25 Aralık 2014

SAĞDAKİ SIFIR

Aile hayatımızı yakından takip edebilip bol keseden eğlenmeniz için küçük bir ihale açacağım. Kazanan bir hafta bizim evde ikamet edecek. Gülmekten ölmezseniz paranızı faiziyle geri vereceğim. (Bu aralar moda malum). Annem babamı iyiden iyiye konkenci hatunlar ekibine almış. Benim bildiğim, kadınlar küçük erkek çocuklarını hamama götürürlerdi. Annemin kocaman babamı kadınlar gününe göndermesi henüz kategoriler üstü. Suigeneris. Eve geldim, baktım bizimkiler konkene kaçmış. Merve’ye sordum: “Annemin babamı kadınlar gününe götürmesine ne diyorsun?” “Artık iki tane annemiz var, diyorum.” /////////////////////// Yok anam, bu velede laf yetişmez. Evde Harun Kolçak taklidi başta olmak üzere envaı çeşit şebeklik yapmam karşısında yaşadığımız diyalog: “Abla, sen kaç yaşındasın Allah aşkına?” “40.” “Bize yıllardır soldaki sıfırın değeri yok diye öğretmişlerdi, meğer sağdaki sıfırın değeri yokmuş.” Daha sonra hızını alamayıp literatüre geçecek bir cümle daha kurdu: “Abla, kreş kreş dolaştım, senin gibisini görmedim”. Durun durun, daha bitmedi. “Anne, keşke bir ablam olsaydı. Siz neden bana kardeş yaptınız?” Sonuç olarak: kelepir kardeş var, ister misiniz? Bayandan, az kullanılmış. 25 yıl kilometrede. //////////////////////// Kızlar geldi hafta sonu. Vjeran’ın getirdiği Sonja i bik (Sonja ve boğa) filmini izledik. Daha doğrusu ben izledim, onlar pek haz etmedi. Hırvatistan’daki boğa güreşlerine karşı çıkan bir hayvansever kızla boğa güreştiren babanın oğlunun hikâyesi. (Bakın, durduk yere Hırvatistan’da boğa güreştirildiği öğrenmiş oldunuz, değil mi?) Yok yahu, ben sadece gelişen romansla ilgilendim. Neyse, uyku vakti geldi, bizim kızlardan birine benim yatağı verdim. Bunun üzerine bunu müteakip iki saat bu konu üzerine gelişen geyikten uyuyamadık. “Amik Ovası mı burası?” dediler. Evet, biraz fazla abartmışım, gerçek olamayacak büyüklükte bir yatgaç almışım. “Cebime fasulyeleri koyup giriyorum yatağa, kaybolursam fasulyeleri takip et”, dediler. “Koordinatlarınız nedir?” “36-42 kuzey paralelleri.” Bu arada ben pilotluk okulu için kolları sıvadım. Bunun üzerine “piste gerek yok, yatağa inersin” dediler. Mumya gibi yatarım oysaki. Bıraktığın yerden al sabah, süs bitkisi gibi uyurum. Gelgelelim benim için “yatak” altında başka bir dünya yaratabilecek bir arsadır. Millet kat çıkar, ben kat inerim yatak altına. Off, o bazayı kaldır, içinden ikinci bir ev çıkar. Teee Lizbon’dan taşınmış tüylü halılar, duvara asmak için alınmış lakin kışı bazada geçiren devasa bir geyik, yünler, karanlık geçmişime dair karmaşık kanıtlar… Açtıkça hayatım pis bir film şeridi gibi gözümden geçer. Alooo, Laz müteahhitler, n’aber! Ben sizden daha cabbar çıktım bebişlerim! (Ps. Fonda “yatağımın bazasını açınca karşısına ne çıkar?” sorusuna cevap var.)
Kardeşim hatırlattı, geçen hafta yazmayı unutmuşum. Geçen hafta Ertuğrul Günay’la Pelin Batu’nun programına çıkmıştık hatırlarsanız. Mehmet Nafi yarısında açmış. “Uzun süre izledim, ama kim kime konuk anlamadım”, dedi. Ben bir ara kendimi kaybedip Günay’a “Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?” gibi sorular sormaya başlamışım. Anlayacağınız bende devreler büsbütün yandı. //////////////////////// Geçenlerde İlber Hoca ve Mehmet’le Ortaköy’de oturup sohbet etmiştik. “Hocam size yemek yapayım”, dedim. Aldım cevabımı: “Yok, yemeksiz toplanalım. Sen şimdi kertenkele bacağı filan yaparsın”. Oysaki son operasyonum gayet başarlı geçmişti hatırlarsınız. Ona Tito mutfağından kaplumbağa çorbası yapmadığıma şükretsin. Sonra İrem’in arabasındaki avukat cüppesini görünce “Aaa, bizimkilere ne kadar da benziyor”, dedim. “Kızım sen nerede yaşıyorsun?” dedi. “Dil öğrenmekten ve yemek yapmaktan dünyadan habersiz yaşıyorsun”. Hoca birden beni “Çok cahilsin, keşke ölsen”e indirgeyiverdi. Ben de bazen kendime nasıl bir dünya kurduğuma şaşıyorum. Ben yararlı bilgiden yanayım. Mesela avukat cüppesinin şekli beni doyuran bir bilgi değil. Hafızamı daha faydalı gördüğüm bir etimolojik bir bilgi ile doldurmayı tercih ederim. ////////////////////////////////////////// Bu hafta Zaman Treni’nde Massimo Montanari röportajı var. Yeryüzünün yaşayan en büyük yemek tarihçisi. Bologna’da özenle yaptığım bir röportaj. Hayatta bir tek tarihçi seçsem onu seçerim. Heyecandan öyle çok konuşmuşum ki ben mi onunla röportaj yapıyorum, o mu benle belli değil! Gülelim diye bir iki örnek veriyorum: -Agrumi (turunçgiller) kelimesi hep ilgimi çekmiştir. Bu agro ( acı) kelimesinden, yani bir tattan türeyen tatlar olarak yani. Salumi gibi. Tuzlanmış etten türeyen. Agro/s (άγριος) kelimesini soracaktım ben de size. Bu Yunanca vahşi, işlenmemiş demek. Mesela vahşi hayat için kullanırız bu sıfatı Yunancada bugün. Ama kitaplarınızda okuduğum üzere ager klasik Latince’de “işlenebilir toprak” anlamında kullanılıyor. MM- Ortaçağ’da tüm belgelerde ager her şeyden önce vahşi, işlenmemiş, evcilleştirilmemiş olanı göstermek için kullanılır. Tam tersi yani. -Sıkılıyor musunuz benden? MM-Hayır, eğleniyorum. (Gülüyor). Her soru benim kafamda başka bir soru oluşturuyor.//////////////////// “Peynir ve Armutlar” kitabınıza bayılıyorum. Biliyor musunuz, bir İspanyol atasözü de peymir ve üzümü ikili yapar. “Uvas con queso, saben a beso” deriz İspanyolca, yani: Üzümle peynir öpücük tadındadır. Meyve ve sebzelerin gruplandırmasına bakalım. En değerli olan neydi? MM-Öyle çok keskin bir sınıflandırma yoktu. ////////////////////////// Sanırım adamcağız benden sonra Türklere ihtiyatlı yaklaşmaya başlamıştır. Bir yakalayınca konuşarak öldürebildiğimizden şüphesi kalmamıştır. “Dokunmadan yarım saatte öldüren şey nedir?” sorusunun tek cevabı olduğumuzu anlamıştır. (Dokunmadan 3 saatte öldüren şey bir Tarkovsky filmi biliyorsunuz. Dokunmadan 3 saatte süründüren şey de bir Angelopoulos filmi) ///////////////// Beni özleyin anacıımmm…

18 Aralık 2014

SÜNGER NEREDE?

“Morning star” adlı bir silah duydunuz mu? Ben de geçen yaz Slovenya’daki bir şatonun silah bölümünü gezene kadar duymamıştım. Pek sevimsiz doğrusu. Dört bir yanı çivili devasa bir topuz, bir gürz hayal edin. Meydan savaşı bitip de sabah gün ışıdığında hala canlı kalıp sürünenleri kafasına darp suretiyle öldürmek için kullanılıyormuş. İşte ben de sabahları bir morning star şekerliğiyle uyanıyorum son zamanlarda. //////////////// Eve bir geldim, baktım annemle babam yorgun serilmişler koltuğa. “Konkenden geldik” dediler. Annem yetmişinin arifesinde konkene sardırdı. (Şükret ki bu yaşta konkene sardırdı, ya Alev Alatlı gibi yağcılık ilmine sardırsaydı?) Bütün konken kadrosu civarda yaşayıp da bizim eve geldiklerinde önce o gün gelmeyen hatun kişi yerine babamı yedek alarak işe girişmişler. Sonra işi ilerletip babamı da kızlar gününe götürmeye başlamışlar. “Bunlar karanlık bir kuyu gibidir, baba. Seni de içeri çekerler, dikkat oyuna gelme” dediysem de dinletemedim. Babamı kalkan balığıyla kandırmışlar. Öyle ufak ufak sıcak elmalı kurabiyeyle başlayıp kalkana kadar gelmişler. Bizatihi pek tehlikeli. (Yavaş yavaş siz de Osmanlıca kelimeleri cümlede kullanmaya başlasanız iyi edersiniz. Öğrenin birkaç tane cabeca (yer yer) kullanırsınız.) Gerçek ev ev değil, tımarhane anacııım. ////////////////////// Hiç anlamam iskambil oyunlarından. Ben Boğaziçi’nde ders çıkışı İtalyanca, İspanyolca, Japonca kursuna giderken millet kantinler dolusu king oynardı. Hiç anlamadım ben onların dillerinden. Bilmem ne üzerine “sür çekmek” filan. Aşar beni. Şimdi ben de İtalyalarda fink atıp adamlarla kendi dilinde konuşuyorum ya, onlar da benim dilimden anlamıyor. Machiavelli ne bilir misiniz? İtalyanlar 51’e Machiavelli diyor. Ne hoş değil mi? Bizden neden bir mok olmuyor anladınız mı? Adamlar leş gibi iskambil oyununa bile düşünür adı koyuyorlar! Bir de bize bakalım korkmazsanız: pişpirik, papazkaçtı… /////////////////// Bizimkiler yaştan mütevellit her şeyi unutmaya başladılar. Ta Lipsi adasından özene bezene getirdiğim koca süngerimi yok etmişler, hatırlamıyorlar. Sünger avcısı Dimitris’le sohbet edip almıştım o güzelim süngeri. Banyoya bir girdim, sünger yok! Kesin attılar, hatırlamıyorlar. Benden haber alamazsanız apartmanın bahçesine bakın. Keza beni atıp hatırlamama ihtimalleri gün geçtikçe artıyor. Ara sıra hafıza yoklaması yapıyorum. O yüzden evde şöyle cümleler sıkça duyuluyor: “Anne, yemek çok güzel olmuş. Sünger nerede?” “Camları mı sildiler? … Sünger nerede?” /////////////////////// Çaktırmadan İstanbul bayağı ayakaltı bir şehir olmaya başladı. Canı sıkılan İstanbul’a geliyor. Her hafta bir ecnebi misafir kalıyor başıma, yoruldum anacım. Bu hafta da Encarna geldi Napoli’den. Ülkeyi alıp Kore’ye taşımak istiyorum. Herkesin uyuduğu bir saati bekliyorum. Hatta Süper Mario’nun resmi ziyarete gittiği bir an taşıyayım da, geldiğinde bulamasın bizi, biraz rahat nefes alalım. (Bir duanızı alırım artık)/////////////////// Dolmuş şoförü dağıttı beni. Dolmabahçe’de trafik felç olmuş. Malum bizim cumhurbaşkanı cumaları AkSaray’ın kapısına “Cumaya gittim, geleceğim” yazıp Dolmabahçe’ye geliyor. Olan bize oluyor tabii. Neyse, dolmuşta fenalık geçirirken şoför “Tabii abla ya, bugün Cuma. Süper Mario geliyor”, dedi. Dolmuşlar da olmasa gülecek yerim yok .///////////////////////////// 2013 yapımı enfes bir Hint filmi var: Lunchbox. Yemek Tarihi dersimde gösterilmeyi de hak etti. Hindistan’daki leziz bir gelenek üzerine kurulmuş. Öğlen bisikletli bir amca gelip kocalarına yemek gönderen kadınların sefertaslarını alıp iş yerlerinde dağıtıyor, akşam da topluyor. Kendisini aldatan kocası yerine yanlışlıkla başka bir adama yemek gönderen bir kadının hikâyesi. Yanlış ortaya çıktığında sefertası içinde birbirlerine mektup göndermeye başlıyorlar. Filmde beni vuran iki sürpriz oldu. İlki, yüzünü hiç görmediğimiz üst katta oturan ve sürekli sesi kahramanımızın mutfağının içinde olan bir “teyze”. Yemekle baştan çıkarma sanatı için sepetiyle üst kattan malzemeler gönderiyor. Teyzeyi film boyunca inip çıkan bir sepet formunda görüyoruz. İkincisi ise bir anneannenin sözü: “Bazen yanlış trene biner doğru istasyona gidersin”. Ne tatlı değil mi? Mesela bana hiç olmaz. Ben doğru trene bindiğimde de yanlış istasyona giderim. ////////////////////// Tanrı kimseyi bizim kardeşin eline düşürmesin. Malumunuz, 8000 kişi içerisinden ilk 150’ye girip kardiyoloji kazandı. Buna evde sevinemeyen tek ben oldum. (Malum kalp olmadığı, ya da arkadaşların dediği gibi “sızdırdığı” için). Hande de plastik cerrahiye girmediği için ona sitem ediyordu. Bu sitem esnasında bir elinde sigarı, diğerinde de kadeh vardı bittabi. “Hande Abla, bence mevcut halinle plastik cerrahiden önce bana ihtiyacın olacak” dedi bizimki. Hande de altında kalmadı: “Öyle Atatürk dövmesi yaptırmakla Ata’nın izinden gidilmez. İçki ve sigarada da izinden gideceksin”, dedi. Başka bir âlemde duyduğum beyaz leblebinin siroz yaptığı esprisi de aklımdan çıktı sanmayın.///////////////////// Tatlı bir kriz halinde saçlarımı kesip kâkül yapmıştım kendime. Okula ilk ayak bastığım an İrini Hoca tarafından görülüp “Özlem, saçlarını mı kestin?” denmesi aslında saçlarımı kesemediğim gerçeğinin yüzüme löp diye çarpılması demekti. Sonunda vakit bulup kuaföre gittik. İçeri girdik. Kardeşim kuaföre dönüp “çocuk saçlarıyla oynamış da” demez mi! Yok anam, kardeşin var mı derdin var. Hatırlarsanız geçen aylardan birinde üniversiteye gelmiş ve ayrılırken de hoca grubuna “çocuk size emanet” demişti.////////////////////// Canımın sıkıntısı geçsin diye çocuk yapmamı öneren çıktı. Bence de geçer o zaman, hayatıma renk gelir. Her gün bir yerde unutur çarşı pazar çocuk ararım, ona mama yapmaya üşendiğim için kendimi beslediğim sıvılarla beslerim onu da (bolca arpa suyu). Benim evde çiçek bile yetişmiyor ayol bakımsızlıktan. Kedi beslesem o bile bir daha evi hatırlamamak üzere evden kaçar. Kardeşimi de Kemancı’da büyütmüştüm, sigaralı, yüksek volüm iyi gelmiş sanırım. ///////////////////// Bir insanın kendi gençliğinin kılığına girip televizyonda reklama çıktığı tek ülke Türkiye bence. Bir baktım, Harun Kolçak! Gençliğinin kılığında, “Gir kanıma”yı söylüyor. Düşünsenenize, yaş 40 olmuş hayatımızda hala bir Harun Kolçak var. Harun, sana sesleniyorum, gençliğimi yedin! Çık artık hayatımdan! “Saçların dağılır aklımın rüzgârında hiçbir rüzgâr esmese bile”. Keşke “enstrümantal olsaymış” dedirten sözlerle tam 22 yıldır hayatımızdasın. Ben bu yılları unutmak için hafızamın yarısı aldırdım, hala kurtulamadım. (Klibi izlerseniz beni anlarsınız. Sınıfta devreleri yaktığım bir an Harun’un bu klipteki dansını yapmak istiyorum. Ders yılı için iyi bir final bence. Yıllarca unutulmaz.) “Hani bekârlık sultanlık derdin, yetti canıma” diye diye evlenip hayatımızdan çıkmadın ya Harun, alacağın olsun. Yoksa biz seninle mi evlendik de yıllar yılı tepemizdesin? O dansla nereye kadar Harun? Bence o dansla senin hayatını çizen motto “bekarlık sultanlık” olmalı zaten. Kapa parantez. ///////////////////////// 40 yaş bir insan evladı için yereli bir ömür bence. Gayet fiyakalı. Fazlası cildi bozuyor. Geçenlerde bunu yazdığımda arkadaşlar telaşa düşmüş. “Alo, Azrooo? Levent sapağındayım gel beni al”, yazmıştım. Orada tatlı bir gönderme vardı, gözden kaçmış. Evden kaçan kedilerden mütevellit burada hatırlayalım Andon’u. En sevdiğim karikatürlerdendir. ///////////////
Geleceğe dair tek hayalim biranın sudan ucuz olduğu bir ülkeye taşınmak. Bu ülke Hırvatistan. Mesela ben Hırvatistan’da kaldığım 2 ay boyunca suyun kaç kuna olduğunu hiç öğrenmemişim, çünkü hiç su almamışım. Şimdi şaka sanacaksınız, ama öyle. Kahvenin yanında verilen su dışında sadece ve sadece bira içmişim. İşte tam da bu yüzden yuvarlanarak geldim. Sınırda kapıları yağladılar ben rahat geçeyi diye. Bavulu yapın, bu yaz yine oradayız. //////////////////////// Bu sayıyı beni sürekli blog yazmaya zorlayan Çağlar arkadaşımıza adıyorum. //////////////////////// Haydi ben sızıntıya kaçtım… Şey, sünger nerede?

29 Kasım 2014

Bİ ÇAY DAHA KOİM Mİ, FRAN?

Tersten okununca anlam bulan şehirden geliyorum. Alitalia (Bildiğiniz gibi Always Late In Taking Off Always Late In Arriving’in kısaltması) ile geleydim iyiydi. En kötü ihtimalle abaküsün ilk sırası ile sayıp verdikleri krakerlerden iki tane yer, açlığın doruklarında sürünerek gelirdim. Bonus olarak havada bir iki hostesle kavga eder sinir sistemimi dezenfekte ederdim, filan. Bir an zaman zaman düet, zaman zaman kanon yapan iki veledi kafalarını birbirine sürterek elektriği yeniden bulsam kaç yıl yerim dediysem de, sonra kendimi sakinliğe davete edip bu davete icabet ettim. Geçirdiğim yolculuk sonunda ise THY için renkli bir reklam metin yazdım: “Türk Hava Yolları’na hoş geldiniz. Bavulunuzu buraya verin, Pasifik’te adını bile bilmediğiniz bir adaya gönderelim, bulamayın. Uçaklarımızda zırıl zırıl ağlayan çocuklar var, bir görseniz siz de çok seversiniz. Sevginizle öldürürsünüz. Garanti. “Selamün aleyküm” diye sizi karşılayan pilotlarımız bile var. Kendinizi Suudi topraklarında hissettirip bunun için beş kuruş hizmet bedeli almıyoruz. Size verdiğimiz yemek diğer havayollarının bilet farkının yüz katına çıkıyor, siz “meat or chicken” diye düşünürken biz sizden hacıladığımız avroları altın dişlerimizi göstererek sayıyoruz. Avrupa’da en çok şehre biz uçuyoruz. Sorsanız, haritada bile gösteremeyiz, o başka. Pilot hariç kimsenin yolunu izini bilmediği saçma sapan bütün şehirlere biz gidiyoruz bu dünyada. İsteyin, köyünüze bırakalım. Uçuş hostesleri dışında iler tutar yerimiz yok. Biz bile şahsen başka havayollarıyla uçuyoruz.” /////////////////////// Üzerinize afiyet yarın ölecekmiş gibi bugün için yedim. Pantagruel ve Gargantua tadında yalayıp yuttum. Hatta bir akşam bir garson boğulmama ramak kaldığını görünce dehşet içinde “Di dove sei?” dedi. (Ablam, güzel ablam, sen nerelisin sorması ayıp?” diye çevirsek tercüme hatası olmaz hani. Ya da biraz yaratıcı bir çeviriyle: “Abla, masa örtüsü bize kalsın” ya da “Soy da ye”.) Tüm özlediğim şeylere saldırdım. Sicilya’nın o enfes cassata’sını yapan pastaneye ortak oldum. Korsika’da kestane unundan yapılan bir bira keşfettim, müptelası oldum. Carciofi alla romana (Roma usulü enginar) yedim, ihya oldum. Malum, Avrupa’da enginarı bizim gibi tüketen yok. Onlar enginar kalbi yiyor, biz enginar tabağı. Enginar tabağı sadece Venedik’te vardı, o da malum Osmanlı etkisinden. /////////////////////////////// İlk defa bir sempozyumda gerantoloji sahası açılması. Başka bir deyişle “God’s waiting room” bir grup değildik. Dört farklı dilde sunum yapıldı, çeviri de olmadı, çünkü herkes her dili konuşuyordu. Ana dili gibi Asur tabletleri (cuneiform) okuyan sinir bozucu bir İtalyan vardı. Sonra rüya bitince Törkiye’ye dönüyorsun elif, be seviyesine. /////////////////////////////////// Roma tam babamın alışverişte fahiş fiyatlarla karşılaştığında verdiği tepkiden vermelik olmuş: -Bu ne kadar? -X lira, amca. -Yok evladım, ben 12 tane almayacağım. Bir tanesi kaç lira? //////////////////////////////// İnce kanallardan gelen habere göre öğrenciler arkamdan “deli” diyorlarmış. İltifat kabul ettiğim için kızmadım. Amfinin ortasına gelip koydum ellerimi belime, “Bana deli diyormuşsunuz” dedim. Kahkahayı bastılar. Allah’ın bir kulu da “yok, demedik” demedi. Bildim ben onu :P /////////////////////////// Geçen gün CNN Türk’te Mirgün Cabas’ın yeni başlayan programına konuk oldum. (Dünya tatlısı bir insanmış bu arada, bayıldık.) Aynı gün Emine Ülker Tarhan da konukmuş. Meral’imle geldik kapıya. “Mirgün Bey’in konuğuyum” dedim. “Ah, Emine Ülker Tarhan’sınız değil mi? Hoş geldiniz”, dedi. O an bende alt yazı geçti: Fesuphanallah. Meral “Emine Ülker Tarhan benim”, dedi. Kadın heyecanla elini uzattı. “Hayır, değilim ayol”, deyince kadın bütün bunları hak ettiğini anladı. O an alt yazım: Yuh kızım, medyada çalışıyorsun. Bilmen gereken topu topu 3-4 kişi var zaten. Ben bilmesem, bana yakışır. 15 yıldır televizyonsuz ortamda yaşıyorum. Bir takipçi de pek güzel yazmış: Siz buz ve ateş kadar farklısınız. Evet, Ünlü’den enfes bir parça olan “Buz ve Ateş” gelsin bizden kapıdaki hatuna. //////////////////////////////////// En sevdiğim halim, düşünmeye fırsatım kalmayan halim. Zaten tahmin ettiğiniz gibi düşünmek çok sık yaptığım bir aktivite değil. Düşünmeden yaşayınca hayat daha heyecanlı oluyor. Zombi filmi çekmek için uygun kıvamdayım. Köle gibi çalışıp çılgın gibi eğleniyorum. Uykuyu rafa kaldırdım. Geçen gün eve erken geleyim de uyuyayım biraz dedim. Gelmeden önce de Pazar günkü köşemizin kendime düşen payını yazıp Mehmet’e verdim. İkimizden birisinin akıllı olması harika bir şey. Yazılara son olarak o bakıyor. (Ben baksam doğrudan Ruh Hastalıkları Hastanesi bülteni diye yutturabiliriz, o derece.) Bir cümle kurmuşum, kendim bile anlamıyorum. Artık ne kafasıyla yazdıysam! Uyku arasında defalarca telefonda görüştükten sonra Mehmet’in “sanırım ben anlamaya başladım cümleyi” demesiyle durumu çözdüm. Devreler büsbütün yanmış bende. O da olmasa, şişko bir hiçim. Durun, bitmedi. Uyku arasında Mehmet’in cümleyi düzeltme çalışmalarına telefondan katılınca benim cümleler rüya girmiş. (Malum Kolomb’la yaşıyoruz günlerdir). Yanlış gemilere binip yanlış aktarmalar yaparak bir Hırvat adasında iniyorum karanlığın içinde. Ter içinde uyandım! (Oysaki bu rüyada tek yanlış benim, bu arada. Hırvatistan, ada, gemi filan hepsi doğru.)//////////////////////////////// Kolomb dalgasıyla bir de Müslümanların kâşifliği çıktı başımıza. Dünyanın yuvarlaklığına kadar geldik bu geyikle yuvarlana yuvarlana. Ben size söyleyeyim, Müslümanların keşiflerini geç, icat ettikleri en faydalı şey imbik ve alkoldür. Al kuhl da Arapça kelimelerin en güzelidir. Diğer güzel bir Arap keşfi de ‘arak, yani bildiğiniz rakıdır anacım. Bence onlar bu iki keşifle insanlığa olan fayda kotalarını fazlasıyla doldurmuşlar. //////////////////////////////////////////// Başar’ımdan maceralarla hayatımıza devam edelim. Başar, on numaradır. Evliliğin taze olduğu günlerde kayınvalide yanına çağırmış, “Başar, oğlum, sen kaç tane dua biliyorsun?”. Tam bizim delikanlıya yakışacak cevabı da almış tabii: “4 tane, anne. 3 Kulhu bir Elham”. Hocanın dediği doğru, Tanrı Başar’ı izleyip eğlenmek için yaratmış. Boğaziçi’nde kafasına bir kez monitör, bir kez de otomatik park engeli düşmüş. Ama hikâyelerin en babası Gümüşlük’te geçiyor. Kahramanımız eşiyle deniz kenarında yemek yiyor, bir bakmış suyun içinde bir ahtapot, bir de ıstakoz. Tasmayla bağlamışlar hayvanları kayaya. (Türk aklını seviyorum). Hayvanlar birbirini yemeye başlayınca “sizin mallar birbirini tüketiyor” diye haber vermiş. Adamcağız da ahtapotu tasmasından çıkarmış. Kaldırırken “pısss” diye bir ses gelmiş arkadan. Ve işte o anda Başar topyekûn (tişörtü, saçları, kolları) bir benek yağmuruna tutulmuş. Ahtapot kılığındaki mürekkep balığının beklenmeyen çıkışı sayesinde Başar bir kez daha mekânın kahramanı olmuş. Hem de günlerce geçmeyen mürekkeple. /////////////////////////////////// Patrik Bartholomeos’un hastasıyım. Geçenlerde bir etkinlik sonrasında enfes bir fıkra anlatmış. İsviçreliler pek gülememiştir, ama olsun, bence faiziyle hak ediyorlar. Biz de böyle ruhani lider isteriz! Tanrı İsviçre’yi yaratırken halka sormuş ne istiyorsunuz diye. 3 dilekte bulunmuşlar, dağlar, nehirler ve bol bol inek istemişler. Hepsini vermiş. Bizim İsviçreliler de düşünüp taşınıp sonunda Tanrı’ya bütün bu nimetlerin karşılığı olarak bir bardak süt hediye etmeye karar vermişler. Tanrı sütü alıp teşekkür etmiş. Dördüncü bir dilekte daha bulunabileceklerini söyleyince İsviçreliler “Madem öyle, 2 Frank verin yeter, sütün parası” demişler. ////////////////////////////////////////// Bu fıkranın gerçek olduğunu anlamak için İsviçre’ye bir defa gitmek yeterli oluyor gerçekten. (Tecrübe ile sabit maalesef). Niça anlattı bu fıkrayı. Durun daha bitmedi. Tanrı dünyayı yarattıktan sonra görev dağıtımı yapıyormuş. İtalyanlar gelip “Biz ne yapalım?” demişler. “Siz pizza, makarna ve bilumum güzel yemekler yapın” demiş Tanrı. Japonlar da gelip aynı soruyu sormuşlar. “Siz yumuk yumuk ellerinizle elektronik eşyalar, arabalar yapın” demiş yüce kudret. Almanlara da “Sosis mosis, patates matates, yapın işte bir şeyler” diye görev vermiş. Sıra Türklere gelip de “Biz ne yapalım, Tanrım?” diye geldiklerinde cevabı net olmuş: “Gözünüzü seveyim, siz bir şey yapmayın. Milletin yaptığını bozmayın, yeter!” ////////////////////////////////////////// Bugün aylardır peşinde olduğum bir hayal gerçekleştirip Agios Dimitrios Kilisesi’ne gittik. Hem de en şenlikli kadromuzla: Niça, Antoş, İrini Hoca, Müge, cümbür cemaat. Hayatımda gördüğü en güzel birkaç kilise arasına girer. Antoş küçükken yaramaz ötesi bir çocukmuş. Annesi çareyi iyileştirici gücüyle bilinen kilisenin rahiplerinin dertlileri halıya yatırıp üzerinden dua ederek geçtikleri ayine götürmekte bulmuş. Kilise gerçekten mucizevi bir şekilde pek çok hastayı iyileştirmesiyle biliniyor. Neyse, bizim küçük yaramazı götürüp zorla yatırmışlar. Şansa bak ki peder üstüne basmış. O da kiliseyi birbirine katmış çığlıklarıyla. Millet korkudan çil yavrusu gibi dağılmış. İşte en aşağı 40-45 yıl sonra Antoş’un ezildiği kilisede ben de ezilmeye gittim. Halının üzerine yatıyorsun, papaz üzerinden atlarken de bir dilek tutuyorsun. Heyecan dün geceden başladı. Antoş “Bence sen akıl dile” dedi. “Yok”, dedim, “Tanrı’yı zora sokmak istemem.” Yatmadan önce de “Tanrım, bu gece erken yat. Yarın senin için zorlu bir gün olacak” demeyi ihmal etmedim. Bana verilecek akıl onu bile zorlar. Velhasıl gitti bugün kiliseye. Rahip üzerimden atladı. (Dileklerim gerçek olursa size Ekvator’dan yazarım). Anacım, bir peder var, akıllara ziyan. Selanik’ten gelmiş, elektrik mühendisliği ve psikoloji okumuş. Üzerine ilahiyat doktorası yapıyor. Bir de yakışıklı ki, sormayın. Ayinden sonra iyi enerjisini almaya gittim. “Depresyonda mısın?” dedi. “Sizi gördüm, girdim”, diyesim geldi. Yavrum, bizde mahalle imamları var, en iyi ihtimalle ilahiyatta bir iki dua öğrenip geliyorlar. Sohbet ettik pederle Yunanca. Her geçen gün Hristiyan sayısı neden artıyor anladım. Bunlardan her kiliseye bir tane koy, gani gani çoğalsın müminler. /////////////////////////////////////////////// Nurten Hoca’nın balıklarını löpletirken biraz eskiye gittik. Niça’nın annesi eskiden 1 Mayıs gösterilerine gitmesine izi vermiyormuş. Gösteriler Mecidiyeköy’de oluyormuş. “Çok uzak, şehir dışı, nasıl gideceksin oralara!” diyormuş. Bahane sanacaksınız, yok ayol, değil. Bugün Taksim’deki Agia Triada Kilisesi’nin yerinde eskiden mezarlık varmış. 19. yüzyılda Şişli’deki yerine taşınmış. Çünkü Şişli o zaman şehir dışıymış güzeller! ////////////////////////////////////////// Dov'è il Papa, ivi è Roma. (Papa neredeyse Roma orasıdır). Zaten İstanbul’un adı da Nea Roma (Yeni Roma). Geçen gün Arthur pek güldürdü bizi. Papa “Karşılamaya gelmeyin, ben metroya biner gelirim”, demiş. Sonuçta ona benzer bir şey oldu, Francisco Mercedes’i reddetti. Hey yavrum! (Bu arada Mercedes de İspanyolca şükranlar demek). Çaykur’a da Papa’lı bir reklam yakışır. Adamı geldiği ilk saatte kendimize benzetip teinperest ettik. Neyse, Renault, çay may derken bu ziyareti ucuza çıkardı hükümet./////////////////////////////// Twitter’de biri yazmıştı da çok gülmüştüm. “Umarım öbür dünyada Türkiye yoktur”. Bence umarım öteki dünya yoktur. Bundan bir tane daha çekemem anacımm…

15 Kasım 2014

HOUSTON, WE HAVE A PROBLEM!

İlber Hoca etrafındaki kalabalıktan boğulunca “evacuation” diye bağırır! Boşaltın! Benim de en yakın dama çıkıp “evakuasyonnnn!” diye bağırasım var. İnsandan değil, hayatımdaki kalabalıktan. Tam bir bag-lady formatında yaşıyorum. Hani vardır ya İngiltere parklarında yaşayan, ellerinde koca torbalarla evlerini üzerlerinde taşıyan, saçları dolaşmış teyzeler. İşte ben o dalda adayım. Elimdeki torbalarla şehir içinde koşturup, akşam en yakındaki evde kalıyorum. Artık hangi bahtsıza denk gelirse. Sabah spora gidip duş alıyorum. Conrad’da küçük bir dünya kurdum kendime. Menekşesi olmasa da minik bir havuzu, yürüyüş bantları, ağırlık aletleri ve yeşil çaylarıyla ikinci adresim oldu. Bu aralar biraz bana bakıp, çay yaparsanız sevinirim. Evimi temizlemenize gerek kalmadı, çünkü ben de gidemiyorum artık. ////////////////////////// Öğle yemeklerinde arkamızdaki sandalyelere seyirci alsaydık çoktan köşeyi dönmüştük. Malum 20 yıllık arkadaşım Başar son 20 yıldır hiç teklemeden bizi eşit şiddette güldürüyor. Bugün bir pirinç tanesiyle hayata veda ediyordum. “Hayatın bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçti mi?” dedi. (Ohooo, film şeridi mi? Benim hayattan en iyi ihtimalle Dallas filan çıkar). Kendisi kendine motor üzerinde bir yaşam kurduğu için bütün anıları motor kazaları ile ilgili. Yine öyle bir kaza anında tutanak tutan polis ne sormuş beğenirsiniz bizim delikanlıya? “Hayatın bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçti mi?” Bizim ülkede polis neden hep Cin Ali seviyesinde kalıyor ya? İspanyolca dersinde çocuklar cv’si olan 3 kadınla erkeği eşleştiriyorlardı. (Ders kitabının fantezisi, ne yapacaksın, suç bende değil yani). Erkeklerden biri polis. “Polis kız mız vermiyoruz”, dedim. Katalan polisinin suçu neyse artık.////////////////////////////////// Öğlen yemeklerinde masamız yuvarlak. Arthur’un masası gibi. Başarın bunun üzerine bir yorumu oldu tabii: “Yanında oturmakta olan en yakın dostun aslında karının sevgilisidir”. Şövalye romanslarını bu kadar güzel anlatan bir cümle görmemiştim. Bunu derste kullanayım ben. (Yıllar önce Başar’la ortak “Secrets of the Middle Ages” diye leziz bir ders verirdik. ) Başar’ın diğer bir yorumu: “Lancelot ben savaşa gidiyorum, sana ülkeyi emanet ediyorum!” Oğlum, kime kime emanet ediyorsun? Şövalye romansları da güya Hristiyan etiği üzerine kurulu. En güzel din doğadır anacımm, doğaya dönün hepiniz en erkeninden. Ne demiş Atatürk: “Türk doğadan başka şeye tapmaz”. //////////////////////// Başar eskiden de böyleydi. Tanrı’ya şükür hiç değişmedi. Yıllar önce bir gün anneannesine çok kızmış, gitmiş pazarda her hafta balkabağı aldığı Ahmet Amca’yı bulmuş. (Anneanneme kızsam aklıma gelecek en son şey bile değildir bu. Düşünün artık çocuk da kafa nasıl çalışıyor). Bir balkabağını ortadan ikiye güzelce böldürmüş. İçine anneannesinin annesinin fotoğrafını koydurmuş. (Kabakçıdaki de akıl yani. Hiç “olmaz” filan dememiş. Hayır deyip tarihe “Kabakçı Ahmet İsyanı” şeklinde geçerek ölümsüz olma şansını tepmiş akılsız) Kabakların evde kesildiği karanlık çağlar tabii daha o zamanlar. Kadıncağız kabağı ortadan iki ayırınca basmış çığlığı “Tövbeeee” diyerek. O esnada Başar’ın gazete okuyan babası olay hakkında daha hiçbir fikri olmadan şu tepkiyi vermiş: “Başarrrrrr!”. Haydi ben arkadaşıyım, bir de Başar’ın babası olmak vardı hayatta. Stresi düşünsene. “Hayatınıza renk katılır” durumu. Başar bence ek iş olarak evlere komikliğe gitmeli artık. ////////////////////////// Fırat öldürdü bizi. Geçen dönem yurtdışındayken sınavıma Meksikalı bir hoca girecekti. Ben de çocuklar görsün diye 2500 puntoyla kapıya hocanın adını yazmıştım. Malum, Hispanik âlemlerde bir insanın en az 2 soyadı, birkaç tane de adı olmazsa ezik sayılır. Fırat durumu Vağarşak Hazretleri’ne aynen şöyle anlatıyor: “Kapıdaki nota baktım, önce Meksikalı futbolcu geliyor sandım. Durumu anladım, bu sefer de derse hoca yerine 7 kişi giriyor zannettim. Hocanın adı roman gibi. Giriş, gelişme ve sonuç, hepsi var!” /////////////////////////////////// Hayatım bir Elm Sokağı tadında devam ediyor. Yoğunluktan yanlış mailleri yanlış insanlara göndermeye başladım. Bu rezaletime arkadaşları da ortak etmeye başladım. “Bu maili 10 yanlış kişiye gönder, hayatın bir yıldız gibi kaysın” notu da benden ek. “Du bakali n’olcek” diyelim, ne diyelim? //////////////////// Yok, potların hepsi bana ait değil. Selçuk Hoca (Esenbel) ile enfes bir program yaptık. Malumunuz Türkiye’nin en büyük Japon-Çin tarihçisi. İki dili de ana dili gibi konuşuyor. Türkiye’nin en karizmatik kadını bence. Tek geçerim. Japonların Kurtuluş Savaşı’ndaki rolü başta olmak üzere çok şey konuştuk. Japonlardan bile önce televizyonda biz yayınlamış olacağız, çünkü hoca Japon ve Osmanlı arşivlerinden yeni çıkardı bu enfes malzemeyi. Henüz Japonlar arasında bile yok yani. En çok da İngilizlerin Japonlar aracılığı ile aslında resmen tanımadıkları Ankara Hükümeti’ne ettikleri vaatlere şaşırdık. Resmen Yunanistan’ı tek kalemde satıvermişler. Neyse, hikâyeme döneyim. Ulusal’dayız. O günkü konuğumuz Ceylan. Antik Yunan uzmanı, pırıl pırıl bir akademisyen. Aynı zamanda Selçuk Hoca’nın da kızı. Misafir odasına aldık. Bu arada programımızın eli ayağı olan Nazlı dönüp bana “Japon’dan resimleri aldınız?” mı diyor. (Selçuk Hoca’nın adını hatırlayamamış ve Ceylan’ın da onun kızı olduğunu bilmiyor). İşte tam bu esnada görsellere gömülmüş olan Ceylan kafasını kaldırıp “Japon kim? Annem değil mi?” demez mi? İşte o an sıradan bir suluboya takımının bütün renkleri yüzümden tek tek geçiyor. ///////////////////////////////// Dün akşam yine ancak benim başıma gelebilecek bir karşılaşma oldu. Bu dönem ders programımı yapan kişi -sağ olsun- bana 6 saat üst üste ders koyup sabahın en kör saatlerini özenle doldurmakla hızını alamayaraktan okulun terk edildiği cumanın son saatini de doldurarak bütün özenli faaliyetlerinin her biri için tek tek benden küfür ve beddua almıştı. Sabahları “Oha, bugün de okula bir gün önceden gelmişim” dediğim karanlık saatlerde çay odasında mevcut olan herkese “bana bu saatte ders koyan sevdiğine kavuşamasın inşallah”tan başlayıp hızla gelişen bir çeşitlilikte seyreden güzeller güzelli dualar gönderiyorum evrene. Velhasıl, dün akşam bizim yuvarlak masa ekibiyle demlenirken eski bir öğrencimiz çıkageldi: “Hocam, çok kötü beddua ediyorsunuz” dedi. Faili bulduk yani. Gürkan’mış. Akademik planlamayı yapan Gürkan kardeşimiz benim beddua ettiğim saatlerde bilgisayarındaki mavi ekrana bakıp eve dönmeye korkmuş. Hayatta ettiğim hiçbir dua işe yaramazken, tüm beddualarımın ok gibi yerini bulmasından da anlayabilirsiniz ki Şeytan’la dostluğumuz sağlam./////////////////////////////// Durun durun, bu ne ki! Sene 2009. Psikopatın Allah’ı bir sevgilim var. Kıskançlık ilminde iyi yoğrulmuş. Yine bir kıskançlık krizi. Gözleri dönmüş şekilde üzerime geliyor. “Tam şu an Allah belanı versin” senin diye küçük dilim görüne kadar bağırıyorum. İşte tam o anda aradaki basamağı fark etmiyor, ayağı kayıyor ve gözümüzün önünde o ayak Ramazan davulu gibi şişiyor. Kemik hastanesinin acil servisine gidiyoruz. Tam tamına 1 ay yatalak kalıyor bizim eski sevgili. Başka bir deyişle: tek tek basaraktan, bade süzerekten. Bence siz benimle iyi geçinin.///////////////////////////////////// Geçen gün Yunanca dersinde kıskançlık konulu bilimsel bir makale okuyoruz. Begayet ciddi konuşurken, Hrisa kıskançlık hikâyelerimizi sordu. Bir arkadaşımız sözü aldı ve sonrasını hatırlamıyoruz. Arkadaşın hayatını kıskançlık krizleriyle cehennem haline getiren Yunanlı sevgilisi durumu öğrenmek üzere ta Yanya’dan Atina’ya kahve falı için fincan yollamış. Fal, posta masrafı, vs. 100 avro etmiş. Bizim delikanlıdan cevap: “Bana 50 verseydin, ben söylerdim!” ////////////////////////////// Evlerini ateşler salsın anacımmm! Beddua şirketi açsam köşeyi kesin dönerim. Üzülmeyin, 50 avro verin, ben ederim o bedduayı :D /////////////////////////////// Hayatımın en kısa özeti: Houston, we have a problem!

9 Kasım 2014

MATERINSKI JEZİK!

Beylerbeyi’nde kombiyi bozup hayalimizin ekranından kutup ayıları, penguenler ve sair sıfır altı derecede seyreden hayvan geçmeye başlayınca annemizin evine sığındık. Burada da aynı ekrandan cehennem zebanileri, üç dişli çatallarıyla cehennem memurları ve ateşten sorumlu öteki dünya bakanları geçmeye başladı. 16. yüzyıl İngiliz edebiyatı dersimize gelen Mr. Endress böyle sıcak karbondioksit-soğuk oksijen arasında çelişik kaldığımızda “there’s no perfect world” derdi. Haklıymış. Kaloriferin yanında güneş kremi sürüp oturma kıvamındayız. Apartmanın bu öteki dünya tatbikatının tek faydası annemler yokken evi satıp Güney Amerika’ya kaçma hayalinden soğumamız oldu. Evde tatlı bir Maldivler havası var. Bunda babamın bizim gibi iki akılsıza emanet edip gittiği çiçeklerin bakımsızlıktan tropik boylara gelmiş olmasının etkisi de yok değil. Bize gelirseniz size dev çiçekler gölgesinde “şemşiyeli” Burhan kokteyli yapar, hatta leğende okyanus efekti bile yaratırım. //////////////////////////////// Yok, ajansı takip etmiyorum. (Ajansı bildiniz değil mi? Yaş geçmeye başlayınca bir Tahsin Amca hali geliyor ki sormayın : ) Ajans beni takip ediyor. Dünyanın dört bir yanından dostlar gelip bana biraz ülkelerinden getiriyorlar. Ben de dünya gündeminden haberdar oluyorum. Haftanın ülkesi Hırvatistan, haftanın arkadaşı Vjeran. Sevgili okur Vjeran’ı uzun zamandır tanır. Hırvat ellerinin en çılgın ve şüphesiz en sempatik tarihçisidir. Yan yana gelince gülme krizleri geçiriyoruz. Hırvatçayı çok unuttuğumu söyleyince bana hemen en faydalı yöntemi önerdi: Bir Hırvat sevgili. (Ben bu aralar o Hırvat sevgiliyi koluma iple bağlamazsam ya kasapta, ya süpermarkette unuturum, anacımm. Hırvat hakkımı son ütücüden yana kullanayım en iyisi.) Tam bu öneri üzerine kahkahayı basınca durumu açıklamak durumunda kaldım. Eee, elim değmişken size de açıklayayım bari.////////////////////////////////// İki yaz önce malumunuz Zadar Üniversitesi’nde Hırvatça kursunda debeleniyorduk. Geçkince İtalyan bir gazeteci ve Romen bir aktris arkadaşla arka üçlüyü tamamladık. Baktık Hırvatça defterde durduğu gibi durmuyor, bari bir Hırvat sevgili bulalım da operasyon kolaylaşsın dedik. Akşamları bu çılgın üçlü (ekibin en genci benim, vaziyeti hayal edin artık) toplanıp “materinski jezik” (anadil) operasyonu adını verdiğimiz işleme çalışacağımıza söz verip kendimizi şehre bırakıyorduk. (Operasyon adı üzerinde bir materinski jezik konuşan yakışıklı bulmaktan mürekkepti). Yemek, kahkaha, eğlence derken “materinski jezik” aramayı bile unutup eve dönüyorduk. (Mutluluğun en hakikatli resmini çizmişiz o aralar). Baktık çok eğleniyoruz, unuttuk gitti biz “anadil”i. Bu arada üniversite rektör yardımcısı, dünyalar yakışıklısı bir arkadaşım oldu. Akşamları müzikologlar toplanıp şehirdeki kompozitör evlerini gezip müzik tarihi anlatıyorlar. Robert sağ olsun beni de götürüyor. Ben de kızları da çağıramadığım için akşamları türlü bahanelerle kayboluyorum. Olay İstanbul’da ya da Mexico City’de değil de, aynı kişiyi bir günde en az dört defa görmezsen ayıp olacağı Zadar şehrinde geçtiği için kızlar bizi bir akşam koştururken görüyor ve heyecanlanıp Robert’e dönerek son sesleriyle : “Materinski jezik!” diye bağırıyorlar. “Açıklayabilirim” dememe pek gerek kalmıyor. Tahmin ve takdir edersiniz ki çok akademik bir rezillik oluyor.//////////////////////////////////////// Bu arada daha da komik bir vaka cereyan ediyor. Meralim birkaç günlüğüne Zadar’a geliyor. O gece de Santana konserine gideceğiz. Ben bir gün öncesinden Robert diye harika bir arkadaşımız olduğunu, yazarlığını, müzik tarihçiliğini heyecanla anlatıp bir resmini gösteriyorum. Ben dersteyken Meral de biletleri almaya gidiyor. Öğlen buluşuyoruz. “Robert’i gördüm, Santana bileti aldık birlikte” diyor. “Üzerinde aynı yeşil gömleği vardı”. Keramet bittabi Robert’in gömleğinde değil, küçük şehrin sürprizli permütasyon, kombinasyon ve olasılık hesaplarında. Şükredin halinize Zadar’da yaşamıyorsunuz. Big Brother hep ensede!////////////////////////////////////////// Geçen gece kardeşim nöbetten aradı. Uyku arasında baktım. “Alo, abla, burada bir teyze var. Senin kardeşin olduğumu duyunca çok sevindi. Diyor ki ‘çocuk yapsın, çoğalsın. Onun gibi insanlar çoğalmalı.’” Bendeki şans bu seviyede zaten. Kardiyolojiye gelmiş yaşlı bir teyze. “Bana bak, yakışıklı, sempatik bir hayran olmadığı sürece sakın bir daha beni uyandırma” diyerek kapattım tabii. Gelelim vakaya. Teyze aynen böyle demiş. Kardinal bir hata! Ofis arkadaşım Başar bundan tam 10 yıl önce yine bir saçmalama anımda şöyle demişti: “Sakın çoğalma. Bir, iki tane olursan hiçbir özelliğin kalmaz. İki, Türkiye senden iki taneye henüz hazır değil.” Sizce de teyze değil de Başar haklı değil mi?//////////////////////// Geçen aylarda da süpermarkette yaşlı bir teyzeye yol vermiştim. Teyze “Aaa, sesinden tanıdım” dedi. “Evladım ne faydalı işler yapıyorsun”. Halk TV izliyormuş. Sohbet ettik. Bütün bir yıl sadece emekli teyzelerin pijama formatında izleyeceği saatte program yapınca izleyici kitlesi ranjı ne yapsın güzelim? Yayın kuşağının da bir profili var. Sonuç üst paragraftaki diyaloğa bağlanıyor nereden bakarsan bak.////////////////////////////////// Balkanlardan gelen tüm dostlar ülkede kaç tane politikacının içeride olduğunu anlatmakla başlıyor işe. Hırvatistan’da da başta ekonomi bakanlığından zatlar ve belediye başkanları olmak üzere o kadar çok politikacı tıkmışlar ki içeri “yeni hapishaneler yapalım, burada yer kalmadı” geyiği başlamış. Malum, medeni ülkelerde “yürütme” yargıya takılıyor. Yürütenlerin hepsi tek tek yakalanmış. Psikopatlardan birinin evine yapılan baskında bodrumda sayısız av hayvanı kafası bulunmuş duvarda. Tanrım, bence sen parayı vermeden önce kime vereceğini sağlam bir düşün. Hayali Ekvador’da yan gelip yatarak ölene kadar chirimoya yemek isteyenleri de gör. Bence bunu hayal eden kız böyle yemeye devam ederse Çin Seddi kıvamında uzaydan da görülecek hale gelecek, sen haydi haydi görürsün oradan. Saçları kızıl. (Tanrı’ya yazardan not)./////////////////////////// Dünyanın ilk bilim-kurgu eseri MS II. yüzyılda yazılmış: Vera Storia. (Gerçek bir hikâye) Lucian nam çılgın bir Suriyeli Helen yazmış. Bir solukta okudum. Hikâye resmen Kristof Kolomb’un günlükleri gibi. Cebelitarık’tan okyanusa açılıp adalar keşfediyor çılgın adam. Bu arada bir ülkenin kralı ona (ülkesinde hiç kadın olmadığı için) evlenmek üzere oğlunu veriyor. Resmen yazılı tarihteki ilk gay evlilik, her ne kadar kurgu da olsa. Ayrıca sadece erkeklerin yaşadıkları ve çocuk doğurdukları bir ülkeye de gidiyor. Ohh, mis! Adamlar dırdırsız ortamların hayaliyle yanmaya en az 2 milenyum önce başlamışlar. /////////////////////////////////// Sofya kitap fuarı başladı. Biricik Tuna’nın dediği gibi merkezden fuara gidene kadar akraba oluyor, metrobüsten inerken sarılıp helalleşiyorsun yanındakiyle resmen. Resmen ve fiilen Güven’ciğimin de dediği gibi “aslında uluslararası bir fuar o, Bulgar da gelsin diye tasarlanmış”. Sofya’ya 1 saatte gidersen, fuara en az 2-3 saatte gidiyorsun. Vizen bitmeden dönebilirsen ne ala! Haftaya Deryacığım’la Gürcistan’dan sonra ikinci uzun seyahatimizi fuara yapacağız. Hakkınızı helal edin. (Bavul hazırlıyoruz).///////////////////////////////// Gezi ve sonrasından kalma bir dolu deniz gözlüğü vardı evde. İlk defa geçenlerde havuzda kullandım. Ne tuhaf his o olm?! Yanlış kullanım hissi verdi resmen. Psikoloji, sen nelere kadirsin bebeğim!//////////////////////////// Aykırı Kumpanya’ya gittik Meralim’le. 3 saat aralıksız gülünür mü arkadaş? Hem sen, Enverim beceriklim, nereden buldun onca anekdotu? Memleketin bir bilim-kurgudan daha absürt son 50 yılık siyasi tarihine güleyim derken telef oldum. Sonlara doğru edebiyat tarihimizden akıl almaz hikâyeler paylaştı Enver. Hiçbir şeyden korkusu olmayan bu adama hastayız biz. Şerefiyle dimdik ayakta duruyor. Oyun esnasında “şu an aramızda olan MİT görevlilerine buradan selam ederim” diyerek neşemize neşe kattı. Acınacak halimizden çılgın bir komedya çıkarmış. Sakın kaçırmayın derim. Ben bir defa daha gideceğim. Bana onun gibi cesur adamlarla gelin! Müptelası oldum. /////////////////////////////////// Sakın yaşlı bir teyze beni seviyorsa, bunu söylemek için beni uyandırayım demeyin. Bacaklarınızı kırarım!

2 Kasım 2014

DORMIENTES AB VIGILANTIBUS VINCENTUR

Kırk yaşına kadar bu ülkede postu deldirmeden sapasağlam yaşamaya devam ediyorsam mucizelere inanmak zorundasınız. Hayatının yarısı sarı dolmuşlarda geçen bir âdem olarak, hala hayatta kalarak tüm olasılık hesaplarına karşı dimdik ayakta duruyorum ben. Hayır, emniyet şeridinden uçarak gitmelerinden değil, kapanmak bilmeyen çenemi tutamayıp her seferinde topuklarımı deldirmeme ramak kalmasından bahsediyorum. Vaka-ı cedid: Yağmurlu bir İstanbul akşamı içinee tıkıldığımız, akreplerin yelleri kovamadığı saatlerde, ormanda ayılar tarafından büyütülüp beslendiğinden şüphe edilmesine ihtimal olmayan şoförün emniyet şeridinden değil, bildiğiniz kaldırımdan sürdüğü dolmuşta gidiyoruz. Arkada bedbaht üç kızız. Yok, tanışmıyoruz, ama çaresizlikten akraba çıkmak üzereyiz. Ortadoğu’nun tüm dillerinde arabesk çalan bir istasyonla zehirleniyoruz bir taraftan. Kulaklıklarımda tıka basa çalan Miligram bile kurtaramıyor beni. Sonunda her zamanki dayanamayıp: “Şöforrr Beyy, biz arkada üç kız şu an tam bileklerimizi kesmek üzereyiz”, diyecek kadar cesur oluveriyorum. Orman ayısı hiç gülmediği gibi KDV tadında sesi açıyor. Aynadan da o bildiğiniz alt yazılı bakışlar: “Şu an Zeytinburnu’nun derinliklerinde inmek istiyorsan bir cümle daha kur”. Evde canı çok sıkılan iki adet yetmişlik (2 büyük 70’lik yani) fert barındıran bir ailenin ferdi olarak sık sık belgesele maruz kaldığım için bu türü yakından tanıyorum.//////////// Bakırköy’e vardığımızda koşturarak orman ayısını ait olduğu yere şikâyet ediyorum. Dolmuş durağı harbi abiler tarafından yönetildiği için ayıcanın arabasını 1 saatliğine bağlıyorlar. Tam o esnada “Ne var? Ne oldu?” diye geliyor bizim postlu. İşte o anda ben “Oldu o zaman, ben de tam gidiyordum, öptüm canlar” diyerek topuklarımın hafifliğini tabanlarımın kuvvetiyle birleştirip sırra kadem basıyorum. Eve gelene kadar peşimde evyeyle bir orman ayısı olduğunu hayal ederek ecel terleri döküyorum tabii. Velhasıl, bu hafta da ölmedik. Ama haftaya Allah kerim. Yıllar önce karnaval için aldığım bir mor peruk vardı. Sanırım yarın bana lazım olacak./////////////////////// Romanın en güzel yerindeyim. Bizi rüyasında görüp hayatımıza giren insanlar meselesi. Bizim psikoloji okuyan kızlardan öğrendim geçen akşam yemekte, rüyamızda gördüğümüz ve tanımadığımız insanlarla aslında hayatımızda bir zaman, bir yerde, bir şekilde, paralel ya da teğet geçmişliğimiz varmış. Yani, rüyamızda boy gösteren herkesi bir yerde mutlaka görmüşüz. Ben son zamanlarda rüyalarımda sadece birlikte çalıştığım insanları görüyorum. Sakın rüyalarıma gelmeyim olm, çok sıkıcı bir haldeler, sığulabülürsünüz. (İçeride zikir bile yok, o derece!) Ha, rüyalarıma gelecekseniz de beraberinizde ya yakışıklı birilerini getirin, ya da kazanla yemek getirin. Gündüz bunlarla ilgilenecek vaktim olmuyor çünkü. /////////////////// Sürekli bir “ders bilme” halindeyim, sürmenaj sınırlarındayım. Gece gündüz ödev yapıyorum arkadaş, ben 40 yaşındayım ya, ilkokulda bitmedi mi bu ödev travması? Bugün tabip kardeşimin eşliğinde Yunanca ödevimi yaptım ve tek başıma koskoca bir hiç olduğuma bir kez daha karar verdim. Sterno’nun Türkçesi “iman tahtası” imiş. Bir yaşıma daha girdim anacığım. Algia (algos) Yunanca acı, ağrı bildiren bir ek. Benim adın içinde de gizliymiş. Nostos (memleket) ve algia. Memleket hasreti, acısı demek Nostalgia. Agrafi yazma, afazi konuşma, aleksi de okuma yetisini kaybetme hali. Çoğunlukla tek tek görülmüyorlar. Hepsini topyekun kaybetsem de rahatlasam diyorum. Çalışmaktan imanım gevredi. ///////////////// Roman kahramanlarımdan biri geldi okyanus ötesinden. Galakside gördüğüm en çok şey bilen insanlardan birisi. Kuaförde 800 kadın gücünde konuşsa bile asla sıkılmayacağım nadir insanlardan, biricik Kevin’ciğim. Bir Amerikalıyı sevebileceğime ben bile inanmazdım, haklısınız. Bosna kökenli olduğu için yırtıyor aslında. (Bizim bu ay Balkan günleri kutlanıyor tadında. Slovenlerden açılan boşlukları Bosna’ya verdik, haftaya da Hırvat’a) Ayağının tozuyla komik bir bilgi verdi yemekte. Endülüs kökenli bir bira markası gösterdi: La Mezquita. Resmen adı “cami” biranın! Bir de çılgın reklam yapmışlar. Elinde kocaman bir Endülüs Arabı “Kuran yasaklıyor, ama öyle lezzetli ki!” diyor. Yakında dağıtırlar fabrikayı kesin. Benden söylemesi.//////////////////// Kevin’le Dubrovnik Üniversitesi’nin Hırvatça kurslarından tanışıyoruz. Yaz sıcaklarından nefretlik bir şehre dönüşen Dubrovnik’te herkesten nefret ettiğimde dimdik yanımda durdu zavallım. Onunla denizlere girdik, adalara gittik, šljivovicalar, rakijalar tükettik, saatlerce sohbet ettik, bana enfes yemekler pişirdi. (Yemek pişiren arkadaş her daim on puan öndedir). Balkan mutfak tarihi üzerine en derin çalışan arkadaşlardan Kevin. Patlıcana Balkanlar’da bazı yerlerde crna rajčica (siyah domates) dendiğini, meşhur köfte ćevapi’nin aslında etimolojik olarak kebap’tan bozularak geldiğini, Bosna’da içilme amacına göre 3 çeşit Türk kahvesi olduğunu, misafire “defolup gidin” artık bâbında yapılan kahveye de “s.ktir kahvesi” dendiğini ve daha sayısız detayı ondan öğrendim. Tito’nun aşçısının yemek kitabı yazdığını da onun sayesinde öğrenip buldum. Slavonya bölgesinde puh denen bir çeşit fare yenmesine ne demeli? Bildiğin dormouse (yediuyur). ////////////////////// Hırvatistan’ın en güze balladlarını söyleyen Ibrica Jusić’le tatlı bir dostluk kurmuştu Kevin. Her gece 12’de gitarını alıp Dubrovnik’in denize yakın manastırlarının birinin kapısında şarkılarını söylerdi. Herkes büyük bir sessizlik içinde oturup dinlerdi bu sürpriz konseri. Bir kişi konuşacak olsa hemen pılısını pırtısını toplar giderdi. Nerde olursak olalım her gece saat 12’de Ibrica’ya yetişmek için koştururduk Kevin’le. Ibrica, İbrahim yani. ///////////////// Smrt fašizmu, sloboda narodu! (Faşizme ölüm, halka özgürlük), ne tatlı değil mi? Yugoslavya döneminde halk böyle selamlaşıyordu. Evet, pratiğe koyunca pek de normal geldiği söylenemez. Sabahın köründe ekmek almaya gittiğinizde gördüğünüz arkadaşınıza “Faşizme ölüm”, diyorsunuz, “o da halka özgürlük” diyor. Yok kız, abartmıyorum, aynen böyle! Bense sabahları kalktığımda bana sabahın köründe ders koyan akademik planlama bölümündeki o kimliği meçhul arkadaşa ölüm dileyebiliyorum sadece. Günyüzü görmesin inşallah. Anam, ben bir gün önceden gidiyorum senin yüzünden okula!/////////////////// Kardeşim her gece hastanede nöbetçi kaldığından beri adı nöbet şekeri oldu. Zavallı en azından işe gitmemek zorunda olmakla avunuyor. (Hazır gidilmişi var). Geceleri de bazen boş sedyelerde filan sızıyorlarmış. Yıllar önce de teneffüste bir bank bulup oturmuşlar da hademe gelip kovalamış onları “höyyt, ceset kutularına oturmayın” diye. Her gün taze bir vakayla geliyor. Taze anjio olmuş bir hastanın yakını gelip ne dese beğenirsiniz? “Tuzlama yiyebilir mi?” Olacak O Kadar’daki hasta yakınları ne ki, gerçekleri daha şenlikli! Seviyorum olm ben bu memleketi.////////////////////// Son zamanlarda hayatı bir erozyon gibi yaşadığım için sayısız şey öğrenip nereden, kimden öğrendiğimi hatırlamıyorum daha 24 saat geçmeden. Ama Ahmet Ümit’i görüp de unutmak pek tabii imkânsız. Fünikülerde karşılaştık. Kısacık bir yolculukta ayaküstü dünya kadar şey öğrendim. Ne tatlı, ne renkli, ne ideal sahibi güzel insanlar var bu şehirde. Ahmet Ümit iyi ki var! Konu bir şekilde ışık hızıyla Hititlere geldi. Hititlerin Kuran’da geçtiğini bilmiyordum. Sonra yolda düşündüm: başka bir şehirde yaşamayı hayal bile edemiyorum! Biz bu şehirle beşik kertmesiyiz. //////////////////// Doğada alto yokmuş. Bizi kandırmışlar yıllardır. Doğada mükemmel daireler ve üçgenler de yokmuş. Mükemmel üçgen bir yaprak gördünüz mü? Hayır! Bilim adamları doğada aslında aşkın da olmadığını da söyleseler de cümleten rahatlasak./////////////////////// Haftaya da Hırvat bir arkadaşım geliyor. Sevgili okur kendisini 3 yıldır yakından tanır. Vjeran. Bana Türkçe mesaj yollamış: “Toma’ları bavula attım”. Gezi olaylarını gün be gün izleyip Hırvatistan’a sayfasından duyuran biricik dostum burada TOMA’ya bir gönderme yapmış çaktırmadan. Bana yeryüzünde, hatta galakside en sevdiğim birayı getiriyor: Tomislav. Bir Hırvat arkadaş şöyle demiş: Respect za osobu koja pije Tomislav. Tomislav içenlere saygı, diyor kısaca. Bayram çocuğu gibi beklerim ben şimdi o Tomislavları. Dünyanın en leziz, en siyah birası. Tomislav Hırvatların da ilk birleştirici kralının adı aynı zamanda. Metehan birası gibi bir şey anlayacağınız :D ////////////////////// Ha başlık mı? Latince “uyuyanlar uyumayanlara kaybedecek” demek. Günde 3 saat uykuyla yaşıyorum. Kardeşime sorsam hep kış uykusundayım. Çünkü haftada bir yanına gittiğimde, yani az önce anlattığım dolmuş macerasından sağ çıkabildiğimde, ancak kış uykusuyla kendi gelebiliyorum. İşte tam da o sabahlarda kalkıp tarla faresi gibi tıkır tıkır bana ayrılan uykunun sonuna getiriveriyor beni. //////////////////////// Bu arada bu psikopat blog sayfası ayırdığım paragrafları bütün bütün yutuyor. Bir çare bulana kadar böyle Gestalt tadında okuyacaksınız. Cümleten iyi geceler anacımmm… Ben daha ders bilicem…

26 Ekim 2014

UYKUSUZLUK ÖZLEMİ

Sekiz saat uyuyan insana „salak“ diyen Napolyon beni görseydi inanın gurur enflasyonuna girerdi benimle. (Bu arada Arapların Napolyon’a ne dediğini biliyor musunuz? Nabulyun. Malum dilde „p“ ve „o“ harfi olmayınca böyle oluyor. Kapa parantez). Günde üç saat uykuyla yarın ölecekmiş gibi bu dünya için çalışıyorum anacımm. Şu uykusuzluk gömleğini çıkarmak istiyorum artık ben, Numan Abi! Caiz midir? Aynı anda üç kitap yazıp bir tv programı çekiyoruz, bir de gazete sayfası. Bu arada üniversitedeki dersler de devam ediyor tabii, çocuklar şerrimden korunmak için sarımsaklarını takıp geliyorlar. İki de kulüp kurduk: tarih ve gastronomi. Yunanca’da galaksi seviyesine geldik. Bu enfes dilde 11. zafer yılım. Salı-Perşembe kurslar devam ediyor. Uykusuzluk özlemi oldum ben anlayacağınız. Akşam eve gelip gün içinde yaptıklarımı düşünürken başım dönüyor. Tek ihtiyacım bir son ütücü. Eve gaz maskesiyle giriliyor. Koltuklara otururken fazla debelenmezseniz tozlar yapıştığı yerde kalır. Size diyorum. „Bazen uğra bize, yok hiç kötü niyetim“ diye bir şarkı vardı ya, haftanın bir numarası bende o şarkı. Bir Cif’imi için, buyrun. Alın elinize bir toz bezi, uğrayın bana. Yok anam, ben Demirhan’ın çocuklarıyla kuracağı Demirhan Baylan Band’i bekliyorum. Kendisi çocukları elinde musiki aletleriyle metroya yollamaya düşünüyor, ama ben onları erkenden sigortalarım. Mehmet’le „Zaman Treni“ nam bir programa ve gazete köşesine başladık. Haftaya Pazar günü (20.00’de) Ulusal Kanal’da ve Aydınlık’ta hizmetinizdeyiz. Küçükken babamla TRT’ye gider, akşama kadar kuyruk gibi peşinde dolaşırdım. O günlere geri döndüm. Mehmet’in peşinde kanalda ördek yavrusu gibiyim. Çılgın bir tarih programıyla sımsıkı geliyoruz. Japonya’nın I. Dünya Savaşı’na katılmadığını sanıyorsunuz değil mi? Üzülmeyin, Japonlar da öyle sanıyor. Barbaros Hayreddin’in şimdiye kadar hiç bilinmeyen bir kardeşi olduğunu biliyor muydunuz peki? Adı Yusuf. Ya kaburga dolmasının bilinen ilk mucidinin Hititler olduğunu? Atatürk’ün aslında Türkler ve Tanrı hakkındaki görüşlerine ne demeli? Ortalığı yıkmaya geliyoruz. Kemerlerinizi bağlayın deriz. Çekerken çok eğleniyoruz, siz de izlerken çok eğleneceksiniz. Sloven illerinden misafirlerim geldi. Evde kamp kurduk. Ben de bu sayede evin yolunu hatırlamış oldum. Henüz mahalleli satmamış bizim evi. Mirjana ve Marco’yla evde resmi dil Slovence’ye döndü. Rüyada gibiyim. Hayatımda gördüğüm en komik adamlardan Marco. Ülkenin siyasi durumunu yarım saatlik bir stand up show’la açıkladı. Tek başına dünyadaki bütün kadınlardan daha fazla ve hızlı konuşabiliyor. Bıraksan dünyanın tüm konuşma ihtiyacını tek başına kendisi karşılayabilir, o derece. Slovenya’nın doğuşundan düne kadar olan tarihini 3 günde söktüm vallahi. Hastasıyım. Dünyayı anlattı. Tito öldüğünde cezanesinin Ljubljana’dan Belgrad‘a taşınırken tren yolunun ağlayan insanlarla dolduğunu, Slovence’de Arapça’da da olan ikilin olduğunu, (İki kadın ayrı, iki erkek için ayrı fiil ve sıfat çekimi var. Kabustan hallice), Slovenya gibi cennet bir ülkede resmi yolsuzluğunun %97’ye vardığını, Slovenya’nın en büyük baş belasının ihtiyar seçmenler olduğunu… Ben en çok pratik bir bilgi olan dünyanın en ucuz birasının Prag’da olmasıyla ilgilendim. Çekleri o kadar sevmiyorum ki, biradan havuz yapsalar ayağımı sokmam. Çekistan’da yolda saat ya da yol sorduğunuz tek bir kişiden cevap alabilirseniz gelin, alnınızdan öpeceğim. Ev deyince aklıma geldi anacımm. (Kavram kullanılmayınca kelime de unutuluyor linguistlere göre ya, yoksa aklıma gelmez. Kardeşime bakarsan “akıl” kavramı da bende durmadığı için “aklıma bir şey geldi deyince, “Allah bilir nerene geldi!” diyor. ) Yıllar önce üç yaşındaki kardeşimin telefonda ‘Orası kimin evi?’ diye soran bir kadına verdiği cevap hala evde saygıyla anılır: “Ailemizin evi!” Durun durun, daha iyisi var. Dört yaşında bile değilken bir akşam okul dönüşü zatıalilerine yönelttiğim ‘Beni arayan oldu mu?’ sorusuna cevabı: « Evet. Makiko, telefon sapığı, Oğuz, konservatuardan Halil. » (Bana sorarsanız esas sapık benmişim, çünkü bütün bu diyalogları günü gününe kaydetmişim. Tarihçi olmaktan başka şansım yokmuş zaten). Rejimdeyim. Tam faşist rejim. Bir deri bir kemik kalıp artan derilerimi THK’na bağışlayana kadar devam. Ara Cafe’de bizim gençler yemeğe yumuldular. Sıra bana gelince garson kıza cevabım netti: „Bana da gözyaşı getirir misiniz?“ Sabahları spor salonunda 7 km koşuyoruz. Koşuyoruz dediysem, ben ve yalnızlığım. (Çok kalabalığız anlayacağınız.) Eskiden ne güzel Müzeyyen Teyze olurdu, onunla yaz-kış iki müdavim kalırdık. Sevgili okuyucu hatırlar. Müzeyyen Teyze 80 yaşında, alzheimer hastası. Saatlerce çalışıp hangi aleti yaptığını unutup bir daha yapıyordu hareketleri. Bu sayede Rambo tadında kalıyordu. Bacaklarıyla 70 kg kaldırdığına şahit olduğumda gözlerim tavada yumurta gibi olmuştu. O alzheimer bende olsa, ben sadece yediğimi unutur tekrar yerim, Hüsmen Dayı tadında olurum. Akıl sağlığı durumu olsa facebook’ta benimki „complicated“ olur şüpheye mahal olmadan. Tatlı bir ruh gibi dolaşıyorum, kraliçenin çay partisine yetişmeye çalışan tavşan tadında. Geçen sabah, -hani şu okula bir gün önce gittiğimi sandığım saatlerden birinde-, (kargalarla kalkıp spor yapmış, gün doğmadan okula gelmişim), endorfin fışkırıyor, kahkahayla fakülteye giriyorum. İşte tam o esnada Serkan’la aramızda geçen diyalog: -Özlem ne içtin? -Çaayyy. -Onu demiyorum. İçine ne koydun? Ağlasam yeri. Şeker bile koyamazken o çaya hem de. Bonzai desen, onu benim hücrelerimden yapıyorlar zaten. Anacım ben sigara bile içmiyorum. Mario söyledi, Rusya’da krokodil nam bir meret çıkmış. Bonzainin deli modeli. İnsanın derisini döktüğü için bu adı vermişler. Düşündüm de Ruslar kendilerine katlanmak için ne bulsalar içiyorlar. Yakışır. Mevzu Balkanlar’dan açıldı madem, devam edelim. 89’da Bulagaristan’dan gelen bir arkadaşım vardı. Kocasını Bulgarlar arabayla birlikte çalmışlar! (Hırsızların numarasını istiyorsunuz di mi kızlar? Yok anam, Türk kocaları çalmıyorlarmış. Üzerine araba verip kaçıyorlarmış.) Giden arabanın şöfor koltuğuna atlayıvermişler. Bizim arkadaşın kocasını da önce yan koltuğa, sonra da diğer kapıdan aşağı atıvermişler. Nasıl hikâye? Bence bu insanın Bulgaristan’daki araba çılgınlığı ile ilgili duyabileceği en “light” anı. Başka bir arkadaşımın babasının adamlarını da çuvala koyup ormanda bırakmışlar. Dikkat edin, Sofya’ya giderseniz akciğerlerinizi filan çalıp nefes almasınlar.////////////// Bayramda Antalya’ya kaçtık. Meral’imi de alıp sülalenin bütün kızları mayoları giydik dizildik sahile. Gran tuvalet bir amca geldi, önümüze dikilip herkese tek tek baktı. Öylece durdu önümüzde. Ne yaptığını sorduk çaresiz. El cevap: “Bağıyom!”. Yok, bence krokodile ihtiyacı olan biziz. Kendi kendimize katlanmak için son şansımız. ///////////// Hande gerçekten beni öldürmek için var. Telefon çalar. “Şu anda yanımda çok yakışlıklı biri var. Hazır roman kahramanı. Roman yaz üzerine otursun, o derece.” Kılıçdaroğlu’nun dediği gibi kendisini Leman dergisine emanet ediyorum. Bir de bizim öğrencileri aynı dergiye emanet ediyorum. (Yerler onalar o dergiyi ya!) Geçen gün bir tanesiyle bir hocamız arasında şu diyalog yaşanmış: //////////////-Hocam size bir sır vereyim mi, ben İngilizce bilmiyorum. (Bu arada bizim üniversitede dersler İngilizce işleniyor. Kapa parantez.) -Nasıl anlıyorsun dersleri? -Bilmece gibi bakıyorum olaya, parçaları birleştiriyorum falan, öyle yani.///////////// Dün konusu açılınca ben de buradan bir sıra geçeyim dedim. Dünyanın ilk romanını bir Japon kadınını yazdığını biliyor muydunuz? Murasaki Shikibu. Prens Genji’nin yazarı. Okumadan ölmeyin. 11. yüzyıl. Bir de bizim saray kadınlarına bak. Dikiş-nakış, entrika, mücevher filan. Avrupa’nın bilinen ilk romanı malumunuz Don Quijote. Ondan 50 yıl önce çıkan pikaresk romanları saymazsak tabii. Ve lakin geçen yıl Hırvatistan’dan Avrupa’nın ilk romanının Petar Zoranić’in Planine’si (Dağlar) olduğunu öğrenmiştim. Yazım 1538, basım 1569. Bizim ellerde ilk roman Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat, 1871. Üç buçuk asır sonra! ////////////// O kadar kalabalığım ki, kardeşimin arkadaşı Zehra’nın kavuran yaz sıcaklarında telefonda “O kadar yalnızım ki, overlokçu bile geçmiyor” demesini hatırladım çaresiz. Hani yatarken hayal kurarsın ya, işte kafanın yastıkla teması bende saniyesinde uykuya geçmek demek olduğu için tam da şu aralar hayallerimi kuracak birisine ihtiyacım var. Sahibinden ihtiyaçtan hayaliniz varsa, o da olur. ////////////////////// Hala aklımda Gürcistan’da tanıştığımız opera sanatçısı Stefan’ın bize söylediği şarkı var. Müptelası oldum. Siz de kaçırmayın bence: Du liegst mir im herzen. Tam karnaval diyarında doğacak insan evladıymışım ben. Yanlış olmuş. Geri versinler beni. Açlık da başıma vurdu zaten. Hayallerimin ekranlarında nohut-pilav arabası geçmeye başladı yine. Gözyaşı getirin bana!

18 Eylül 2014

EVDE OTURAN ERKEN ÖLÜR

İşte hayatta en sevdiğim atasözü. Bittabi bir çingene atasının aklına gelmiş bu: Evde oturan erken ölür. Bozcaada’dan geliyorum. Biricik Selçuk’umuzu everdik. Aral Çifliği nam dünya üzerindeki cennete yayıldık, dans ettik, ateşler yakıldı. Alkol sel oldu. Tekilaya tekila demedik. Bozcaadalılar reçel işinde tatlı tatlı su kaçırmışlar. Nane, ebegümeci, gelincik derken ben hariç her şeyin reçelini yapmışlar. İçi bademli beyaz domates reçelinin müptelasıyım. Sevgili Korkut da gelmiş. Kardeşimin yıllar önce beklenmedik bir anda yapıp hepimizi yerle yeksan ettiği bir espriyi hatırlattı Korkutçuğum: Kunut duası cemaatle kılınınca ne olur? Toplu Kunut. Mevlevilerin kandırılma yoluyla tutuldukları için olta balığı yemediklerini ondan öğrendim. Selçuk düğün öncesi bizi deniz kenarına park etti. Düğün organizasyonunda zirve diye buna derim. /// Dönüş yolunda arabada Bora bize Yeni Türkü çaldı. Hala içimi parça parça eden “Yağmurun Elleri” (Ki e. e. cummings’in enfes şiiridir) çaldı. Şarkı bitti Ender aradı. “Ha ha, Tekirdağ’dan geçiyorsan Namık Kemal’in heykeli önünde de dur, ellerine bak” dedi. O gece görmüş, korku filmi gibiymiş. “Hiç kimsenin yağmurun bile böyle büyük elleri yoktur”, demez mi Ender! (Bildiğiniz üzere Yağmurun Elleri’nin nakaratı). Bir anlık sessizlik. Neyse, bu telapatiden sonra öğrendim ki Namık Kemal’in ellerini küçültmeyi akıl etmişler. Malum, bizim bünyede de heykel sanatı barınmıyor. Türkiye’nin dört bir yanındaki komik heykelleri toplayan bir site vardı. Alt yazılarını okurken gülmekten ömrüme ömür kattıydım. Hele bir Bizans askerleri yapmışlar ki, hangi köyün yerli kıyafetli kadınları olduğunu bilemezsiniz. /// Ancak ve ancak beni bulacak olaylar serisi hızla ilerliyor. Efenim, yazın göbeğinde çok sevdiğim bir arkadaşımın yanına gittim. Sahilde oturuyorum. Tam bu esnada twitter’dan bir takipçi başlığı “Prof. oldum, bu da size kapak olsun” olan bir yazı eklemiş, bana “Hocam, bakın kimler prof oluyor, siz ne zaman olacaksınız” yazmış. Ben de şaşkınlıkla yazıya bakarken arkadaşım, birkaç gün bizimle kalacak arkadaşını alıp geliyor sahile. Gözlerim tavada yumurta gibi yazıya bakarken, “Arkadaşım yeni prof oldu” demez mi! İsme bakıyorum veee… Aynen tahmin ettiğiniz gibi. 70 milyonluk ülkede bunun vuku bulma ihtimali nedir sizce? Olasılık hesabı yapsan matematik çöker. /// Yaza başlarken Ebru’cuğumla Nazlı Eray’ın Bodrum’daki rüya evine gittik. Beni ilk gençliğimde yazmaya iten üç tatlı kadın yazardan biridir Nazlı Hanım. Her zamanki gibi sürprizlerle doluydu. O ışıklandırılmış taş evinin rüya bahçesini hala bir film karesi gibi hatırlıyorum. O gün Bodrum açıklarında Palavra Koyu adını koyduğu bir yere gitmişler. Bütün dileklerin gerçekleştiği bir yermiş. (Oradan tıkır tıkır çalışan bir kalp dileyeceğim). Marilyn Monroe ve Arthur Miller ilişkisini anlatan leziz bir kitap okuyordu: The Genius and the Goddess. Heyecanını bize de bulaştırdı. Arthur Miller’ı maymun ettiğini, ona gestapo gibi davrandığını ondan öğrendim. Bize “sevgiyle yapılmış kurabiyeler” verdi. Tadı hiç kalbimden çıkmayacak. /// Nazlı Eray’ın tatlı bir altıncı hissi olduğunu tüm edebiyat camiası bilir. Baktığı falların çıktığına defalarca şahit olunmuştur. Yıllar önce Kordon’da bana sıra gelmemişti, açığı bu sefer kapattık. Tatlı bir ecnebi gördü falımda Nazlı Hanım. Ay Falcısı en sevdiğim kitaplarındandır. Yaşamının hayale karıştığı leziz bir kitaptır. O gece bir de Rüya Ekranları Ormanı kurgusunu hatırladım. Rüyalarımızı bir ormanın göbeğinde dev bir ekrandan izleyebileceğimiz bir projedir bu. Keşke yaz aylarında gazoz ve çekirdekle rüyalarımızı izleyebileceğimiz bir Rüya Ekranları Ormanı olsa, di mi? /// Kıbrıs’ta otobüse basçık (bus-çık) deniyormuş. ( Çılgın bir Twitter şahsiyeti olan Potemkin Zırhlısı dedi). Kıbrıs’a da Gıbrısçık diyorlar bizim yavru vatanlılar. Ama her dem favorim bademcik’e badem demeleri. Anlayacağınız Gıbrısçıklılar’ın bademleri şişiyor. Özlem (Potemkin Zırhlısı) basçık deyince aklıma Lipsi adasında “bus” gelmeyip de ne yapacaktı acaba? Birkaç hafta önce Patmos’tan Lipsi’ye indim, minicik unutulmuş bir adacık. Otobüs saatleri yazmışalr bir duvara. Küçük bir sefil turist kafilesi olarak bekleşirken dökülmenin arifesindeki bir minibüs geldi. Arka cama devasa bir yazı yapıştırmışlar: BUS . (Gülmeyip de ne yapacaktım? )/// Artık dört bir yanım Rusperestlerle çevrildi. Ruslar hayatımın içine kadar girdi. Rusya’da “Cumartesi günü sadece Türkler ve eşekler çalışır. Pazar günü ise sadece Türkler” deniyormuş. Ender söyledi. Özlem de “İspanya’da da sadece aptalların çalıştığını sanıyordum ben” dedi. Oysa ben İspanya’nın o halini seviyorum, çalışmayı rafa kaldırma ihtimalini yani... /// Niça ve Antoş’u ziyarete Burgaz Ada’ya gittik. Hiç ölmeyecekmiş gibi bugün, yarın ölecekmiş gibi yarın için yedik. (Bence de din dersi kaldırılsın, bak yıllardır aldım, bir hadisi bile tam öğrenememişim. Bende en iyi duran ilim-Çin ikisili. ) Lübnan zahterini mis gibi zeytinyağına bandık, isli balıkları lölp löp yuttuk, vesair nefasete gömüldük. Burgaz Ada’da dört yüz yıllık bir manastırın denize bakan tarafında yaşıyor Niça ve Antoş. Özetle yeryüzünde cennet. Niça’nın annesi eskiden şapkası ev çantası olmadığı zamanlarda İstiklal Caddesi’nden geçmeye çekinip ara sokaklardan dönüyormuş eve. Evrim bizim ülkede tersine işliyor. Ben de artık ara sokaklardan gidiyorum, Arapların yeni saç ekilmiş yarı kanlı ve sargılı kafalarını görmemek için tabii ki. Sebep yine estetik yani. /// Antoş’un pek komik bir çocukluk macerası var. Kuruçeşme’de Aya Dimitri Rum Kilisesi’nde eskiden beri dertlere deva olan bir papaz varmış. Gerçekten pek çok mucizeye şahit olunmuş. Antoş da küçücük bir çocukken papaz kilisede üzerinden atlamış. Atlarken de yanlışlıkla bacağına basmış. Antoş da çığlığı basınca bir kargaşa hâsıl oluvermiş tabii. Halk kiliseden koşa koşa çıkmış. Bir cumartesi sabah duasına ben de gidip bunu tecrübe etmek istiyorum. (Bacak ezdirme kısmını değil tabii). /// Antoş “Nerede ders yapıyorsun? Sınıfta mı, yoksa barkovizyondan evden mi?” deyince Niça benim cevabı verdi: “Evde hiç yok ki evden yapsın!” /// Pablo sabah kahvesine geldi. Ne çok özlemişim onu. Enver Paşa’nın Kudüs’te İspanyol büyükelçisiyle poker oynadığına dair şenlikli belgeler bulmuş. Bir de yalnız tatile çıktığımı, ama sadece 3 gün yalnız kaldığımı söyleyince pek faydalı bir İspanyol atasözü söyledi: İnsan elleri boş, kalbi açık (con manos libres y corazón abierto) tatile çıkmalı. Atası İspanyol olanın kalbi aşktan kurtulmaz. Bak bu güzel durdu. /// Günseli Kato’nun hastasıyım. Üniversitede derse de geliyor. O gelince bana çılgın bir enerji girişi oluyor. Enerji topu olup yuvarlanıyorum. Bugün okuldaki arkadaşlara “Ay, bu kız hep âşık gibi dolaşıyor. Yanaklara bak, kıpkırmızı, onun yanında hepimiz veremli gibi duruyoruz” dedi. (Aslında biz onun yanında hayli renksiz ve karizma yoksunu kalıyoruz, o başka). Sürekli âşık gibi dolaşmama gelince, ben aşık olduğumda benim niye bundan haberim olmuyor onu anlamadım. /// Ercüment Hoca’ya ziyarete gittik Meral’imle. Kırmızı bir tişört giymiş hoca. Malum yaş 93. Pek de yakışmış. “Hocam çok yakışıklı olmuşsunuz” deyince aldık cevabı: “Sakın âşık olmaya kalkmayın!”. /// Kalbimde saçma salak bir heyecan var. Şimdi oturup sakince geçmesini bekleyeceğim. /// Selçuk, olm, adamın dibisin!

11 Eylül 2014

HÜLOĞĞĞĞĞĞ …

İnanmayacaksınız ama ben eve döndüm. Sırasıyla Petersburg, Bodrum, Kos, Patmos, Lipsi, Simi, Siros, Tinos, Andros, Mikonos, Tiflis ve Gori ve sair Gürcü kasabasından sonra artık evdeyim. Yolu nasıl mı buldum? Tabii ki Google Earth ve Tomtom’la. Eh, biraz da hafızayı zorlayınca evi hatırladım tabii. Mahalleli metruk diye satmaya kalkmamış çok şükür. Evi kiraya verip bavula yerleşme fikrinde sabitim. Komşular iyiden iyiye bavul ticareti yaptığıma kanaat getirdiler. Düşündüm de, hiç de fena fikir değil aslında. Oturup bir gezi yazıları kitabı yazayım diyorum, ama gezmekten yazamıyorum anacııım. İşte böyle zamanlarda kendimi twitter hesabı hacklenmiş bir Melih Gökçek gibi çaresiz hissediyorum. Yediğim içtiğim bana kaldı zaten (yanlarda tatlı yağ katmanları olarak), ben bari gördüklerimi anlatayım. Deniz tarihi kongresi için Petersburg’a gidip beyaz gecelerin son demlerini yaşadık.(Aslında ben hala Leningrad demeyi seviyorum şehre. Petrograd da güzel isim. Petersburg adının verilmesi ise cennetin anahtarlarını elinde taşıyan Aziz Pedro’dan geliyor. Şehre cennetin tüm güzellikleri verilsin diye bu adı almış.) Son demleri derken gece saat 10’a kadar şehrin göbeğindeki parkta bikiniyle güneşlenen Rus hatunlar demek istiyorum. Ruskilerin güneşi görebildikleri bir iki ayda akıl tutulmasına uğramaları doğal. Anacım, ben bu yüzü gülmeyen halkları sevemiyorum. Sevemedim Rusları. Şöyle bir baş balet Mihail verselerdi o zaman bir düşünürdüm. İlber Hoca da kongreye gelince de keyfim yerine geldi. Onun kanatlarında Petersburg’u gezmenin tadını tahmin edersiniz. Hermitage’ın ziyaretçilere bile açılmayan salonunda Kuğu Gölü balesine götürdü Feza Hoca’yla beni. Rüya gibiydi. Ruslar bale yapmak için yaratılmış, bunu biliyorduk zaten. Sadece bale yapsın onlar mümkünse. İlk romanını Rus baletleri hayal ederek yazan bir yazan olarak benceki heyecanı düşünsenize. Hermitage baş döndürücü tabii ki. Her objeye sadece 1 dakika bakınca 2 yılda bitiyormuş. Sergilenenler yanyana geldiklerinde ise 27 km yol yapıyormuş. Beni en çok İskit seksiyonu heyecanlandırdı. Arkadaş MÖ. 5. yüzyıldan devasa bir keçe halı kalabilir mi? Ölülerle birlikte gömülen keçe nesnelerin ilk günkü renklerinde kalmış olması akıl almaz. Walakin Petersburg’da favorim Rus Müzesi oldu. İlber Hoca’yla iki saat dolaşabildik, bazı tabloların önünde 20 dakika durduk, hoca tek tek anlattı. İlya Repin’e âşık oldum. Hele bir IV. Mehmet’e mektup yazan Zaporojya Kazakları tablosu var ki önünden hiç ayrılasım gelmedi. O Kazak’ın o muzip yüz ifadesi beni benden aldı. Dün sabah kuzen aradı, baktım kahkahadan konuşamıyor. İzmir’deymiş, bir gece önce kör kütük sarhoş olmuş. Gecenin sonunda da kendini taksiye atıp “Anemon Otel’e” demiş. Otele gelip asansöre binmiş, bakmış 11. kat yok! O kafayla 11. katın yokluğundan şüphelececeğine, “olsun, 9. kata çıkıp oradan da yürüyerek çıkarım” demiş. Otelin başka bir Anemon Otel olduğunu anlaması uzun sürmemiş. İzmir’de dört adet Anemon Oteli olması da onun bahtsızlığı tabii. “Kuzen, iyi haber: yatağımda uyandım, kötü haber saat 10’da uyandım.” 10’da kalkan otobüsü de kaçırınca yeniden otogara gitmiş tabii. İstanbul otobüsü bulamayınca Bursa’ya talip olmuş. Bileti satan adama “Bursa’dan da yürürüm artık” deyip oraları da karıştırıp gelmiş çılgın kuzen. Ozzy sadece sülalenin değil, memleketin sayılı çılgınlarından. Hatta artık Brüksel’de yaşadığı için çılgınlık şanını Avrupa’da da zorluyor bu aralar. Milano’da, Como Gölü’nün ortasında bir adada sergi açtı. Saray gibi bir ev verdiler kuzene koca adada tek başına. Adadaki taşları toplayıp mangal yapmış diğer iki arkadaşıyla. Tanrım, sen dünyayı biz Türklerden koru  başka bir deyişle, Avrupa’nın biz Türklerle imtihanı. Osmanlı’nın kitapları kitap kurdundan koruma yöntemini çok geç öğrendim Mehmet’ten. Kebikeç kitapları koruyan cin ya da melek olduğuna inanılan varlıkmış. Kitapları kurttan korumak için ilk sayfalarında “ya kebikeç” şeklinde başlayan dua olduğunu da Günhan’dan öğrendim. Acaba evdeki kitapların tozundan ve astımdan koruyacak bir cin var mı? Eski sevgilim Serkancığım ve dünyanın en eğlenceli kardeşlerinden Serdar bizi Agora Meyhanesi’ne götürdüler. Yola çıkmadan önce de “Ben gittim baktım, Hronis yok ortalıklarda” dedi. Hronis de bir önceki sevgilim, Agora Meyhanesi’nin de dört ortağından biri. Bunun beni bulma olasılığı 17 milyonluk şehirde nedir diye artık sormuyorum. Dünya tatlısı bir mekân olmuş. MS 5. yüzyılda kurulan surlar meyhanenin aynı zamanda duvarları, duvarlarda eski müdavim resimleri. En babası da Âşık Veysel ve önündeki koca bira şişesi. Agora Meyhanesi şarkısının şarkıya yansımayan beyitine vurulduk: “Saçının her teline bir galon içilir, gözünün her rengine bir yıldız seçilir.” Halil İnalcık Hoca’mız 97 koca yaşını doldurdu. Ankara’da kocaman bir partiyle kutladı bunu. Atladık Ankara’ya gittik. Emineciğim hocanın doğru yaşını geçen sene hesaplamıştı. 6 Eylül 1917 Haydarpaşa yangınının ertesi günüymüş. Hocamız bu sayede hayattan 1 yaş daha çalmış oldu. Nice yıllara, sağlıkla ulaşsın. Hep yanında olma lüksü bizde kalsın. Dün gece evim tarihinin en şenlikli akşam yemeklerinden birini gördü. İlber Hoca’nın şerefine bir yemek yaptık. Bu şehirde onlarla yaşamayı pek sevdiğim, pek az görebildiğim dostlar da geldi. Takdir edersiniz ki zor misyon. Bu işten alnımın akıyla çıkmak için sürprizlerle dolu bir mönü hazırladım. Tito’nun aşçısından enginar çorbası (bir de kitapta kaplumbağa çorbası vardı ki o işe hiç bulaşmadım bittabiii) ve Fidel Castro’nun çok sevdiğini söylediği Mango Toledo tatlısı. Tatlıyı aslında bilmiyoruz. Ben Küba tatlıları bilgimle tatlının yeniden konstrüksiyonunu yaptım. Akıllara ziyan oldu. Bir gece önce gece kalkıp kalkıp birkaç tabak yuvarladım karambolde. İnanmayacaksınız ama hocadan da bu tatlıyla onay aldım. Gece olanca şenliğiye devam ederken Nejat üzümlü-fıstıklı pilavımı “Özlem’in pilavına bakın, nasıl tel tel” diye gösterince bende soru işaretleri belirdi. İlber Hoca’ya dönüp “Hocam, yemek işini de kıvırıyorum, pilav da başarılı, ee ben neden evde kaldım o zaman?” deyince Enver cevabı yapıştırdı. “Çok kolay, davet ettiğin profile bak, bizden bir şey çıkmaz. Şöyle yakışıklı gençlere bir davet verip arasından seçeceksin” dedi. (On numara tavsiye, hemen yerine getiresim var.) Tam o sıra eşi, “Kız evlenmiyor, aşk yaşıyor, ne güzel “ deyince Hoca beni hayatta en güzel anlatan cümleyi kurdu. “Peh, aşk yaşıyor, onu da gidip yanlış adamla yaşıyor!”. Günlerce gülebilirim buna. Tanrım, doğru söze ne denir! Yıllardır yemeklerimle dalga geçen Deniz’in söylediğine göre artık içime bir aşçı girmiş. Ölmeden önce Siros’ta bir restoran açma hayali palazlandırdık kardeşimle. (Yusuf Hoca’nın taksicisi olsa “ölmeden önce” deyince “eh, pek de bir şey kalmamış” derdi.) Son mönümün gideri var bence: Kapari yapraklı domates, tahinli avokado kreması, narlı börülce, fırında turuncu tatlı patates, zencefilli somon, kaparili safranlı yaprak sarma, enginar çorbası, taze kekik salatası, üzümlü fıstıklı pilav, Mango Toledo. Akademiyi bırakıp köşede bir restoran açsam bir yıl sonra Ekvador sahillerinde yan gelip yatarak chirimoya yerim. Hukka nam bir mekân varmış, burjuva ehl-i Müselman’ın gittiği. Her içkinin alkolsüz versiyonu satılıyormuş. Allahım, sen benim aklıma mukayyet olamadın, bari bunlarınkine ol. Neyin kafası. Alkolsüz birayı hayal bile edemiyorum. Düşünsene bira göbeği bile olmaz ondan. Neyin kafası diye sormayacağım, kafa galiba bu kapağın altında. Benim alkolsüz versiyonumu da yapsalar keşke son zamanlarda. Geçen gün Mehmet kendisine twitter’dan “PKK ve CIA’yle birlikte çalışıyor” gibi bir cümle yazan tek kişilik akıl hastanesine enfes bir cevap yazmış hashtag açıp. #BonzaiYasaklansın. Bayıldım wallahi. Günlerce güldüm. İnce zekâ farklı şey arkadaş. Günlerdir 2-3 saat uykuyla yaşıyorum. Tatlı bir zombi kıvamındayım. Geçen gün bir arkadaşımı aradım, “7’de yattım, dünden kalmayım” dedi. “Yok”, dedim, “sen büsbütün bugünden kalmışsın.” Halkım kendini aşıp bugünden kalma seviyesine çıkmış, ama makale yazarak. Bir de bana bak. Safi eyyam. (Eyyam, yevm’den geliyor. Arapça “gün” demek. Yevmiye de oradan, günlük. Kapa parantez.) Son zamanların en iyi fıkrasını Emineciğim anlattı. Temel’e sormuşlar “Güzellik mi, aptallık mı?” diye. “Güzellik geçicidur, aptallık olsun” demiş. Çok sevdiğim bir deyim var. “Non ha un perché”, hayatta bir nedeni olmayan insan. Avrupa’nın IQ’su en düşük 4 ülkesinden biriyimişiz. Bana soracak olursan akıllı olup milletin kahrını çekeceğime, deli olayım millet benim kahrımı çeksin. (Oradan bakınca da zaten öyle olduğu anlaşılıyor değil mi?) Ruhum Arap saçı. Şu kafayı artık bir toparlayayım diyorum, sonra bir bakıyorum aradığım kafaya ulaşılamıyor. İçimdeki salak heyacanı anlatabileceğim tek ünlem efektiyle sahneden ayrılıyor, sizi öpüyorum anacım… Hüloğğğğ!

20 Temmuz 2014

JAMME, JAMME 'NCOPPA, JAMME JÀ!

Funiculì, funiculà! Jamme, jamme 'ncoppa, jamme jà! Né, jamme da la terra a la montagna! Korkmayın, iyiyim. En azından şimdilik. Ofis arkadaşım Yıldız Hoca’yla ağzımıza takıldı Pavarotti’den dinlemeyi pek bir sevdiğimiz Napoli diyalektindeki bu şarkı. Son zamanlarda ben de gece gündüz dinliyorum, eh bir bakalım tarihine de dedik. Napolitano aslında bir diyalekt değil, ayrı bir dildir. Bu yüzden de İtalyanca bilen bir insan Napolitano duyduğunda neden bahsedildiğini anlar genel olarak, hepsi bu. Ama her zaman değil. Üşenmeyip şarkının İtalyanca çevirisine baktık. 1880’de Vezüv’e ilk füniküler hattının kurulması anısına yazılmış bir şarkıymış. Peppino Turco yazmış.( Özellikle Napoli’de pek sık rastlanan bir soyadıdır Turco). Sözlerine de bayıldık. “Jamme” de İtalyanca “andiamo”ymuş. “Gidelim yani”. Pek tatlı söyler Romalılar, kendi diyalektlerinde. “Annamo”. Fünikülerle tepeye çıkmış oradan “Buradan İspanya, Fransa, Procida görülüyor, ama ben seni görüyorum” diyor adam. Hey yavrum hey, şu Napolililer bizim ayıcanlara romantizm derse verseler ya gizliden. Sonntagsfahrer’lardan bahsetmiştik. Hani şu Pazar günleri arabalara doluşup dağ, tepe, şehir gezen Pazar Gezginleri. Özellikle de bir ayağı çukurda ihtiyarlar. İşte ben de onlardan olaydım keşke. Bir Pazar günü ofiste Kiril alfabesi çalışmak hangi kaderde var kardeşim? O Kiril ve kardeşi Metodius’a buradan selam olsun, başka bir dünya olursa maaazallah o dünyada yeni bir alfabe yaratmaya kalkıp asabımı bozmasınlar. Ay kız, o Metodius’a da yazık vallahi. Sen gece gündüz çalış, alfabe yap Yunan, Latin harflerini kollarını eğip büküp, sonra Kiril kalksın adını versin, sen de dımdızlak kal. Neyse ki bütün Kiril kullanan ülkelerde yan yana heykelleri var. Yoksa bütün şanı Kiril çuvalla götürmüş. İstanbul’da gece sokağa çıkıp henüz gitmemenin ayıp olduğu bir yer öğretti Haris bana. Mis Sokak’ta, Barba. Bencileyin arpasuyuperestler için bir cennet. İnsan kendisini havuç tarlasına düşmüş tavşan gibi hissediyor. En sevdiğim bira olan isli biradan koca bir şişe devirip ardından sağlam bir Alman buğday birası ve bir de vişneli bira devirdim. Vişneliyi tavsiye etmem. %3 alkol oranıyla vişne soda kıvamında, boş yere hamallık. Enfes müzik, bilgi küpü barmenleriyle harika bir ortam. Sohbet amaçlı bar etrafında hilal şeklinde toplanıp içme geleneğiyle işliyor. İspanya tadında. Dünyanın en yüksek alkollü birasının The end of History olduğunu da bu gençlerden öğrendim. %55! Şimdilik memlekette bulunabilen en yüksek alkollü bira: Chimay. %9. Etiyopya’da baldan bira yapılıyormuş. Ballı bira değil, baldan bira. Dünyanın ilk içkisi de baldan yapılmıştır zaten. Hayatının bir anlamı olan insanlara bayılıyorum. Haris onlardan biri. Tatavla Keyfi’nde buzuki çalıyor. Benim hastası olduğum İstos Yayınları’nın da editörü ve ortağı. Boğaziçi’nde Latince ve eski Yunanca dersleri veriyordu. Şimdilerde Aristofanes’in komedyalarını Türkçe’ye kazandırıyor. Tam içinde bulunduğumuz dönemi anlatıyormuş. Yoldan geçen bir pastırmacıdan bir siyasi kahramanın yaratıldığı bu eseri heyecanla bekliyoruz. Adam Milattan 3000 yıl önce bizi yazmış anacım. (Siz siz olun sığ ve çiğ insanlardan uzak durun. Onlarla aynı masaya oturup zaman kaybetmeyin. Hayat çok kısa. Anlatacak hikâyesi olmayan insanlardan kaçın. ) Biraları sıralarken dünyayı öğrendim. Venizelos’ta satiriasis (Yunancası priapismos) hastalığı varmış. Cinsel doyumsuzluk, sürekli hazır olma hali yani. Bu yüzden de uzun kıyafetler giyermiş. Ayrıca sesi de inanılmaz derecede inceymiş. Devrin kayıt sistemleri yetersizliğinden de değilmiş bu üstelik. “Nereye gitsem?” diye sordum gençlere. Biraz zorlandılar. Balkanlar’da ve Yunan topraklarında minik köyler ve adalar dâhil gidecek yer bırakmamışım. Umutsuzca aranırken Monemvasia’yı bulduk. Mora’da minik bir kasaba. Yeniçağ’da adı Osmanlı’da da en çok geçen, en kıymetli şarabın çıktığı yer. Malvasier, Malvazya şarabı. Osmanlı Benevşe derdi. İlk defa Slovenya’da Bled Gölü kenarında içmiştim, sonra da müptelası oldum. Bu arada Bled Gölü’nü görmeden sakın ölmeye kalkmayın. Etrafım Rusça konuşan ahaliyle dolunca bir ben kaldım aralarında. “Çok cahilim, keşke ölsem” kıvamında. Maksat da Ruslardan öğrendiği bir fıkrayı anlattı söz konusu Yahudiler olunca son zamanlarda: Yahudiler cumartesi günü sinagogda toplanıp Rusların neden kendilerini sevmediğini sormuşlar. Rabbi bir karar varmış. “Bunu anlamak için onlar gibi düşünmeliyiz. Yani sınırsız votka içmeliyiz” demiş. “Bunun için de gelecek cumartesi herkes 1 litrelik votka getirecek, şu kazana koyup buradan içeceğiz.” Salomon eve gitmiş. Karısına durumu anlatmış. Kadın da “sen şişeyi suyla doldur, koskoca kazanda kim anlayacak senin su götürdüğünü” demiş. Cumartesi gelip de kazandaki likit bardaklara paylaştırılıp içilince ve içtikleri saf su olunca rabbi “işte şimdi anladınız mı?” demiş. Her dilde vardır Yahudi fıkrası. Genelde de hep aynı mecrada döner. Barba’da şenlenirken barmenimiz de bir Rus-Yahudi fıkrası anlattı: Yahudi çocuk masada yemek yerken artık delirip “ben de Rus olacağım, bıktım artık” der. Annesi masadaki renkli yiyecekleri önünden alıp ona bir tane haşlanmış patates verir ve “al işte, Rus oldun” der. Çocuktan el-cevap: “Daha Rus olalı 5 dakika olmadı, ama bütün Yahudilerden nefret ediyorum”. “Danışmak” Azerice “konuşmak” demekmiş. Maksat’ın bir tanıdığı ilk defa gelip “danışma” yazısını görünce pek şaşırmış hem “konuşma” diyorlar, hem de herkes oraya gidip konuşuyor diye. Dön dön, hep Rus, hep Yunan’da bitiyor hikâyemiz. Giri giri… Pek sevdiğim bir kitap vardır, İtalya’da haklı olarak önce best-seller sonra da klasik olmuştur. Marcello D’Orta’nın, Io speriamo che me la cavo’su. Tek geçilesidir. Napolili ilkokul çocuğunun öğretmenleri tarafından verilen konularda yazdıklarından ibaret bir kitap. Yerlere yatmalık. Milano’yla köyünüzü kıyaslayın demişler. Miniklerden biri Milano’yu ballandıra ballandıra anlatıp köyüne gelince “bizim köyde de dön dön (giri giri) hep kiliseye gelirsin” demiş. Bayılmayıp da ne yapacaktım  Ben bu gece Kiril’i yutup sabaha Petersburg’a gideceğim. (Orada patates ve lahana kombiniyle aç kalacağım malum). İlber Hoca da gelecek kongreye. Dolayısıyla “çok cahilim” kıvamım orada da devam edecek. Döner dönmez de Bodrum’da bir salsa festivaline gideceğiz. Festival kumsalda olacakmış. Size oradan bağlanırım. Allahım sana geliyorummm…

18 Temmuz 2014

KAPIMDA BİNLERCE KADAR

Yazın geldiğini nereden anlıyoruz memlekette? Cemrenin düşüşünden değil, tabii. Bana sorarsan yazın geldiği Serdar’ın yeni albümü raflara dolup, arabalardan taşınca anlaşılır. Quevedo, Cervantes, Matvejević değil de beni Serdar Ortaç’ın en güzel tasvir etmesine ne demeli? “Ne sefadan, ne beladan, hayat aşktan oluşur”. Ay gülmeyin, doğru söylüyor çocuk. Ben Žižek’e felsefenin Serdar Ortaç’ı diyordum, meğer Serdar Žižek olma sevdasındaymış. Bu arada albüm kapağında “20. yıl” yazıyor. Türkiye kazasız belasız bir 20 yıl atlattı, daha ne olsun. Ee, biz de isteriz payımıza düşeni di mi? Yeni albümden sevdiğim başka bir inci daha: “Kırk bin gece ağladım/hiç sevmem abartmayı”. Esas başka bir şarkıdaki cümleye takıldık bugün kardeşimle köprüde trafik sıkışıp da radyo bizi gafil avlayınca. “Kapımda binlerce kadar”. Hah, al sana cümle. Yükleme sorup bulabileceğin bir öznesi bile yok helalinden. Safi dolaylı tümleç. Kim yapmış, nerede yapmış belli değil. Bu aralar passion fruit yiyip “anam, bu meyveyse diğerleri ne?” diye soruyoruz kendimize. Türkçesi pek hoş: Çarkıfelek. Yıllardır hep ecnebi diyarlarda yoğurt kutularından resmini, parfüm şişelerinden kokusunu bildiğimiz meyve ne çılgın bir şeymiş. Passiflora’nın bundan yapılması da boşuna değilmiş. O kokuyla zaten insan tüm dertlerini unutuyor, trankilizan özelliği bundan ibaret. Adem’de akıl olsa elmayı alırken “bu ne be! İnsan çarkıfelek filan verir” der. İşte bu erkekler bir elmaya kanıyor anacım. Adem’in elması demişken hatırlatalım. Havva Adem’e elma vermez aslında. (Aklı olsa günahını bile vermez ya, onu geçelim). Kutsal kitaplar bunun bir yemiş olduğunu söyler. Malumunuz her yerde en sık görülen meyvedir elma. Eh, bunu ikonize etmek, resme dökmek gerektiğinde bir meyve seçmek gerekince elmayı seçmiş olsalar gerek. Ne de olsa yemişle eş anlamlıdır pek çok dilde. Pomme gibi. (Üff, dersler bitince size sardım, sorry.) Ben yokluğunuzda tatlı tatlı aklımı kaçırdım. Alzheimer olur, sürmenaj olur. Layık gördüğünüzden alayım ben. Yine tam benim başıma gelmeye tüm hak ve meritleriyle layık bir olay geldi başıma. Yıllardır tüm kitaplarını okuyup, hayranı olduğum bir İspanyol yazar/gazeteci/gezgin var: Javier Reverte. İstanbul’a geliyormuş. Bana mail atmış, yemeğe çıkalım diye. Beni aldı bir bir heyecan! Hayranıyım, tanışma heyecanı bastı beni. Hemen İspanyolca çıkan romanımı kaptım, gittim yemeğe. “Bu var bende”, dedi. “Vermiştin daha önce, okuyup sana uzun bir mail atmıştım”. İkimizden birinde bir sorun varsa, bu kesinlikle onda değil, aşikâr. Birkaç yıl önce tanışmışız İspanya’da. Hiç hatırlamıyorum. Ben sizin yerinizde olsam, benimle olan arkadaşlığınızı gözden geçiririm. Bingöllü Kenan’ı duydunuz mu? Ben de kadim dostum, editörüm Adnan Abi sayesinde duydum. “Bir kişilik yerimiz var, eğer sizde varsa kişilik.” Nasıl? Memlekette bunu kullanmak için bir ordu dolusu insan tanıyorum. Bir de Nihat Doğan’a takıkmış. “ Cesedinle selfie çeker yollarım”, demiş. Aktivitelerini izlemeye devam. Mehmet ve Erdem’in yuvaya dönmesiyle geleneksel film günlerimizdeki çılgın euforia tavan yaptı hafta sonu. Mehmet sağ olsun aylar önce sözünü verdiği šljivovica’yı saklamış, bize de erik rakısının bahrinde boğulmak düştü. (Erik rakısına bayılırım, kokusu bile adamı sarhoş eder. Bosna’da Ramazan bitince ülkede sel olur akar. Bizim Boşnaklar Ramazan’ın bitimini bununla kutlar. Hatta bazıları bitmesini bile beklemez, iftarı açar bununla  ) Kusturica’nın Maradona belgeselini izlerken evi tribüne çevirdik, ama yine de yıkmayı başaramadık. Evet, biraz koltukların, masaların, sandalyelerin üzerine çıkmış olabiliriz, ama henüz tam yıkılmadı. Demirhan’ın yıllar yılı bohçalarda özenle sakladığı hatıraları da šljivovica etkisiyle dışavurum yaptı  Sting’le aynı sahneyi paylaştıkları gün başlarına gelenleri anlattığında sandalyelerin üzerinde kimse kalmamıştı. Ona bunları yazması için yalvarmayı düşünüyorum. Sabah kalktığımızda hala gülüyorduk. Gecenin kapanış konuşmasını Ender yaptı. Hem de Rusça. Mehmet de bu konuşmayı bize simultane çevirdi. (Šljivovica bardakta durduğu gibi durmuyor tabii). Bu arada Erdem’den öğrendiğimiz bir anekdotun trajikomik bir şekilde gerçek olduğunu da Mehmet’ten dinledik, bolca teatral. Trajik bir olay ancak bu kadar şenlikli anlatılabilir. Bildiğin çizgi film sahnesi. Bir gün kuzeniyle bir eski bir binanın 4. katında dururken, ayaklarının altındaki beton çökmüş ve kat be kat çöke 1. kata kadar inmişler. Hem de tek zayiat kaşa atılan bir iki dikiş olmuş. Erdem’in yorumu: “Bu çocuğu melekler koruyor”. (Bir de kendime baktım, beni de kesin Azrail koruyor anacım. O da yarım yamalak. İspanya’da başıma tavan çöktü, hastaneye kaldırıldım. Atina’dan dönerken de uçakta ayının birinin bilgisayarı kafama düştü. Meral yıllar yılı uçaşta böyle bir vakaya denk gelmemiş. Bu yeni halimle kafam eskisinden iyi, o derece). Bu esnada Mehmet tarafından Rizespor olarak vaftiz edilen kardeşim ve Deniz arasında içeride geçen ateşli diyalogdan seçtiğim bir cümle gelelim: “Deniz Abla, siz neden 2 kişi evlendiniz? Keşke yanınıza bir de akıllı 3. alsaydınız!”. Evet, begayet isabetli. (Malum Deniz ve kocası Levent kiraladıkları deniz fenerini felsefe okuluna çevirip âlemlerin kralı bir mekân yarattılar. Sonra da orayı civcivlerle doldurmak için bir kuluçka makinesi alıp salonun ortasına koydular. Tatile giderken de yüzlerce civcivi yarım çuval mısırla komşuya bırakıp kaçtılar, aylarla komşunun semtine uğramadılar, hatırlarsanız. Akıllı bir 3.cü mü dediniz? Bence onları en iyi ihtimalle 3-4 akıllı nötr hale getirir. Bu hallerinin hastasıyım ben.) Velhasıl hepsini arabaya bindirip Beril’in sağlam elleriyle yolladık. Kardeşimin geçen hafta bizim hocalara benim için kurduğu cümleyi tepe tepe kullanmak için sıramın geleceği günü bekliyordum, o geceye kısmetmiş, arabanın camından tepesine tırmanan bazılarına “çocuk size emanet” diyerek eve çıktım. Pek kalabalıktık ama yaşlarımız toplandığında en faz 4 ediyordu. Özlemişim bu halimizi. (Bir de apartman sakinlerine sorun. Aralarında bir tek “sakin” kalmamıştır o gün.) Uluslar arası Strauss Festivali başkanı arkadaşım Josefina ve eşi beni yemeğe götürdü. (Koskocaman tül bir şapka ve kırmızı bir tuvaletle bir masaldan ya da romandan düşmüş rüya gibi güzelliğiyle İstiklal Caddesi’nde yürüyüşümüzü gördüyseniz bizi unutmamışsınızdır.) Biraları Aziz Antonio’nun şerefine içip şenlenirken bana “St. Antoine Kilisesi’ne gidip senin için dua edeceğim”, dedi. Aziz Antoine genç kızların koruyucu aziziymiş de ondan. (Beni yıllar önce koruması gerekiyormuş, dediğinizi duyar gibiyim, yaş aşımındna yani). Ben de ona dedim ki “Sen Aziz Antoine’a söyle de erkekleri benden korusun”. Yemekten çıkıp Yunanca hocamızın Patrikhane’deki nikâhına gittik. Hocamız prenses gibiydi. Arkadaş, imam nikâhını özledik bir an. İmam nikâhı dediğin işkence en az 5 dakika sürüyordur herhalde, kilise nikâhında sanırsın İncil’den hatim indiriliyor. (Bir Tarkovski filmi gibi: en tatlı yanı bitmesiydi  ) Ama sonunda herkese dağıtılan bir avuç pirinci çiftin üzerine atmanın tadı hiçbir yer yok. Evlilik “kök salsın” diye (rizono) pirinç (rizi) atılıyor. Çok hoş. (Bir gün yanlışlıkla evlenecek olursam vasiyetim üzerime avuç avuş marshmallow atılmasıdır.) Dua kısmı hariç rüya gibiydi. Evlilik demiş, yedi harfliyi anmışken, üniversitenin yanında bir tek taşçı var. Bildiğin tek taş satıyor. Vitrininde bir gelin, önünde de yere çökmüş bir damat, elinde de tek taş. Bu işlerden anlamayan birisinin bile tek seferde anlayabileceği hatalarla dolu mizansen. Geçen gün Aysegül’e sordum, “hata nerede?” diye. Cevabı bana kapak oldu: “Hata büsbütün olayın kendisinde!” Çocukluk aşkım beni yemeğe götürme gafletinde bulundu. Cenk akıl almaz derecede zeki ve komik bir çocuktu. Hiç değişmemiş. Veletken de zekilere âşık olurdum, hiç değişesim yok. “Bak, kardeşine baktın çocuk kardiyolog olacak, keşke bana da sen baksaydın” diyerek geceye nokta koydu. 80’lerin nazik erkeklerinden kim kaldı geriye ayol. Kızı tuvalete kadar götürüp kapıda beklemek şeklinde bir adet vardı, hatırlayan var mı? Cenk beni bekleyince hatırlayıverdim. Hatta Türkiye’de yaşayamış olan bir İspanyol dostum şaşkınlıkla anlattığında olayı çok garip olduğunu fark etmiştim. “Türkiye’de WC önünde kız beklenir” diye ispanyol cemaata anlatıp şaşkınlık dalgası yarattığında olayın bilincine varabilmiştim. Hey be, neler atlattın sen Törkiyem! (Cenk “evlenelim, sana Jaguar alayım”, dedi. Bana uyar. Jaguar’ı köşede hakkınca okutup Ekvador’a kaçarım. Hatta isterse onu da yanıma alırım. Kabul ederse ütülerimi yapar. (Tek sevmediği şey de ütüdür), etmezse çay yapar, o da kabulüm.) Yok be, kıyamam ben Cenk’e  Hande’nin mahallesinde evlere şenlik bir imam var. Ama adam kelimenin tam anlamıyla “evlere şenlik”. Mesela biz balkonda otururken hizmet doğrudan balkona geliyor. Evlere şenlik hizmeti tabii ki. Ben dün gece adamın “koca bulamayan kızlarımız, koca bulsun inşallah” dediğine bizzat şahit oldum. Buna bir Peroni ve tinto’dan sonra şahit olmuş olabilirim, ama duyduğumdan eminim. Zannımca Hande peçeteye istek dua yazıp imama yollamış. Ölmediğim sürece benden kurtulamayacağı için diğer imkânsız şartı denemiş bence. (Ama yemezler). Aç parantez, zaten iyice içine koyulduğum evin şeklini aldığım için Massimeddu geçen gün yolda arabayla Necla Teyze’ye (anneannelerine) giderken aynen şöyle dedi: “Bizim ailede ben varım, annem, babam ve Özlem var.” Hande benden kurtulmak için son 1 ayda 3. kattan zemin kata indirdi beni. Haftaya kapının önüne serer yatağımı. Neyse, kapa parantez. İmam bugün ne dese beğenirsiniz? “Futbolcular ‘pozisyon yarattı’ diyorlar, geri zekâlı bunlar! Yaratmak Allah’a mahsustur” Hande haklı, “evde ne varsa içsem bu kafaya varamam” diyor. Aradı demin “Alkış yapsam bis yapar mı acaba?” diye soruyor. Kız Türkolog anacım, yıllarca Arapça da okudu, ama adamın konuştuğunun Arapça olmadığını Massimeddu bile anlar. “Haydi, ben kapıyorum, imam Sanskritçe’ye bağladı yine” diye kapattı telefonu. Ramazan sonuna kadar buradan besleneceğiz artık çaresiz. Benden haber alamazsanız merak etmeyin anacım. Petersburg’a deniz kongresine gidiyorum. İlber Hoca kesin orada “çok cahilim keşke ölsem” tadında bir an yaratacak bana. Korkunun ecele faydası yok. Sonrada hayatımın son 40 yılının en muhteşem yaz planıyla sizinleyim. Bodrum’a, Sardinya’ya, oradan Korsika’ya, oradan kardeşimle tüm Kiklat adalarını alt üst etmeye, oradan Derya’yla Gürcistan’a, oradan da Sultan’ın Mutfağı’nın tarifsiz kahramanı Lovro ile (Kukulyeviç) Hırvatistan’ın dağlarına tırmanmaya, dağ evlerinde kalmaya. Koca bir yaz yokum ben. Ben aslında yoğummm yeavroooum… Neslihan’ın anneannesinden derlediği o güzel deyim yerindeyse “Agop’un kazı gibi” yemek istiyorum. Benden haber alamazsanız beni değil civarlardakileri merak edebilirsiniz. Tanrı onları benden ve gazabımdan korusun. Ha bu arada, oradan yola çıkarken çaldırırım ben sizi, kapıyı açarsınız, yuvarlanarak içeri girerim. Hatta sınır kapısını da tereyağıyla bir yağlayıverirseniz sorunsuz olur içeri girişim yediğim sebada’lardan sonra beybiler  Öptüm canım…

9 Temmuz 2014

ÇOCUK SİZE EMANET

Herkese selam! Evden bildiriyorum. Bildiğiniz şaman hayatına geri döndük biz. Annem yıllar önce küçük bir servet ödeyip İran’dan halı almıştı. Nihayet kıyıp yere serebildi. Lakin üzerine basmayı şiddetle yasakladı. Etrafında dönüyoruz şaman tadında. Havaya girip ateş yakacağız diye korkuyorum, bişi değil. Baktı ara sıra ufak kaçamaklarla üzerine basılıyor, son çareyi halının üzerine çarşaf örtmekte buldu. Önce biz de inanmadık, lakin begayet ciddiymiş. Şimdilerde ortasında çarşafla kaplı bir İran halısı olan bir evde yaşıyoruz Allah inandırsın. 21. yüzyıl bizim eve gelemedi, biz hala 20. yy sonu 80’lerin havasındayız beybi. Türk kadını bu, menşei, eğitim düzeyi, sosyal statüsü fark etmez. Nihal Abla da evin girişine çok özel karolar döşetmiş, sonra da üzerine basılmasın diye kırmızı halı örtmüş. İşte bu yüzden evlenmeye korkuyorum, havaya girerim mazaaaallah, evde misafir odası filan yapıp koltukları çarşafla örter kapısını da bayramdan bayrama açarım. Çok tırsıyorum makûs muhtemel geleceğimden! Hafta sonu komşuya kaçtık. Başka bir şey isteseymişim hayattan keşke. Ayağımızın tozuyla Atina’ya varıp da o gece Dalaras’ın çimenler üzerinde dinlemelik bir konseri olduğunu öğrenince bu hakkımı ziyan ettiğimi anladım. Yıllar yılı bir canlı göremediğim fetişimdir Dalaras. Patrikhane’nin sürprizi olarak geleceğinde valilik Dalaras’ın Türk karşıtı ruhundan haberdar olup konseri iptal etmişti.(O ana kadar hiç duymamış olmaları da valilerimizin eğitim seviyesini gösteriyor). Müziğin milliyeti yoktur yavrum ya! Neyse, Alper mou’nun sayesinde en sevdiğim parçalardan mürekkep bir konser izledik/dinledik. 6 yıldır aktarmalar hariç ayak basmamıştım Pallas Athena’nın şehrine. Eski sevgililerimin en kralı Chronis’in mahallesinde konaklayıp onu anmamak olur mu? Arkadaş, sevgili dediğin sürpriz dolu olmalı. Hayatımın en güzel noelini hediye etimişti bana. Dedelerimin geldiği köyü bulup, onun içinden geçen bir restoranı kapatıp Balkan müzisyenleri çağırmıştı da çatlayana kadar dans etmiştik masada. İçi Afrodit freskleriyle dolu, sobasında kestane pişen, nehrin göbeğinde bir restoran! İç savaşın en derin ve korunaklı yerleri olan Karpenisi Dağları’na çıkmış, İstanbul’un fethinden sonra kaçırılan nadir eserlerden olan bir mozaiği görmüş, günlerce dağ bayır dolaşmıştık. Selanik’in en güzel otelinde yere kadar cam koca bir süitte, burnumuza kadar sokulup geçen koca gemilerin önünde Natacha Atlas’ın tüm albümlerini dinleyip çocuk kıvamında zıplamıştık. Sevgili okuyucu hatırlar, bana da çeyiz olarak Atatürk’ün tek nüshası olan ve kimseciklerin bilmediği bir fotoğrafını saklamıştı. Siz siz olun attan inip eşeğe binmeyin. Medeniyetin ne demek olduğunu anlamak için sınırı geçmek yeterli. Tıka basa dolu otobüslerin mis gibi kokan insanlarla dolu olduğu, insanların yere çöp atmadığı, donsuz dolaşsanız kimsenin dönüp bakmayacağı, konserin başlamasını beklerken çimenlere yatıp kitap okuyan insanların olduğu, plajlarında hala denizden çıkınca zeytin ağacı altında oturabileceğiniz toprak bence yeterince medenidir. En azından bana bu kadarı yeter. Bir kızım olursa (ki bu dünyanın başına gelecek benden sonra en büyük felaket olacaktır) adını Athina koyacağım iyice kesinleşti. Bir oğlum olursa da Paris. (Kendisi istediğini seçsin, elmayı kime isterse versin diye). Seçiçi prens olsun diye. (“Elektör (seçici) prensler aşağıdakilerden hangisini seçerler?” sorusunun cevap seçeneklerine “ıspanak” koymuş bir hoca olarak üniversitedeki ciddi profilimin kenarlarından gördüğü hasarı tahmin ve takdir edersiniz.) Pallas Athena, bilgelik tanrıçam benim, neden kendisine bu kenti seçmiş her seferinde daha iyi anlıyorum. Poseidon’la Athena Atina için yarışırlar. Poseidon üç dişlisini saplayıp su çıkarır, Athena da ilk zetin ağacını çıkarır yerden. Akropolis’te o olduğu iddia edilen bir zeytin ağacı bugün hala yükseliyor. (İnanması hoş). Ve Athena kazanır. Seray’cığımla pastanede çocukluğumdan kalma bir dilim muzlu pasta yemek bile sürpriz dolu. Ayrılırken çilek tadında mitler anlatıyor bana. Yıllar sonra yeniden Akropolis’e çıktık, müzelere daldık Meral’imle. Beni yeryüzünde en çok etkileyen üç müzeden biri olmuştur hep. Gezmekten bıkmam. Diğer ikisi de Zacatecas’taki yerli maskeleri müzesi ve Simi’deki Panormitis Manastırı Müzesi, özellikle de mesajlı şişe koleksiyonu. (Bir gün bir suç işleme hakkım olursa oraya girerek bütün şişeleri açıp okumak isterdim hani.) M.Ö. 14. yüzyılda Kiklat Adaları’ndan çıkan freskleri unutmuşum. Sen 25 bin yıldır resim yapan adamlarla yarışabilir misin, Abidin? Sana da yazık. Agamemnon’un maskesi, devasa kouros heykelleri, müze bazında gördüğüm dünyanın en eski yatağı, neler neler. Silkindik, kendimize geldik tek dişi kalmış canavarla. Bu son defa yine fark ettim ki benim sokakta çalan tüm saçma şarkılar da dâhil olmak üzere Yunan repertuarında bilmediğim şarkı yok. (Bilmediğim bir Ave Maria  ) Ne zaman vatandaşlık verirler acaba? Oh, mis gibi Syriza’ya oy veririm, gül gibi parti liderim olur: yüzüne, ruhuna bakılacak adam Alex Tsipras. Yıllardır kardeş bildiğim cadaloz geldi Rize’den. Üniversitedeki karizmamı yerle bir etti gitti. Giderken bizim hoca arkadaşlara dönüp beni göstererek “çocuk size emanet” demez mi? Üç vakte kadar katil olacağım galiba. Ha, bir de “nihai hedef” diyen bazı zatların nihai hedefini çözdü: tabut, kefen ve pamuk üçlüsü. Zeki çocuk. TUS’ta (Tıpta Umutsuzluk Sınavı) 8000 kişiden ilk 150’ye girdi. Bundan sonra ailemizin kardiyoloğu olacak, gönül işlerimize o bakacak. Ben bu işe uçunca cevabı yapıştırdı: “Sen ne seviniyorsun, sen de kalp yok ki!’”. Övgü de öyle diyor. Bendeki kalp sızıntı yapıyormuş. Ağız tadıyla bir aşk acısı bile çekemedim yıllarca. Azami iki gün sürüyor, acıyı rentabilize edecek vaktim bile olmuyor. Sonra benim kitaplarım neden şenlikli? Acı bende durmuyor ki anacıımm. Eski Sevgililerinizden Kurbağa Yapılır nam kitabım çıktı. Rafları şenlendiriyor şu an. Öğrencilerim başlamış okumaya. Hatta ev arkadaşlarına bile okutmaya başlamışlar. Başak’çığımın ev arkadaşı kitaba bakıp “Ay, bu ne biçim hoca” demiş. Ben de yıllardır kendime o soruyu soruyorum zaten. Palyaço kadrosundan başka işe giremeyince çaresiz akademisyen olduk. Kardeşim gelirinin Soma’ya gittiğini öğrenince, ilk sayfadaki “Soma” kelimesini kazıyıp yerine “Merve Kumrular” yazma fikri geliştirdi. Hem de kitapçıları tek tek dolaşmak suretiyle. Rize’nin havasından suyundan galiba, hemen bir nakit sevdası yeşeriyor. Büyüklerimizden biliyorum  Her seferinde kahkaha komasıyla son bulan çılgın film günlerimiz devam ediyor. Yarın futbol temalıyız. 48 ayın sultanı gelmiş, Ender öyle diyor. Hatta geçiyor bile. Mehmet’in de canı Kusturica’nın Maradona belgeselini izlemek çekmiş. (Bininci defa). Ah, şöyle tatlı bir Santa Maradona olsa da izlesek. Stefano Accorsi’nin gül yüzünü görsek. Bir de L’arbitro (Hakem) nam bir film çıktı geçen yıl. Accorsi’nin menajeriyle arkadaş oldum bu sayede, lakin filmi daha bulamadım. (Bence fena başlangıç değil). Olay Sardinya’da geçiyormuş. Bu da ona ekstradan 10 puan demek. Elimde değil, sevmiyorum Almanya’yı. Almanlarla derdim yok, sorun Almanya. Fıkradaki gibi, “annesini göremesin istiyorum”. Geçenlerde Cezayir’de Oran havaalanında peşimi bir saniye bırakmayan polis ve şoför kadrosuyla birlikte Almanya-Portekiz maçını izlerken fark etmiştim de bu Alamanların koskoca dünyada tek dostları yok anacım. Ama kader tanrıçaları, deli Fata’lar hep onlardan yana. Ender’den aktarma bir Gary Lineker sözüyle devam edelim: “Football is a simple game; 22 men chase a ball for 90 minutes and at the end the Germans win". Son film günümüzde kendi kendine gelişen temalardan biri de şarkı sözleri gaflarıydı. Ender “Geçen Cuma gelecektin, aylar oldu gelmedin” deki matematik hatasını bulmuş. Bir de “Eksi kırk derece suda bile yüzerim inan ki” dekini. Demirhan ise Arı Rıza Binboğa’nın “özgürlük ve barış tüm insanların özlemi olacak yarınlarda”ki korkunçluğu yakalamış. Gerçekten daha büyük bir gaf olamaz bence. Ama bak, adam bilmiş. Aynen de öyle oldu. Son olarak yine Ender’in dediği gibi: “Şikâyetim Maradonaaa”. Ha, bir de hayatta anlatacak bir hikâyesi bile olmayan insanlardan uzak durun. Aradığınız kalbe ulaşılamamıştır. Lütfen daha sonra tekrar deneyiniz. Öptüm canım.