “Abla seni bana sayıyla mı veriyorlar?” “Abla, sen fıkra mısın?” diye diye eve geldik. Bu sabah çaresiz kendi kendime gittim iğne olmaya. Tam takımdım. Kapıda “bu sefer iğne olabildiniz bari” diye olaya pek bir sarkastik yaklaşan delikanlıya, “yok anam, bu sefer de kıçımı evde unutmuşum” demedim, diyemeddddiimmm. Ama inanın çok istedim.


Gelelim asıl meseleye, yani seyahat-i Makedonya’ya. Geçen yıl arabayla 5000 km’lik çılgın bir Balkan seyahati yapmıştık. On iki günde sekiz ülke. Başkahraman bendeniz olunca durumu siz tasavvur edin. Başımıza gelenleri İrini Hoca’ya anlattığımda “yanınıza keşke Kusturica’yı da alsaydınız”, demişti. Düşündüm de bir değil, on filmlik malzeme çıkarırdı sinemanın piri bizden. Bu akıllara ziyan yaşam karelerinden birinde Makedonya’da otobanda tam gaz giderken artık sinir krizi geçirmiş bir şekilde Balkan haritasını parçalayıp camdan atıyoruz ve bu esnada da birbirimize sadece ve sadece küçük dilimiz görünecek şiddette bağırıyoruz. Katil olmadan dönmemiz bir mucizeydi. Velhasıl sonuç itibariyle elimizi kana bulamadan memlekete varmak için bu güzeller güzeli ülke topraklarını son sürat geçmiş, Makedonski ellerinde sadece Üsküp’te alelacele bir yemek yemiştik. (Açık olan tek lokantanın bir İtalyan restoranı olması da talihin cilvesiydi) Bu sene ise Roma’ya doğru yola çıkmadan 24 saat evvel Burak Bey’in “Özlem Hanım sizi Makedonya’ya gönderiyoruz” demesi üzerine Roma’da beni bekleyen sürprize sevinmeyi unutmuştum. Ben hazırdım da, Bahçeşehir Üniversitesi buna hazır mıydı acaba? “Haydi, gidelim” denince asla “nereye?” diye sormam. “Ne zaman?” derim sadece. Hakikatli seyyahlık budur.

Dede toprağı malum. Selanik yakınında Serez’e (Serres) bağlı Koçani diye bir köyden Balkan Savaşları sonunda gelmişiz Malkara’ya. Hronis gece gündüz aramıştı Koçani nam köyü. Serezli topograf bir arkadaşının köyüne kadar gitmiş geceli gündüzlü aramışlardı, lakin Koçani adında bir yer olmadığını esefle kabul etmek zorunda kalmıştık. Bu durumda Makedonya’daki Kozani’nin Serez’e pek uzak olmadığını düşünüp Kozani’den gelmiş olabilme ihtimalimizi düşünmüştük. Serez de Kozani de klasik anlamda Makedon toprakları içinde kalmıyor muydu sonuçta? Yunanlılarla Makedonları birbirine düşüren bu değil miydi? Bana soracak olursanız fark etmez, Batı’dan gelsin de koordinatları önemli değil! İyi olan her şey gibi. Neyse, boy ve soy meselesi polemik yaratıyor son zamanlarda.

Biz dönelim Makedonya’ya… Yıl 2008. Hronis kıta kıta dolaşıp “Dünyanın Müzikleri” belgeselini çekerken komşu ülkede esas sürprizle karşılaşıyor. Makedonya’nın en hakikatli klarnetçisi olarak bilinen bir amcanın izinde Kozani’ye kadar geliyor. Ve bu arxiomusikos’un adının Nicolas ve -sıkı durun- soyadının da Kumrular olduğunu öğreniyor. Kumrular memlekette yok denecek kadar az bir soyadı. Onunla akraba olmama olasılığım ise sıfırın altında seyrediyor. Hem çalan hem oynayan bir Makedon, tipine bakılırsa da bizim ellerde dendiği gibi “şopar”. Soyadı kanunundan önce gelmiş olmamız tezimizi biraz bulandırsa da ben Hronis’in “Mousiki tou kosmou” belgeselinde gördüğüm o çılgın şoparın akrabası olmak istiyorum!

Hal böyle olunca da ben dersime heyecanla çalışıp, deli gibi okumalarımı yapıp TCA grubuyla yapılacak Türk ve Amerikan karışık heyetle heyecan içinde ataların memleketine gidiyorum. Dünyanın en tatlı Balkan tarihçilerinden ve sair akademisyen ve araştırmacıdan ibaret bir kadroyla bize özel bir uçakla süzülüyoruz Balkanlar üzerinde. Pek çok dost ediniyorum bu resmi gezide. Sevgili Recep ve Meldan başta olmak üzere Ankara’nın halis muhlis akademisyenlerini tanıyorum. Kars’tan Mustafa ise bizi akıl almaz sesiyle büyülüyor. Samimiyetin tavan yapması ve frekansların hayret uyandıracak bir seviyede tutması sadece bir iki saat alınca olan Amerikalara ve Makedonlara oluyor. Yarattığımız sinerji karşısında şaşkına dönüyorlar. Ülke içinde bulunduğumuz süre bizi iki minibüse bölüyorlar. Hemen Mustafa’nın önderliğinde arkayı dörtlüyor ve “Grup Vardar” nam bir Yurttan Sesler korosu oluşturarak silah gücüyle bile susturulamıyoruz. 48 saat boyunca non-stop bir Balkan türküleri konseri veriyoruz. Mustafa bu konuda tez hazırlamış. Bizi şaşkın izleyen grup liderini son gece kendimize benzetiyoruz ve Ohri’den Üsküp’e kadar minibüste dans ve müzik eşliğinde geliyoruz. Yılbaşı gecesinde çok özel bir topluluğa Yunanca şarkılar söylediğim için artık mikrofon bulamasam da dinleyici bulmam sonsuz bir konsere başlamam için yeterli oluyor. 2010 sahnede başlayınca ceremesini yakın eşraf çekti koca bir yıl.

Gezinin tarihi detaylarını ilk gezi kitabıma saklayıp sizi sıkıntıya gark etmeden özetleyeyim bu ballı geziyi. Vardar kıyısındaki Holiday Inn’e yerleşip hemen şehre nüfuz ettik. 4000 yıllık kalesi, köprüsü, camileri, avluları, çarşısı, nefes kesen kiliseleri ve sınırsız yeşili ile hayalimdeki Skopje’ydi bu. Rehberin Ortodoks dünyasının en güzel kilisesi dediği Holy Ascension Kilisesi ise gerçekten de hayatımda gördüğüm en gönül çelen retablo’lardan birine sahipti. Rehber bana biraz kıl oldu, ama olsun. Son yıllarda hagiografi okumaktan hafiften aklım ekşidiği için grubun sorularını yanlış cevaplandıran rehbere müdahale etmek zorunda kaldım. Kilisenin estetik dili benden sorulur anacım.

Atatürk’ün askeri idadisini görmek çok heyecan verici idi. Ya ona âşık Eleni’nin mektubu! Zaten son zamanlarda hayli hassasım bu konuda. Boynumda koca bir Atatürk kolyesi, Recep’in kolunda koca bir Atatürk saati: “Adresimiz belli olsun diye”. Makedonların tek nobelini getiren Madre Teresa di Calculta’nın müzesinde ise için için Hande’yi hatırlayıp güldüm. Bana fazla iyiliğin cilt bozduğunu hatırlatmak için “Madre Teresa di Calculta değilsin sen!” der kendisi. İlk gece ayrıca iktidar ve muhalefetten önemli şahıslarla harika bir yemek yedik. Herkesin masasına dağılan bu nazik beylerden benim şansıma kitaplarıyla Yücel Hoca sayesinde tanıştığım Makedon yazar Luan Starova’nın yakın bir arkadaşı bir politikacı çıktı. Bir sonraki seyahatimde onunla tanıştıracak beni. Heyecanlıyım.

Ertesi gün akşama kadar resmi ziyaretler sayesinde ülkenin durumunu öğrendik. Seyahat boyunca hiç kimseciklerin Balkan Savaşları öncesi ve sonrasında milyonlarca Türk’ün trajik bir şekilde yaşadığı göçten bahsetmemesi çok ilginçti. Öğleden sonra cumhurbaşkanı bizi Ohrid gölü kıyısında kabul etti. Yunanistan’ın Makedonya’nın ismini tanımamasının tamamen onomatik bir sorun ya da tarihi Makedonya’nın büyük bir kısmının Yunanistan’da kaldığı gerçeği olmadığına inandığım için sorunun geri planını sordum kendisine. Doyurucu bir cevap alamadım. Kendileri Pasok’tan umutlu olduğunu, bölgeye barış getireceğini düşündüğünü belirtti. 2007’de Yunanistan’da seçimlerden önce ben de Selanik’te Aristoteles Meydanı’nda Yorgo Papandreu’yu dinlemeye gitmiş, Kalimera şarkısına heyecanla eşlik etmiştim. Onu biz de heyecanla bekliyoruz.

O gün hastası olduğum “Yağmurdan Önce” filmindeki kilisenin içini gezdik. Ruhumu teslim edebileceğim kadar güzeldi. Geceyi ise cıvıl cıvıl göl kenarında, cıvıl cıvıl bir restoranda Makedon şarapları ve gölün leziz alabalığıyla tamamladık. Restoran tam anlamıyla gölün üzerinde olduğu için gece boyunca ayaklarımızı, bacaklarımızı dalgalara teslim ettik. Sakin sakin Balkan müzikleri çalan üç müzisyeni de yoldan çıkarmamızla geceye çılgın Balkan danslarıyla devam edildi. Yıllar öncesinde Üsküp yöresi halk dansları çalışmıştım. Sahne fırsatını yine kaçırmayıp Amerikalılara ve Makedonlara Türk enerjisini gösterdik. Mehtapta çaldık, söyledik, dans ettik… Rüya gibi bir geceydi.

Yıllar yılı ne Makedon hikâyeleri dinledim ben. Hele hele Adnan Abi’nin Makedonya anılarından bir film yapmayı bile düşündüm. Şiir festivaline ulaşacağım derken dağın başında UÇK’nın eli tüfekli devlerinin elinden kurtulmasından, gittiği bir berberde gördüklerine kadar neler neler. Efendim, anlatmadan geçemeyeceğim. Sevgili Alper ve Adnan Abi Makedon topraklarında dağ başında bir köyde berbere girerler. Koltuğa otururlar. İki ayrı berber çenelerini havaya kaldırdığı anda tavanda gördükleri iki dev poster onları şok eder: Sibel Can ve İbrahim Tatlıses! Nasıl film karesi ama?

Sanırım uykuda olduğum saatler de dâhil olmak üzere çılgın bir enerji ile geçirdim bu iki çılgın günü. Özellikle Recep Hoca’yla yan yana gelince sınırsız kahkahaya gömüldük ve hiçbir tehditle susturulamadık. Sabahın altısında yollara düşmüştük dönmek için. Uçağımız hareket ettiğinde güneş bile doğmamıştı ama biz o küçücük uçağın içini çınlatacak kadar enerji üretmiştik yine. Kargalar bile mışıl mışıl uyurken ilk kahkahamızın ardında arka koltuktan bir baş uzandı. 48 saat boyunca bize tahammül etmek zorunda kalan bir hocamızdı bu. Replik muhteşemdi: “Yahu yine mi sizden kaçamadım ben!” Yok, yok… Ben bu bünyemde pusu kuran çılgın enerjiyi ithal etmeye niyetliyim. Böyle yaşam geçmez anacııımmm…

Çoook uzattım yine. Leziz bir Balkan şarkısıyla sözlerime son veriyorum ve Bregoviç’ten “Gas Gas” diyorum. Bulun, dinleyin, mutlu olun anacıımmm…

Gas, gas...

Gas, gas...

Kelneri ko šećeri

A pevaju šoferi

LASCIATEMI RACCONTARE… (Türkçe mealiyle, bırakın da anlatayım)

Yine ben, anacım. Üç şehir arasında yaşayan Mahmure Teyze sabah gözlerini açtığında nerede olduğunu anlayamıyormuş. Mevcut durumum bu. Apartman sakinleri beni koca bir yaz elimde devasa bir bavulla hayalet gibi merdivenlerden süzülürken gördüler. Avrupa Yakası’nın o enfes final bölümlerinden birindeki Burhan gibiyim. Karşı balkondaki adamı delirtip sonra da zavallıya bütün bunların bir halüsinasyon olduğuna inandırmaya çalışan Burhan üzerinde atleti ile sandalyeye yayılıp elindeki dondurmayı yalarken “Ben aslında yoğum” der. Bir baktım ki, ben de aslında “yoğum”. Özellikle de yönetici aidatları sorduğunda, “heeeçç yoğum”.

Deniz kenarında yapılan yaz tatilinin hası her zaman kızlar arasında yapılır. Sevgili tatile götürülmez. Ama bu tatil için müdavim yaş ortalamasının 280.9 olduğu bir otel hiç de uygun bir mekan değildir. Oysaki şartlarımız olgunlaşmıştı. Altın kızlar grubu olarak üç kafadar heyecanla Çeşme Sheraton’un deniz manzaralı odalarının birine kamp kurmuştuk. Birkaç günlük tembelizw’dan sonra Sakız’da Katerina’yla buluşacaktım. Adı Katerina olan hangi şahıstan tarihte hayır gelmiştir ki bana gelsin. Ekildik ey halkım! Hal böyle olunca ben de çok sevdiğim iki kız arkadaşımla çok yıldızlı tatil keyfine konsantre oldum. 98’den beri Türkiye sınırları içinde otel tatili yapmadığımı fark ettim. Bünye alışık olmayınca etrafta cirit atan eli kolu altın zincir dolu, peruk kafalı Rus ve Alman adamlarına, Arap Kadri tadında fake sarışınlara bakıp da kahkahayı basmamak pek bir zor oldu. Unuttuğum lezzetler bunlar. Son 12 yıldır deniz denen nesneye sadece İspanyol, İtalyan ve Yunan topraklarından girmiş olduğumu şaşkınlıkla fark ettim. Otel tatili zaten bünyeme ters. Sheraton “her şey içinde” tabir edilen sapkınlığa direnen otellerden. Dolayısıyla ehvenişer. Yani kafasını tepeleme doldurdukları tabakta unutup uyuyakalan Ruslar yok restoranda. Ex-kayınbiraderin tabiriyle, “kaldır bakalım o kafayı bir ya, belki doymuşsundur” adamları namevcut. “Her şey” olmasa da korkunç müzikler, kâbus gibi çocuk animasyonları, tek emelleri ölmeden önce Çeşme Sheraton’da kalmak olan sadece tek değil, neredeyse iki ayağı çukurda kıdemli ihtiyarlar, görünüşleriyle etrafa korku saçan erkek bozmaları hesabın “içinde” idi. Biz de haliyle kendimizi odaya kapatıp yemek saatine kadar “ağır” kitaplara dalıp bolca geyik yaptık. Tatilin kitabı Blackwater oldu. Otelin dibindeki kitapçıyı günde üç kez yemeklerden sonra “Hanefi Avcı’nın kitabı geldi mi?” diye taciz edip kadıncağızı hayatından bezdiren 150 kişi arasına girdik. Ayrıca Mergen porcini’li peynirle tanıştım. Bir peynirkolik olarak müptelası olacağım korkarım. Biz de Öz’le enfes bir hafta sonu programı yaptık! Yüzyıllık hayalimi gerçekleştirmeye karar verdim. Oktoberfest! Münich ve Passau’da –çılgın diyemiyorum, Almanların sözlüğünde böyle bir sıfat yok malum- bira dolu bir hafta sonu. Bu yıl altı milyon ziyaretçi bekleniyormuş Oktoberfest’e. Size Münich’ten bildireceğim. Kafamda koca bir şapka, üzerinde çiçek ve biradan kızarmış yanaklarla döneceğiz. Ve muhtemelen Bavyera’nın en bi sevdiğim Rock grubu Spider Murphy Gang’den bir şarkıyı söylüyor olacağız: “Ich schau dich an, Du bist so wünderschön/ Ich shau dich an, aber leider muss ich gehen!”


Bu arada Alaçatı’ya da gittik pek tabii. Sakızlı kurabiyelerinden yiyerek sakızlı şaraplarını stokladık bavullara. Roma’da “seferiyim” avuntusuyla götürdüğüm şarap, bira ve kokteylleri düşünüp daha fazla günaha girmemeye karar verdim. Kimi kandırıyorsam? Ben kronik seferiyim. Hatta İtalya’da “seferiyim” avuntusunun son demini uçağa binmeden önce süpermarketten şişe şişe aldığımız Leffe’leri Leo’nun bahçesinde mideye indirirken yaşamıştım. Edelweiser’den sonra tapındığım bir bira oldu Leffe. Psikopat yanardağ yüzünden Londra’dan kurtulmaya çalışırken kendimi Brüksel’e atmamın en güzel yanı Fethiye Hanım ve Deniz’le harika bir 24 saat geçirip bonus olarak da Leffe’yle tanışmam oldu. Manastırda doğmuş Leffe. Keşişlerin keşfiymiş. Bu sene yemek tarihi dersim pek bir eğlenceli geçecek. Hele de “applied” kısmı.

Şu anda Şarköy’de deniz kenarında, iğdeler, bağlar ve zeytin ağaçlarından ibaret küçük bir ormanın orta yerindeyim. Evimize ayak bastığımdan beri kaç saat uyuduğumu hatırlamıyorum. Ama hâlâ sınırsız gezesim var. Loto çıkarsa bu fani dünyayı bırakacağım. Bu arada, meğer Leo’nun meşhur fal hikâyesinden haberi varmış. Bir de benden duyunca heyecanla son gün koşa koşa Loto almaya götürdü beni. Çıkarsa bana Galata’da bir teras alacak, kendisi de on bir çocuğa bakacak kadar bakıcı… Çocukları kakalayıp biz “aperatif hayata” devam edecekmişiz. Ne demek istedi inanın hiçbirimiz anlamadık. Bu aralar açıklanmış olması lazım. Leo’nun on bir tane Letonya ve Ukraynalı çocuk bakıcısıyla kaçmış olmasından korkuyorum.

Tam tatil havasındayız. Babam nalbur üstü bir insan oldu. Mösyö Bricolage! Ne zaman sokağa çıksak sırra kadem basıyor ve bir sonraki karede köşe başındaki nalburdan elinden gizemli bir torbayla çıkarken görülüyor. En son eseri Beylerbeyi’ndeki eve sineklik projesiydi. Tam bir Zihni Sinir projesiydi gerçekten. Çünkü babam sinekliği çerçeveye denk getirene dek günlerce apartmanın önünde elinde çekiçle “Amman beyaaaa” feryatlarıyla uğraşıp didinmiş mahalle sakinlerine heyecanlı anlar yaşamıştı. Şu anda sokağın girişinde bir tabela üzerinde babamın çekiçli bir resmi, üzerinde de çarpı işareti var. No İsmail, no bricolage!

Babamın bu hobisel faaliyetleri asla duvarlar gerisinde kalmaz. Ataköy’de otururken, annemin bir arkadaşı kullanmadığı hobi bahçesini babama vermek gibi bir hata yapmıştı. Babam işten gelip şortunu geçiriyor ve Ataköy 9 ve 10. kısımları boydan boya geçerek bahçesine ulaşıyordu. O zamanlarda civarda yaşayan arkadaşlardan en çok duyduğum cümle şuydu: “Özlem, dün babanı gördüm. Elinde kazma kürekle Atrium’dan geçiyordu.” Babam bütün yaz bir ordu Ataköylü bahçefille birlikte salatalık, domates ve sair zerzevat yetiştirdi. Yaz sonunda eve elinde tam bir adet domates ve iki adet salatalıkla geldi. Çingeneler hepsini indragandi yapmışlar! Zavallı babama tadımlık bırakmışlar vicdan sahibi sebzevat hırsızları. Babam pek tabii bunun üzerine jübile yaptı. Biz de salatalığı yemedik, evlat edindik onu, hatta isim bile verdik. Kardeş belledik. Orak, çekiç, kalem! İşte Kore bayrağı, işte babam!

Bu sene de Toscana’ya gitmek kısmet değilmiş. Leo’nun evde büyük restorasyon işine girişmesi bana yaramadı. Ama Şarköy yollarında nazarı dikkatimi celbetti de Trakya aslında Toscana’nın kardeşi. Bağları, zeytinlikleri ve ayçiçeği tarlalarıyla onun bu diyarlardaki ikizi. Seneye üç aile koca bir taş ev kiralayacağız Toscana ellerinde. Ver elini Siena, Floransa, hatta ve hatta Giglio adası. Milyon defa gitsem bıkmam. Hele hele Giglio (Zambak) adasına! Toscana’da yaşayan Paris nam bir ressam arkadaşım var. Mantarların meşhur ressamı. Ben de oğlumun adını Paris koyacağım. Hem onun gibi yakışıklı ve yetenekli olsun, hem de mitolojik seçicilik onda kalsın, elmayı o versin diye. Geçen gün yeni bir mitoloji kitabı okurken bu kararımı sağlama bağladım. Kendisini seçmesi için Hera ona krallık verir, Athena sınırsız zekâ sunar, Afrodit ise aşkına kavuşturmayı teklif eder. Ve Paris pek tabii ki Aşk’ı seçer. Benim oğlum da böyle olmalı. Bwaaa, üçün birini seçsin de görsün gününü evladım benim! Pehh, Aşk’mış!

Aradığımız kriterlerde Arapça hocası bulunmuştur. Arkadaş Filistinli. Haftaya operasyon başlıyor. Çılgın arkadaşım Eyüp’le kahkaha komaları arasında öğreneceğim üçüncü dil olacak bu. Bundan akdem Amr Diab, Cheb Mami, Khaled, Faudel, Tamer ve bilumum Arabî dilindeki şarkıyı bülbül gibi söyleyebileceğim, Ada vapurlarındaki yer tutan, loca yapan ve gürültü jeneratörü olarak işlev gören Araplarla çatır çatır (saç saça, baş başa) kavga edebileceğim, el Arab î turistlere anlayacakları dilden sevgi gösterisinde bulunacağım. Bir baktım da son bir yıl içinde üç Arapcin ülkesine gitmişim, artık el arabiye zamanın gelmiş de geçiyor a dostlar…

Okumanın istiap haddini aştık bu aralar. Kardeşim Çölaşan sapığı oldu. Sanırım son iki haftada adamın külliyatını bitirdi. Bugün bir çuval kitap aldık. Unutulmuş kitaplar arasında iki Don Camillo buldu Merve. Pantervari atladık. Yücel Hoca’ya sözüm vardı, nereden bulacağımı bilemiyordum. Kitaplar beni buldu. Guareschi okumamış insan gençliğini atlamıştır.

Sevgili Burçeciğim çok geziyorum diye “saçınıza taktığınız toka olayım” demiş sms’le. Mesajı aldığımda Şarköy’ün virajlı yollarında kafamda her gece pavyonda sahne alan dokuzuncu sınıf şarkıcıların bile takmadan önce en az iki kez düşüneceği koca siyah bir gül ve kuştüyünden mürekkep korku salan bir toka vardı. Yek başıma çok güldüm. Bu sene sınırsız rüküş olmak istiyorum. Yanımda dolaşmaktan utanacağınız kadar hem de. Leo’yla Tevere kıyısında bir tasarım butikten aldığımız 30 yıl öncesinin fotomanlarından yapılmış çılgın bir çantayla başladım ise. Ben diğer sapkın kıyafetleri bir bir denerken, Leo da bir saniyede kaç kelime telaffuz edebileceğini deneyerek zavallı yakışıklı modacıyı hayatından bezdirmekle meşguldü. İşte o modacıdan bu yazda duyduğum en güzel cümleyi duydum: “İstanbul için Roma’yı terk ederdim!”

Evde hediye kabilinden pek çok müzik aleti olmasına rağmen teknofobik olarak hiçbirini çalıştıramadığımız için hâlâ eski dostlarla dolaşıyoruz. Bizim kızlar beni geçen gün bu hayatın saçaklarına sıkı sıkı tutunan eski dostum cd-çalarla görünce “Aaa, Özlem! Hâlâ kaldı mı bunlardan yaaa?” deyince fark ettim durumu. El cevab: “Bir de bana bak. Benden kaldı mı hâlâ?”

Haftanın şarkısı: “Hani benim Recebim Recebim, hayır oyu vereceğim!” Zaten pek sevdiğim bir türküydü, artık daha çok seviyorum. Çin’e de gitsek 12 Eylül’de sandık başındayız.

21 Ağustos 2010

ROMANTİZMA ya da ROMATERAPİ!

Aromaterapi nam furyayı hatırlarsınız? Yalan, efendim. Doğrusu Romaterapi. Buradan “Romantizma” kelimesini de Mr. Mutluluk Hattı’ndan arakladığımı hemen itiraf edeyim vakitlice. Geçen gün akademisyen ordusunun şaşkın bakışları altında türlü jest ve kahkaha arasında boğaza karşı öğle yemeğimizi yerken sıcaktan mütevellit aklıma kışın Nilüfer Hoca’yı da alıp Petersburg’a gitme fikri geldi. (Aklıma derken?) Mr. Mutluluk Hattı da “benim romantizmama iyi gelmez”, deyince hemen vokabüler invasyon yapıverdim.


Nerede kalmıştık? Malum Roma “città eterna”. Kim bitirebilmiş anlatmayı ki ben bitireyim. Bu sabah Barbaros’ta yürürken bir de baktım Lavazza açılmış. “Espress yourself” diye bir de komiklik yapmışlar? İtalya’nın kanımca en iyi kahvesini memlekete getirirken nedir bu Anglosakson tavırlar? Neyse, bu kış İtalya özlemimi gidermek için kızları toplayacağım bir mekan buldum.

Efendim, Elifçiğim geçen yaz Venedik’te küratörlük işlerine soyunup Roma sanat âlemlerinin göbeğinde yer aldığı için bizi kendisinin de katkıda bulunduğu Kutluğ Ataman’ın enfes işlerini görmeye götürdü. Bu sayede Maxxi Müzesi’ne görmüş olduk. Hoş bir “modern”. Çok leziz parçalar vardı. En çok hoşuma giden Ataman’ın yatarak izlenen tavan projeksiyonu oldu. Detaylarla bu sıcakta sizi bayasım hiç yok. Yolunuz Roma’ya düşerse mutlaka gidin derim. Shakespeare'in mısraları önünde Leo'yu boğan benim. Mario'nun şaşkın bakışları ve hakemliği önünde Leo'yu bilek güreşinde yendim. İnanamadılar. Ben de! Bütün yaz spor salonu beklersem böyle olur.

  OKB! Ozlem Kumrular Bıkar!!! Hayır, öyle değil. Bakın bakalım tıpta neyin kısaltmasıymış. Hem de ileri safhada. Kimde olacak, bizimkinde. Tamam, pek düzenli olduğum söylenemez, ama pis değilimdir. Su içilen bir bardak masada durabilir. Ama Leo sağolsun suyumu bitirince gidip ossaat bardakları yıkadı, yerine koydu. Her saniye gölge gibi peşimde bir temizlik perisi vardı. Ben şanslıydım, çünkü sonunda “yetttterrr beee” diyebildim. Zavallı Mario’ya Paris’teki evinde “parmak izi yapıyorsun” diyerek çile dolu günler geçirtmiş. Erkeğin temizine ve düzenlisine secde ederim, ammma böyle bir vaka hiç bir yerde görmedim. Bir an sirküle eden kanımı çıkarıp yıkayacak diye korkmadım desem yalan olur. Tam anneme göreymiş. Söyleyeyim İffet’e de evlat edinsin bari. Beraber akşama kadar köşe bucak temizlik yapar, toz avına çıkarlar. Not my cup of tea, anacım.

İtalyanımın lezzeti biter mi? Bu sefer de semi-freddo (yarısoğuk) dondurmalarını keşfettim. Marzala’dan yapılan bir afet var ki bünyeye zarar vallahi. Portomsu, akıllara zarar bir tat. Sakın kaçırmayın. Ve bir kez daha kavun ve prosciutto’nun ne gönül çelen bir kombinasyon olduğunu fark ettim. Sayısız defa önünden geçtiğim bir dükkanı da bana Leo tanıttı. Tipik İtalyan. La tazza d’oro. Tarifsiz kahve dükkanı. Karamel, az öğütülmüş kahve çekirdekleri ve kremadan yapılan karışımı tadın. Şekil I A'da portakal çiçeğinden yapılan enfes bir Napoli tatlısı yanında limoncello ve meloncello... Akabinde bahsi geçen tazza d'oro, her yiyecek dükkanına yapışan bir Özlem ve son olarak devasa limonlardan limonata yapan nehir üstü büfesi.

Elifçiğim'le bol bol gülecek vaktim oldu. Ülke bazında dedikodu değiş tokuşu yaptık. Roma’dan İstanbul’u nasıl bir yakın takipte tuttuğuna inanamadım. Her zaman harika bir kızdı zaten. Neler neler öğrendim. Dünyayı takip etmekten memleketi kaçırmışım. G Yayın Grubu’nun 1990'lardan beri başkaları için metinler yazdığını biliyor muydunuz? Aşk ve ayrılık mektupları! Yaptıkları işe de “hayalet yazarlık” diyorlarmış. Bana yaramaz. Netekim benimkiler Türkçe olmuyor malum. Ama fikre hayran oldum, anacım. İşi bırakıyorum. Bundan sonra aşk ve ayrılık mektuplarınızı ben yazacağım. Bir yayınevi ısrarla çocuk kitabı yazmamı istemişti. Ben de heyecanla başlamıştım. Kardeşim durumu hemen fark edip. “Abla senin bu kitapları okuyabilen çocuk çıkacak mı acaba? ‘Anneeee, apokaliptik ne demek?’ cinsinden sorular soracaklar”. Haklı kız. Bir romanım İspanyolca’ya çevrilince de şöyle demişti. “Eee, kolay işmiş. Zaten iki kelime Türkçe vardır içinde, onu da hemen çevirivermişlerdir”. Kafa nereye, dil oraya, ne yapalım? (Aşağıda Mario'nun evlilik sonrası göbeği, akabinde sanırım yeryüzünde en sevdiğim meydan olan Campo dei Fiori'de devasa zeytinlerle dans)

Dün eski sevgilim İtalya’dan döndüğümü duyunca “Sen onlarla daha iyi anlaşıyorsun” dedi sitemsizce. Doğru. Uzun zamandır bunu düşünüyorum. Sanırım Makedon topraklarından buralara kadar gelen genlerim doğunun havasına suyuna alışamadı. Kafam basmıyor Doğu’nun işlerine. Frekansım tutmuyor. Batı’ya programlanmış bir ruh taşıyorum. Devasa kitapçı Feltrinelli’de Leo’nun tam bir “delirium” olarak gördüğü bir rafa bir bu rafa saldırma faaliyetlerim sırasında gastronomi kitapları arasında enfes bir başlık gördüm. “Non ci resta che mangiare” (Bize yemek düşer). “Non ci resta che piangere” filmine enfes bir gönderme. Pek hoşuma gitti, güldüm. Leo da şaşkınlık içinde “sen nereden bilebilirsin, İtalyanlar bile anlamaz,” deyince fark ettim ki aslında sevdiğim ülkelerin vatandaşıyım ben İstanbul’da yaşasam da. İtalyanım, İspanyolum, Yunanım, Portekizliyim, Meksikalıyım... Sonra da neden gazete okumuyorsun diyorlar. Gazete okusam bunca sevdiğim şeyi nasıl stoklarım hafızamda.

Ortaçağ yemek kültürünü anlatan bir kitap yapıştı elime. Massimo Montanari. Hikâyeye yasak elmayla başlayarak Ortaçağ filozoflarının orucun temelleri üzerine düşüncelerini veriyor. Boğazın “Sensualità” ve “sessualità”ya açılan bir kapı olduğunu anlatırken dört hılta da giriyor tabii. “Soğuk ve kuru” yiyecekler insanı bu zevkten uzak tutarken “sıcak ve nemli” olanlar duyuları uyarıyorlarmış Ortaçağ feylesoylarınca. Hezeyan ve heyecan içinde okuyorum. Bazıları gazete okurken ben İtalyanca öğrenmekle fena yapmamışım değil mi?

In somma. Ben Çeşme’ye oradan da Sakız’a kaçıyorum gençler! Komşular krizdeymiş, yardım edelim ekonomilerine biraz. Yiyelim, içelim, medeni sahillerinde güneşlenelim. Ne de olsa Doğu’dan gelen tek iyi şey güneştir. Portekizliler bunu İspanyollar için söylemiş olsalar da bize de fena uymadı hani değil mi?

Dönüşte çılgın Makedonya seyahatimizi anlatacağım... Anacım gezmekten yazmaya yetişemiyorum.... Birisi durdursun beni...

20 Ağustos 2010

DOLCE VITA ya da ROMANTİZMA!

    Ciaooo.... Kaptanınız konuşuyor. Sadece benim değil cümlemizin heyecanla beklediği seyahat pek bir başarıyla gerçekleştirildi. Fransız elçiler Kanuni’nin “Roma’ya, Roma’ya!” dediğini söylerler. Kanuni’nin “Tutte le strade portano a Roma” atasözünü bildiğinden şüphemiz var elbet, ama ne de olsa aklın yolu birdir, değil mi? Spatulayla kazınarak geri getirildiğim Roma’dan size hergün yazmaya niyetlenmiştim. Lakin Fransızlaşma işini bütün klavyelerini A klavye yaparak abartan Leo yüzünden heyecanla başladığım bir iki yazıyı küfrederek yarım bırakıp heyecanımı dönüşe sakladım. A klavyeyi kullanan tanıdığım son ölümlü dedemdi. O bile F klavyeye dönmüştü.


Gerçekten de cümle Romalı dükkânını kapatıp tatile gitmeden önce kapılarına utanmadan astığı “tatil nedeniyle kapalıyız” (Chiuso per le ferie) yazısını özlemişim. Sonuç olarak Roma tatil nedeniyle kapalı ve hayli sakin idi. Ben havaalanına ayak basana dek tabii ki! Devasa bavulumla Leo’nun Tevere Nehri’nin yanındaki enfes Monte Verde Vecchio semtindeki aile apartmanlarına invasif bir şekilde yerleştim. Kuzenler, amcalar başta olmak üzere irili ufaklı ortaya karışık akraba çeşnisiyle çenem düşene dek konuştum. Özellikle de evi silme Botero tablolarıyla dolu olan sportif kuzenin evinde “yakın geleceğimi” gördüm adeta. Evet, bir buçuk aylık trajik rejimden sonra İtalya’nın sonumun Botero’nun koca göbekli karıları gibi olması için en ideal yer olduğunu baştan biliyordum. Ama ilk bir iki gün umutsuzca diyete devam ettik. Birinci çoğul, çünkü Leo son gün itiraf ettiğine göre tanıştığımız günden beri rejimdejmiş. Her gün kaç gr. kaybettiğini de gün be gün yazıp saklamış. (Bana gösterdi, inanamadım!) Gördüğümde tam anlamıyla transparan bir kuştüyü formundaydı. Bir kaç gün geciksem kendisinden eser kalmayacakmış, neyse ki vakitlice yetişmişim. Velhasıl üçüncü günden sonra kendimizi büsbütün Roma mutfağına teslim ettik ve hayvanları bile şaşırtacak şekil ve gramajda yedik.


Leo’nun babasının tam benle yaşıt motorunu da kapıp “Rome by night” yaptık gecelerce. 1974 yılındaki motorların numarası 34’müş. Plakası Roma-34’le başlayan hoş bir sürprizdi bu bana. Ben, Roma ve İstanbul! Yarabbim, ne tehlike! Ve doğru Elif-Mario çiftiyle Roma’nın yemek stoklarını tüketmek üzere kentin diğer ucuna avdet ettik. Yedik, içtik, güzelleştik. Bir kez daha Roma’nın zerafeti en ince uzak noktalara kadar yayılmış güzeller güzeli bir şehir olduğunu fark ettim. Eşit kalınlıkta yayılmış bir altın tabaka gibi. Her milimetre karesi bir rüya olan şehir! Hele bir de gece ışıklar arasında motor üstünde uçarak ve şarkı söyleyerek gidiyorsanız.

O kadar çok şey yaptık ki yarısını dönüş yolunda unuttum bile! Unutmadıklarımın başında hayatımın kitapçısı Feltrinelli’ye gidişimiz var. Bir hafta boyunca iki dakikalığına bakkala gittiğinde bile “Aloooo? Nerdesin?” diyerek taciz ederek zavallıya full-time invasyon uygulayan ben, Feltrinelli’ye girer girmez “haydi şekerim, görüşürüz” deyince idrak yolları kapandı bir an yavrucağın. Kendimi kaybetmişim. Aldıklarımı görünce terörize olmuş bir şekilde Elif’e “Özlem Feltrinelli’yi satın aldı” demiş. İki yanında iki devasa torbayla motor üstünde uçan bir kız tablosu Romalılar için hayli eğlenceli oldu.

Bendeki de ne şanstır! Şarap ve yemek filmleri festivali vardı Roma’da! Hem de Palazzo Valentini’de! Hem de açık havada! Abdellatif Kechiche’den Kous-kous’u izledik ve bayıldık. Geçen yıl Aix-en-Provence’deki bir sempozyum arasında, eğlenceli bir araba yolcuğunda Niyazi Öktem’in bize Bob Azzam’dan söylediği “Fais moi le cous cous, cherie” şarkısı geldi aklıma. Veee, pek tabii film çıkışı yeme operasyonumuza kaldığımız yerden devam ettik. Hem de şehrin en güzel meydanında!

Bir gece Elif ve Mario’nun harika terasında mangal partisi yaptık. Mario yüzüğü takınca mangalizasyon süreci içine giriverdi haliyle. Pek yakında onu çizgili pijamalar ve terliklerle göreceğiz. Delikanlılar romantik mumlarla donatmışlar her tarafı, Elifçiğim parmak yedirten yemekler yapmış ve cümle çatlak arkadaşlarını da çağırınca gece pek bir hoş geçti. Zanzarre tigre (Kaplan sivrisinek) tabir edilen vahşi yaratıklar beni günlerce bıkmadan usanmadan yedikleri için artık âlemlerde bacaklarıma sardığım bir peştemalla dolaşır oldum. Bacaklarım çilek tarlası gibi oldu!

Sanırım Gaudi’den sonra en sevdiğim mimar Leo. Bahçe katındaki daireye tavanı dahil olmak üzer her tarafı camdan devasa bir mutfak yapmış ki akıllara zarar. Koala gibi yapışasım geldi eve. Kızların gitmeden önceki yorumları ise koala değil daha sağlam olsun diye kene gibi yapışmam yönündeydi. Pür zevk örneğiydi mevcut evlerin her köşesi.

Bu arada son zamanlarda sosyolojik olarak cadı kazanımıza attığımız büyük araba kullanan insanoğlun zıddı olan İtalyanları görünce yeniden düşündüm. Evet, arabanın büyüklüğü aşağılık kompleksiyle doğru orantılı. Mesela kendilerinden her daim emin olan İtalyan milleti, ruhunun (ve bedenin) eksikliğini devasa arabalarla gidermeye çalışmak yerine yeryüzünde mümkün olan en küçük arabalarla şehre dağılmayı seviyor. Dolayısıyla park sorunu da kalmıyor tabii bu fındık gibi arabalarla. İtalyanımın şov yapmaya ihtiyacı yok, kendisi başlı başına sahne sanatı zaten! En sevdiğim arkadaşım bunu enfes bir fıkrayla şöyle anlatmıştı: Efendim, tilkiyle tavşan gidiyorlarmış. Tavşanın arabası bozulmuş. Tilki de onu kuyruğuna bindirip evine bırakmış. Bu arada merak etmiş tabii: “Tavşan kardeş, bu kadar büyük arabayla işin ne?”. Tavşan herşeyi açıklayan cevabı vermiş: “Kuyruğum küçük de ondan!”

Leo’nun renkli spor ayakkabısı koleksiyonu varmış Paris’teki evinde. Yüz küsür çift! Sonunda beni anlayan bir ayakkabı fetişisti buldum. Tek farkımız onun bu ayakkabıları annesinden saklamak zorunda olmayışı. Benim ise işim pek bir zor şekerim. Evin envai ücr köşesinde, kutu kutu pense! Bir kazı yapılsa kimbilir kaç çift çıkar. Sıkıyorsa gelsin dede İffet'e göstersin, kemiklerini bir bir kırar vallahi. İffetsiz ortamda koleksiyon yapmak da iş mi!

Benim tatilden anladım Yunanca “tembeliazw” fiili. Canın isteyince kalkmak, kahvaltının hazır olması, evde döne döne tembellik eylemine devam etmek, dışarı çıkınca içeri girmemek... Skalanın en altındaki fiilleri icra etmek. Ayrıca her türlü kaprisinizi çekecek bir prensin mevcut olması. Tatil dediğin şeyin kökünde bu gizlidir, anacım. Leo’nun tabiriyle “kırmızı halı serecek” birisi. Hiiiç dönesim yoktu hani, ama hayat şartları malum...

İtalya çok şanslı! Çünkü moratoryum ilan ettirmeden döndüm. Az kalsın Roma’yı bütün bütün yiecektim. Sonuç mu? Şu anda Leo’yla eskisinden iki kilo daha fazla çekiyoruz. O rejime devam ediyor, ben “pek tabii” bu âlemde artık jübile yaptım! En sevdiğim fiiller mi? Mangiare, mangiare, mangiare. Hepsini de şimdiki zamanda çekiyorum!
   Ps. Fotolar Elifçiğim'in objektifinden. Bendekiler, Arkası Yarın'da...

   Romantizma, I. Bölüm’ün sonu.

8 Ağustos 2010

GİDERAYAK

Tikat! İtalya öncesi bir “giderayak” değil bu, sevgili okur. Şerefsiz sıcak ve nem ittifakının elinde öteki dünyaya transfer olma babında (hem de beleşe) bir giderayak. “Alçak” Basra basıncı beraberinde sadece sıcak ve nem değil küçük çaplı bir dünya dolusu da Arap getirdiği için az önce adalardan buraya heyecanlı bir yolculuk yaptım. Arap görünce nöronlarım zıplıyor. Ve bittabi erkek başına dört zifiri çarşaflının düştüğü bir vapurda her zamanki gibi terör jeneratörü formunda geldim. Mümkün mertebe hepsine saldırıp veletlerine korkunç kaş göz hareketleri yaparak ülkemin medeni insanlarına hizmette bulundum. Sevmiyorum hiçbirinizi, anacım. Zorla mı? Özgürlük, eşitlik, kardeşlik adına da sizi seviyormuş gibi görünenlerden nefret ediyorum. Neyse ki bu şehrin medeniyetsiz halinden küçük bir mola alıp bir kadına en az dört yakışıklının düştüğü, tüm yolların çıktığı şehre gidiyor; vapurda ve yollarda Arap veledi cimcirmeleri için yakın arkadaşlarımı vekil bırakıyorum. Yakında Arap turistlere ülkelerinden çıkmadan önce benim fotoğraflarımı verip “tikat” diyecekler. Nı ha ha…


Sabah sabah Mr. Mutluluk Hattı’nın doğum günümde hediye ettiği gerçek limondan küpeleri ve sırtıma en son Egiana Adası’nda giyilebilmiş (medeniyet katsayısı uygun olduğu için) bir elbise geçirip kendimi İstanbul’un sahaflarına ve kitapçılarına attım. Operasyon sonunda tam bir çuval yepisyeni kitabım oldu. Sonra da Arap-free bir deniz otobüsüyle Burgaz’a avdet ettim. Malum onlar karga bokunu yemeden yollara düşüyorlar, ben de saatlerimi onlara göre ayarlıyorum. (Dönerken bir matematik hatası yapmışım). Niça ve Antoş’un manastır içindeki, denize nazır bahçesinde devasa bir masa kurulmuştu. Kaynanam seveceğinden yetişmiş olmalıyım. Yarın ölecekmiş gibi bu dünya için yedim. İçinde enfes bir de kilisenin olduğu bu enfes dünyanın hikâyesi ayrıdır. Bir ara anlatırım. Büyük İtalyan aileleri bile bugünkü masamızla havada karada yarışamazlardı. Günün hikâyesi Niça’nın yıllar önce çok sevdiği bir arkadaşıyla İstanbul’da bir tur yaparken küçük bir kaza yapmalarıydı. Antoş kurtarmaya gelir ve durumu şöyle anlatır: “Bir şey göremedim ki. Samanlar havada uçuyordu!” Evet, işte ineklerin yollarda yediği araba: Anadol. Anladığınız gibi olay İsa’nın vaftiz edilmesinden kısa bir süre sonra geçiyor.

Akşam ise Nilüfer Hoca’nın Büyükada’daki Adaevi’nde kitap tanıtımı vardı. Adalar arası eğlenceli bir yolculukta Arapadası’na intikal ettik. Güneş batarken ceviz ağacı altında sohbet edip güldük bol keseden. Nilüfer Hoca enfes kitabı ve tango tarihinden bahsederken komik detaylar verdi. Nebi Hoca’nın anlattığı ve çoktan unuttuğum bir anı. Efendim, eskiden mini giyen kızlara Tango denirmiş. Nebi Hoca’nın eşi Nihal Abla da ilk defa kayınfamilyayla tanışmaya gelince ona sağdan soldan bakıp eltiden bahsederek “diğeri tangoydu, bu zat tango!” demişler. Son zamanlardaki şehrin göbeğindeki mevcut halimizin Türk Dil Kurumu tarafından henüz onaylanmamış hali yani. “Zat tango” hareketi başlatacağım.

Necilaaaaanım da adadaki evinden inip geldi. Ayaküstü bir fıkra ve yemek tarihi becayişi yaptık. (Becayişi geçenlerde Osmanlıca dersinde öğrendim veee gördüğünüz gibi hemen cümle içinde kullandım). Berlin’de dört adet opera varmış ve hepsinin de bir yıllık biletleri bitmiş. Şaşırdım. Dört operaya şaşırdım. Genelde Germen ellerinde volksoper ve stadtsoper olarak iki adettirler. Haftanın özlü sözü Necilaaaanım’dan geldi. “Biz hiç salonsuz idare ediyoruz”. Ne diyeyim, derdest oldum gülmekten. Beni vapura kadar geçirdi. Neden mi? “Gittiğimden emin olmak istediği için” tabii... Ya maazallah adada kalırsam! Vay o adanın haline.

Leone’ye “İstanbul’dan ne istiyorsun?” diye sordum. “Hmm… tu. Niente altro” demiş. Türkçe mealiyle, “Senden gayrı bir şey istemem”. Düşündüm de bana böyle bir soru sorsaydı, ne derdim. “Ayy nerden başlasam bilmem ki, Leoneciğim. Birkaç kutu super-fresh culurgionis, casata, Matera yapımı meloncello (Limoncello’nun kavunlusu) -mümkünse kremalı-, Güzelliğin ve hatta Çirkinliğini Tarihi, Illy, yoksa Lavazza (oro olsun), tüf şarabı, orzata, Don Camillo’nun küllisi, cümlesi, hepsi, Sardinya tatlıları, zahmet olmazsa bir de tombiş bir Napoliten mandolin, envai çeşit taze makarna, limonlu mousse’a koymak için “perle” tabir edilen gümüş toplar, gniocchi… Haaa, sen de gelmeyi unutma sakın”.

Anacım, bu devirde aşktan sevgiden anladığın bu olacak. Kötü olacaksın ki, sana kötülük yaptıklarında zaten maç çoktan 1-0 olmuş olsun. Hanım kızlarımıza hafta sonu erkeklerle mücadele kursları vereceğim. Bu ilimde iyice piştim. Mesela geçenlerde kendilerini evlenme vaatleriyle kandırdığım delikanlıların yüzüklerini ve bilumum takılarını toplayıp ailemizin kuyumcusu Hristo’ya götürdüm. “Ayy, bunu sakın vermeyin. Çok keyifli bir kolyeymiş”, “aaa, bu yüzük süper. Siz takın”, diyerek almadı çoğunu. Hatta düşen taşlarını taktı, parlattı geri verdi. Eski Katalan sevgilimin söz yüzüğünden kurtuldum sadece. (Görünüş itibariyle kısmetimi kapıyordu). Ohh, o paracıklarla diğer eski sevgilimin meşhur designer kardeşinin dükkânına gidip Leone’ye tasarım hediyeler aldım. Ben kötülük diye buna derim, anacım. Acımayın erkeklere. Maymun edin hepsini. Edemediklerinizi bana yollayın, ben haklarından gelirim. Hatta size verdikleri hediyeleri yeni sevgililerinize verin, onlarla resmini çekin, Amelie’nin babasına yolladığı gibi evine gönderin fotoğraflarını… (Türk filmlerinin kötü kadın efekti geliyor benden size)

Son üç günüm de ayrıca bol adrenalinli geçti, as usual… Osmanlıca çıkışı yine içtima yaptık. Ortadoğu ve Balkanlar’ın en harika hocasıyla ders yaptığımız için çok şanslıyız. T. C. Sınırları içinde iyiliği, nazikliği, bilgisi, alçak gönüllüğü, hayat görüşü ve espri kalitesiyle hayran olunacak bir er kişi olduğunun son örneği sanırım. Biricik numune. Yine şefimiz hariç tam kadro Giritli’ye gittik. Sınırsız kahkaha ve sınırsız topik! Karar verdim, evleneceğim erkeğin topik yapmayı bilmesini şart koşacağım. (Yanı sıra ütü). Hocamızın anlattığı sayısız hikâyenin hepsini anlatmayacağım pek tabii(“herkes bu yüzden Osmanlıca kursuna yazılır ve sınırsız kalabalık oluruz” ihtimalini göz önünde tutarak. Bizim hocamız o!). Ama bir tanesini de geçemeyeceğim. Efendim, Neyzen Tevfik bol alkollü bir gece sonrasında evine dönüyormuş. Sokağına gelmiş, yoldan geçen birine “Neyzen’in evi hangisi?” diye sormuş. “Aman efendim, neyzen sizsiniz ya!” demiş karşı taraf şaşkın şaşkın. “Onu biliyoruz be adam, ben sana evini soruyorum!” Muhteşem, değil mi? Osmanlıca denen canavara nasıl katlandığımızı sanıyorsunuz? Ben bu işi Yücel Hoca’dan öğrenmeyenlerin nasıl kotardıklarına akıl erdiremiyorum doğrusu. Hepimiz Yücelist olduk. Salı ve Perşembeleri iple çeker vaziyetteyiz.

Anlat anlat bitiremedim ki anacım. Hocamızın hediye ettiği çılgın bir Macar yazarın romanını da anlatayım da kapatayım bari. Marda Szabó. Hastası oldum kadının. Nilüfer Hoca’ya heyecanla anlatırken bunun Tatlı Hayat’taki Menekşe’nin aynısı olduğunu fark etti. Tek nefeste bitirdim. Son bir aydır günde (bazen iki günde) bir kitap okuyorum ve başarabiliyorum! Nazar etmeyin, okuyun sizin de olsun, anacım. Hocamızın uğurlu bir eli var. Geçen hafta beni bir Makedon yazarla tanıştırmıştı, hiç yoktan bir Makedonya seyahati çıktı akabinde. Roma’dan dönüp ayağımın tozuyla Makedonya’ya gideceğim. Devlet başkanıyla da tanışacakmışım… Ayy, çok heyecanlı. Size yollardan bildiririm.

Ben yokken kendinize iyi bakın güzeller. Bol bol sıvı tüketin, Arap cimcirin, güzel filmler seyredin, vişne yiyin, şapkasız sokağa çıkmayın, üstünüzü örtmeyin. Yokluğumda çok kitap okuyun anacım. Yolu sevgiden geçen herkesle bir gün Roma’da buluşuruz… İğreeeenciiiimm, biliyorum. Her halimi seviyooorummm… Bu durumda “Lasciatemi cantare” diyorum… Yani: Bırakın şarkı söyleyeyim!



Ps. Özledikçe bakın diye bir de ekte artistik bir resmimi koyuyorum. Beni unutmayın anacım!

4 Ağustos 2010

SICAK, ÇOK SICAK, SICAK DAHA DA SICAK OLACAK...

Yazamıyorummmm anacım... Klavye elime yapışıyorrr... Tek-vücut oluyoruz. Biraz şansım yaver giderse 11-13 Beylerbeyi, 32-48 yatak odası koordinatlarında bulunan yatağımın yolunu bulup içine kendimi atıyor ve tüm mitolojilerdeki güneş, ateş, nem tanrılarına küfrederek uyumaya çalışıyorum. Sonra bir de yaz düğüncüleri var malum. Bütün nüfus Beylerbeyi’nde evlenmek için taaa zemheri kıştan sözleşmiş sanki. Yok, anacım, çekilir şey değil. Her gece sabaha kadar beynimin içinde damat halayı çekiyorlar. Bir de havai fişekler var. Uzaktan güzel görünüyor. 50 metre dibinizde patlayınca heyecanı bir de siz görün. Korkudan tavana yapışıyor insan. Her gece aynı telefon konuşmasından ben de sıkıldım. “Alooo?? Sabancı Öğretmenevi mi? Manyak mısınız kardeşim? O havai fişeklerin hepsi....” Cevap hakkı doğmadan çattt, tabii. Velhasıl, Roma için final countdown! Kurtarın beni bu Nea Roma’dan! Hatırladım da 2003 yılında da aynen böyle demiş kendimi Roma’ya atmış, sonra 24 saat çiçek sulama aparatıyla dolaşmıştım. Kahvaltıdan sonra kendimizi sadece ineklerin bildiği tepelere atıp nefes alma egzersizleri yapıyorduk. Ohh, noo!!


Cumartesi sabahı buharlaşmadan kalkıp Galata’dan okula intikal edebilmiş olduğuma mı şaşayım, yoksa her sabah kahvaltı yaptığım simitçideki tatlı amcanın bana “hocam, dün gece mangal mı yaptınız?” demesine mi bilemedim. “Evet”, dedim kocaman bir şaşkınlıkla, “nereden bildiniz?”. Adamcağız daha büyük bir şaşkınlıkla, “aaa, ben uydurdum”, demez mi? Her gün mangal yapıyor olsam, anlarım, ama anacım kırk yılın başı bir mangal yapalım o da dışarıdan anlaşılsın. Zaten etsevergillerden değilimdir. Üstelik Galata’nın en yüksek teraslarından birinde yapmışız mangalı, kimseciklerin görmüş olması ihtimali yok. Sabahın o saatinde dünkü mangal ekibinden ayağa kalkabilen de olamayacağına göre, kimseden duymuş da olamaz. Buz gibi bir limonata içince aklım yerine geldi. (Allah bilir ne yerine geldi de ben onu akıl sandım, orası muğlak anacım). Sonra düşündüm de son zamanlarda bana kahve falı bakan herkes çılgın bir isabet içinde. Ruhum açık da ondan! Transparan bir ruhla dolaştığım için herkes herşeyi görüyor! Olay budur.

Dün tam takım Galata’da terastaydık. Mangalalı mangal partisi yaptık. Bozcaada’nın bütün şarap stoklarını tükettik. Mr. Mutluluk Hattı kendisini dizilerden tanıdığımız (hatta Merviş’in pek bir sevdiği) harika bir oyuncu dostunun Sultan’ın Mutfağı’nı okuyup çok sevdiğini, film yapılması için operasyona giriştiğini söylemişti. Dün gece güzel eşiyle birlikte geldiler. Kahkahalar Kule’ye yükseldi. Çılgın bir pozitif enerji üredi orta yerde. Sonra kahveler içildi ve misafirler Kule’nin dibinden kalkan bir taksiye bindirildi. Biz de uyumadan önce şöyle bir dolaşalım demiştik ki, bankta oturan bir adam arkamızdan “arkadaşınız hep kötü rollerde mi çıkacak?” deyince makaraları salıverdik tabii.

Gezegen ve pek bir faal bir hafta geçirdim. Cuma günü Hronis’in enfes mantarlarını bir güzel löpürdettikten sonra Abbasağa Parkı’ndaki Baba Zula konserine gittik. Bütün fakülte oradaydı. En öne konuşlanıp kurtlarımızı döktük. Hronis baba Zula’ya Pırasa’yı bile çaldırdı. Osmanlıca kursundan her türlü yazıyı ışık hızıyla okuyan Solmazcığımız da oradaymış. Sürpriz yapıp uzaktan bir resmimizi çekmiş. (Tesadüf diye birşey yoktur. Aynı sularda yüzmek vardır). Hronis’in favorilerinin altında bir yerlerde çıkmışım. Ya Leone’nin Baba Zula fanı olduğuna, Paris’te konserlerini kaçırmadığına kim şaşırsın? Yıllar önce (daha Zen iken) kitaplarını yazmaya niyetlenmiştim. Sevgili Murat Ertel bana kocaman bir dosya vermişti. Zaman aşımı denen lanet şey yüzünden benim kitap da yarım kaldı. 90’a merdiven dayayan Shakespeare hocamın da öğrencisi olmuş. Yoklama kağıdında imzasını M şeklinde atmış yıllarca. Ercüment Hoca unutur mu?

Van’da CIEPO vardı malum. Haldur huldur koşturdum. Uzun zamandır bu kadar eğlenceli bir sempozyum kadrosuna denk gelmemiştim. Hele son gece otele dönerken geçirdiğimiz gülme krizini Van unutmayacaktır herhalde. En güzel sürprizlerden biri de Balıkersir’den bir hocamızın öğrencilerine Türk Korkusu’nu ders kitabı olarak okuttuğunu öğrenmem oldu. Sevgili arkadaşım Cihancığım bütün gün baklava sayıkladığımı bu nazik hocamıza söyleyince o da elinde devasa bir baklava tepsisiyle çıkageldi. Koca bir arabaya doluşup göl kenarında semaver semaver çay içmeye gittik. Yol boyunca elimdeki koca tepsiyi kimselere vermedim. Araba duracak olsaydı tepsiyle ormanın karanlığında kaybolmaya da karar vermiştim hani. Üç haftadır rejimdeyim... Bir gram zayıflayamadım. Nedenini bildiniz değil mi? Oradan’da Yalova’ya... Lakin aklım fikrim Van’da kaldı. Amma Yalova dönüşü sevgili Derya’yla minübüs ve deniz otobüsünde iyi kaynattık, kahkaha saçtık. Yüzyılın dedikodularına şahit olunca “kaptana söyleyelim de bir tur daha atsın bari” deri. Anlatacaklarım bitmeti bittabi.

Bu hafta kimsecikler beni Leone kadar şaşırtamadı. Van’a gittiğimi söyleyip bir de ona coğrafya dersi çekince çocukcağız “sen şimdi şaşıracaksın ama, ben yıllar önce Erzurum, Van, Trabzon, Samsun, Sinop başta olmak üzere bir ay boyunca “Turchia profonda”yı (Türkiye’nin derinlikleri) gezdim” dedi. Ne denir? Sono impressionata! İşte dedim, bu! Adam budur.

Ama haftanın esas divası Kılıçdaroğlu kanımca. “Sayın Arınç’ı Penguen ve Leman dergilerine havale ediyorum”. İşte, nicedir böyle özlü söz duymamıştım. Tam anlamıyla koptum. Heyecanla haftaya çıkacak olan dergileri bekliyoruz.

Müzeyyen Teyze’yle spor salonunu beklemeye devam ediyoruz. Bir baktım, farkında olmadan ağırlık sapığı oluvermişim. Bütün hırsımı oradan çıkarınca günün kalan kısmını ortalıkta kahkaha atmakla geçirmem gayet normal tabii. Geçen sene bir gün kardeşim eve gelip, “Abla, ben de şöyle bir şey çıktı” diyerek arka bicepste hasıl oluveren Arnoldish bir kası gösterince pek bir korkmuştuk. Haftada yedi gün ağırlık çalışmaktan mütevellit metamorfoza uğramıştı. Benim ise “bende şöyle bir şey çıktı” diyebildiğim tek şey “gecekondu” baklava göbeği. Pizza, gnocchi, sınırsız makarna! Heyooo! Geliyorum. Hatta belki culurgionis! İtalya’da moratoryum ilan ettireceğim, tüm yemek kaynaklarını sömürüp semireceğim. (Leone'nin bundan henüz haberi yok tabii)

Bu akşam yeni tarih programımızın kanat alıştırmalarını yapacağız. Sekizde NTV’deyiz. Enfes bir fıkra anlatasım var konuyla ilgili, ama zaten Arap diskriminatörü oldum apansızın, postum sağlam kalsın diye size anlatayım bari. (Sokakta Araplara dil çıkarıyor, omuz atıyor, mümkünse ana-babaları kuşa bakarken veletlerini cimciriyorum). Fıkra İspanyolca olduğu için küçük bir yerine müdahele edeceğim: Efendim, İspanya’da yaşayan bir Arap göçmen bürosuna gelir. Şöyle bir dialog geçer:

-İsim?

-Abdülkadir.

-Cinsiyet (Sexo).

-Haftada dört defa.

-Öyle değil be adam, kadın mı, erkek mi?

-Kadın, erkek, bazen de deve.



Göbeğimi tuta tuta güldüm. (Baktım da klimalı ortamda gülebiliyorum). Sizin için seçtiğim şarkıyı bırakıyor ve buharlaşıyorum... “Get the money, Mr. Potato!”