14 Şubat 2015

MARRY, MARRY, MARRY… Q.E.D.

Güne en tatlısından krizle uyandık. Merve arkadaşlarıyla Van kahvaltısına gitmek için erkenden kalkmış. Annem de başucunda soruyor: “Van kahvaltısında olup da bizde olmayan ne var evladım? Neden gidiyorsun?” Merve gitti, biz kahvaltıya oturduk, annem her şeyi tek tek sayıp “bak, bu da var” dedi. Kırk yaşından sonra ana evi çok şenlikli geliyor insana. Tiyatro gibi izliyorsun. Ben de kendi evimi kitaplara emanet edip yuvaya döndüm, şenlikten geçilmiyor. Dün de Sherlock Holmes İffet başımıza dikilmiş kendisinden sevgili sakladığımızdan hayli emin bir halde, keşif debelenmesinin son evrelerini değerlendiriyordu. 14 Şubat için parlak fikri: “Akşam ailece yemeğe çıkalım mı?” Ailemizin Holmes’una yeni bir üniversite bulmalı. 4 yıl daha ailecek rahat ederiz. İspanyol ellerinden dönünce bana gelen o Burhansal otomatik neşe bünyeyi bir hafta idare ediyor. Tam enerji biterken Övropa’dan başka bir arkadaş gelip medeniyet havası getiriyor, böyle böyle zincirleme medeniyet tamlaması tadında memlekette ayakta durmaya çalışıyoruz işte, anacımm. Hayatımın şehri Salamanca’dan geliyorum. Avrupa’nın en eski üçüncü üniversitesini barındırması sebebiyle halkı külliyen kültürlü, tadından yenmez bir kent. Nehir kenarında, yüzyıllardır şehirdeki her şey aynı madenden çıkan kehribar rengi taştan inşa edildiği için tek bir farklı binanın olmadığı Hansel ve Gratel kenti! Cervantes boşuna dememiş, “Salamanca’ya bir gelen mutlaka geri döner” diye. Üniversitenin bir giriş cephesi var, öyle cephe dünya mimarisinde hiçbir sarayda yok. (Kesin bilgi) Gördüklerim bana kalsın, ben yediklerimi anlatayım. İspanyollar can sıkıntısından paprikadan reçel yapmışlar. Oh, ağzıma layık olmuş. Noel tatlılarından kalanları da süpürdüm. İspanya de Dulces de Navidad (Noel tatlıları) denen bir dizi nefaset vardır. Aslında hemen hepsi Araplardan kalmadır. Tarihin cilvesi işte. Alfajor, turrón, mantecado, polvorón... Her Noel İspanyollar en az 2 kilo alırlar. Tez hocam José Luis beni Kolomb’un keşfe hazırlanırken Salamanca’ya gelip üniversiteli hocalarla görüştüğü dönem (Gidip Araplara danışacak değildi herhalde) kaldığı manastıra götürdü. Enfes bir restorana dönüştürülmüş: San Esteban. Rüya gibi bir yemek yedik. Yemeğin en enfes parçası armut üstü morcillas ( domuz kanı sucuğu) idi. Kulağa korkunç gelip de tadı bu kadar leziz olan başka ne vardır acep? İspanyollar “cehennemin dibine git” bâbında da “a morcillas” derler. Neyse, 3 konferans vermeye gittim, ama 3 kilo alıp döndüm. Dedim size, yediklerimi anlatabilirim ancak, bir şey görmedim çünkü  Yüzyıllık Yalnızlık’ta dağdan getirilen buza ilk defa ellerini değdirdiklerinde “quema” (yakıyor) derler. Salamanca’da Fildişi Sahilli bir ev arkadaşım vardı. Hayatında ilk karı yirmi be yaşındayken Salamanca’da görmüş ve her bir kar tanesiyle her açıdan bin iki yüz tane fotoğraf çektirmişti. İşte İspanya hala o kıvamdaydı: Laponya’nın Akdeniz’e taşınmış hali. Podemos’u duymuşsunuzdur. Syriza’nın İspanyol kardeşi. Pablo Iglesias’ı da hala görmediyseniz bir görün. Ben yakışıklı İspanyol olmaz sanırdım, yanılmışım. Pablo’nun anne ve babası PSOE’nin kurucusu Pablo Iglesias’a hayranlarmış. Hatta onun mezarını ziyaret sırasında tanışmışlar. Çocukları olunca adını Pablo koymuşlar, Iglesias soyadı ile birleşince İspanyol sol tarihinde yeni bir Pablo Iglesias olmuş. Podemos Madrid Complutence hocalarından kurulu bir parti. Ben İspanya’dayken Pablo’nun eski sevgilisi Tania Sánchez (ki eskiden İspanyol solunun Romeo ve Juliette’i olarak anılıyorlardı) yeni bir parti kurmak için kolları sıvamıştı. Solun bölünmediği ülke de kalmadı galiba. Vjerancığım gelmiş Zagreb ellerinden. Sayesinde asosyalliğe son verip âlemlere atıyoruz kendimizi. Akşamları bira selleri geri geldi hayatıma. Bana yeryüzünde en sevdiğim birayı getirmiş: Tomislav. ( “Yehhu, Toma geliyor” diye çığlık attığımı annem duysaydı “biliyorum, Toma diye bir sevgilin var, şüpheleniyordum zaten” derdi. Yazık, bu adrenalin anını değerlendiremedi.) Haberleri aldım. Hırvatistan’ın başına geçen tar-ü taze sarışın cumhurbaşkanı “vatandaş” ile “şehirli” kelimesini ayırt edemiyormuş. Kadın bir de eğitimli hatun kişi yani. İspanyol dili okumuş. Ama demek ki her bünyeye iyi gelmiyor  Vjeran’ın annesi evlenme baskılarına başlamış. “Âşık olmaya gerek yok” diyormuş. Kardeşi de “Yaw, birazcık aşk olsun bari, bir gıdım filan” diye müzakere başlatmış. Neyse, ben de “Kardeşin mi? Ay, ben onu ağabeyin sanıyordum” dedim. (Zagreb’den tanıyorum) “Evet, normal, 10 yıldır aynı kadınla yaşıyor da ondan” dedi. Sonra bir düşündüm ki ben bu yüzden genç kaldım. En ufak bir sorunda tozingen… Metin Uca aşk mektuplarından enfes bir gösteri sunuyormuş. En kısa zamanda izlemeyi düşünüyorum. Bu aşk hikâyeleri kapsamına evlilik meselesi de girince Darwin’in hiç bilmediğim bir yanını öğrendim. Evlenmenin fayda ve zararlarını yan yana yazıp sonunda şu karara varmış: “Marry, marry, marry”. Sonda da bir Q.E.D. :Quod erat demonstrandum: İspat edilmesi gerek şey buydu anlamında. Bence bir bilimadamı böyle hata yapmamalı :P Deli gibi çalışmaktan beynim tatlı tatlı sulandı. Ama en çok kafamızı yoran “Zaman Treni”. Şeker gibi program yapıyoruz, özeniyoruz. Geçen gün çalışırken zıvanadan çıkıp “bırakacağım her şeyi, Hırvatistan’a kaçacağım” diye düşündüm. Sonra zıbarıp yattım. O gecenin sabahında Mehmet’ten bir mail: “Dün gece rüyamda sinirlenip programı bırakmışsın. Ama rüyaların tersi çıkar :P”. Çok fena tırstım. Seçim öncesinde kendisine bağlanırız artık. -Fraklar kim, Mehmet? -Traklar. -Nece? -Rusça. -Tamam. Bende olay. Sevgili Rus kardeşim, buradan sesleniyorum sana. Frak ne demek la? Herkes gibi Trak desene. Nerede yaşıyorsunuz? Frakya’da. Biz onu sırtımıza giyiyoruz. Biz derken, bizim memleketteki toplam üç kişi filan. Bu haftanın konuğu Ceylan Tözeren’le enfes bir Antikite programı hazırladık. Çekim esnasında Ceylan buğday dağıtarak halkın oyunu toplamaya çalışan bir tirandan bahsederken ben dayanamayıp “Ay, ben bu hikayeyi bir yerden tanıyorum” dedim. Bu haftaki köşemizin başlığı: “Seçim öncesi buğday dağıtmanın “Antik” tarihi. Buğday dağıtan tiranı ne çılgınlıkla protesto ettiklerini de bir zahmet televizyonunuzu açıp izleyin, ayol. Lokum gibi program yapıyoruz, izleyin birazcık. İlber Hoca’ya uğradım. Bir haftalık güldürdü beni hikâyeleriyle. Bir de çikolata verdi. (Küçük kalmayı bu jestlere borçluyum). Artık “Mendeleyev cedveli” denilmediği için kızıyordu. Pek haklı. Periyodik cetvel ne la? Adam hayatını verip kimyanın sırrını çözsün, sonra adı geçmesin. İlber Hoca zamanında “Mendeleyev cedveli” denirmiş. Adam bir aziz bence. Ne de olsa votkanın en harika formülünü de ol bulmuş. Tabii, haklı olarak, periyodik cetvel çalışmalarını hafifletmenin tek yolu olarak içerken olay böyle gelişmiş. Bakımsızlığın kertesinde yüzüyorum. Babam bile olayı kapmış, bana “Pazar günü program çekecek misiniz? Hangi kıyafetini ütüleyeyim?” diye soruyor. Biliyor ki diğer günler ütüsüzlük özlemi tadında aynı kotla dolaşıyorum. İki aydır spora da gidemiyorum. Bütün bunların sonucunda gelişen diyaloglar: (Sabah kahvaltıda) Annem: Vatka mı taktın? Ben: Yok, şişmanladım sadece. (Akşam yemeğinde) Hande: Jöle mi sürdün? Ben: Yok, pisim sadece. Diyanet İşleri el ele tutuşmayı yasaklamış. Adamların bu çalışmaları karşısında bizim bünye de Dirayet İşleri başladı. Hay bakalım, kim yaman! Frakya’da sıkça söylenen bir şarkıyla programımıza son veriyoruz. “Hop top atarım kendimi, çıplak çıkarım bayrama!” Alo, diyanet işleri mi? Bunu da yaz canım…