11 Haziran 2013

“MERKEZ, BEYAZ DE!”

     Hep tarihi yazacak değiliz ya, biraz da tarih yazalım. Bunca zamandır öğrencilerine az okudukları için  kızan biri olarak cümlesinden, küllisinden özür dilerim. Ne hakikatli evlatlar varmış aralarında. Buradan onların alınlarından öpüp yanaklarını cimciriyorum. Artık ölsem de gam yemem. Fakülteden arkadaşlar eylemcilere  kapılarını açmaya Starbucks’ta kahvaltı yapsın, Mado’da dondurma yesin; benim çakı gibi kızlı erkekli delikanlıları Taksim’de özgürlük avında. Umut en son tükenen şeymiş.
       Her zamanki gibi başıma kimseciklerin başına gelmeyecekler geldi. Gezi hareketinin 5. Günü olan Cuma günü koskoca fakültede bana eşlik edecek bir tek Serkancığım’ı bulabildim. Diğer bir iki arkadaşı da saymazsak o gün herkesin hastalanacağı tuttu. Talcid’imizi, gaz maskemizi kaptık döküldük akşam vakti yollara. Düşe düşe gecenin en direngen sokağına düşmüşüz, hem de en öndeyiz. İlk gaz ayaklarımızın dibine sokulacak kadar yakına düşünce daracık sokakta can havliyle bir apartmana girdik nefes almak için. Ayakta duramıyoruz. Hele ben, bayılmanın arifesindeyim. Bir jinekolog bizi içeri aldı, beni de içerideki oksijen dolu odaya koydu ayılayım diye. Gözlerimi bir açtım: “Tanıyorum olm ben burayı” dedim kendi kendime. Olacak şey değil, hayatımda ilk adımımı attığım jinekoloji muayenehanesi çıkmaz mı? Gözümden yaş gelmedi gülmekten, hali hazırda biber gazından kalma yaş vardı çünkülüm.
       Velhasıl jinekoloğa sığınan 15-20 kişi yeniden çıktık. İzdihamın en fiyakalı hali sokak. Bir gaz daha. Karambolde bir ses duydum yanı başımda. “Özlem, sesini hemen tanıdım.” Olacak şey değil, değil bu dünyada öteki dünyada bile affedilmesi imkânsız olan, dört yıldır görmediğim eski sevgilim. “Özlem, beni affet” demez mi! Elinde de bira. Olayın ciddiyetini hâlâ algılayamamış, kendini kokteylde sanıyor. Affeder miyim? Etmedim tabii. Tam o esnada tam tepemize biz gaz bombası daha. Bu seferki öyle böyle değil. Bir de Sıraselviler’deyiz, daracık sokak, boğulup gideceğiz. Ben o acıyla demir bir apartman kapısından içeri dalmışım, peşimde de 15-20 kişi. Her katta daha çok nefes alabildiğimiz için yukarı çıkmaya başladık. 5. kata vardığımızda ev sahibi kapıyı açmış bizi içeri almak için bekliyordu. Beni banyoda sütle, Talcid’le yıkayıp bir sandalyeye oturttular. Kendimde değildim. Sonra gözlerimi açtım. Ev sahibinden ses.
- Özlem, ne işin var burada?
-Aaa, Haluk senin ne işin var?
-Burası benim evimmm!
     20 yıldır tanıdığım Haluk bu, Boğaziçi Müzik Kulübü başkanı arkadaşım. Görüşmek böyle kısmet oldu bendenize. Başka türlüsü yakışmazdı.
      Durunnn, bitmedi. Haluk’la karısı beni ayağa kalkacak hale getirip yolcu ederken kapıdan içeri iki kız girdi “Bize de Talcid”, diyerek.  Öğrencim Banu’yla arkadaşı. Kaç yıldır görmüyorum  yavru kuşumu. Şimdi siz bana söyleyiverin, beni izleyip de eğlenen bir Tanrı var mı yok mu? Varsa, karnına ağrılar giriyorduk gülmekten. İnsanın biber gazından kapı açıp 20 yıldır görmediği arkadaşının evine girip öğrencisiyle karşılaşma olasılığı milyonda kaçtır? Matematikçilere sesleniyorum! Abzürd dramacılar, koşun, koşun. Hazır materyal var.
     Gece bu kadar sürprizle bitmedi tabii. Neler gördük sokakta bütün gece! Bir sonraki etapta biber gazı artık yakmaz oldu. Yüzü gözü parçalanmış sedyede giden insanlar son güçleriyle slogan atıyorlardı yattıkları yerden. Gece 3’te Beşiktaş’a geldiğimizde pek çok öğrencimizin polisin şiddetine maruz kaldığını gördüm. Üzerimize atılan bir biber gazı kapsülünü geri atan Mısırlı Erasmus öğrencisine ne demeli? Bu insanlığın özgürlük savaşı değil de ne? Sabah 7’ye kadar saldırmaya devam etti polis. En önde resim çeken öğrencimin üzerine toma geldiğini görünce şöyle bir diyalog yaşandı:
-Denizzzzz.. (Deniz sabahın 6’sında kendini sokakta yalnız sanıyor tabii)
-Kim lan ooo? (…) Ay, pardon hocam, nasılsınız?
      İlk gece üniversitede çay salonunda yarım saat uyudum. Öğrencilerim bütün gece sokakta özgürlükleri için bağırmışlar. Fırat,  Mustafa Sarıgül’le birlikte aynı sokaktaymış, gaz gelince beraber kaçmışlar J  90’ların gençliğinden özür diliyorum, Dire Straits’i bilmiyorsunuz diye size kızdığım için affedin beni çocuklar. Özgürlük için savaşmasını biliyorsunuz ya, yeter.
      Bunu takip eden her gün sokaktaydım. Sayısız biber gazı yedim, tazyikli suyla duş aldım, polisin vatan evladına uyguladığı vahşet karşısında duyduğu gurur ve aldığı zevki gözlerimle gördüm.  “Kaç gündür sokakta yatıyoruz”, demişler polisler basına. Sizin yatacak yeriniz yok be! Ayrıca onları gördükten sonra artık cehennem korkusu da kalmadı bence, cehennemde polisten bize yer kalmaz, içiniz rahat olsun. Tüm cehennem kontenjanları dolmuştur. bilginize.
     31 Mayıs gecesi bende vokabüler genişlemesi oldu:
-Kaççç, toma geliyor.
-Toma ne lan? Niye kaçıyorum ki?
-Şu panzer!
-Anaaa… Yettim yetim...
      Benim bildiğim tek Thomas vardı  (Fransızca ‘toma’ okunuyor), o da Aslı’nın kocasıydı.  Sirke ve limon salataya konurdu. Sütün farklı kullanımları vardı. Meğer aslında en önemli fonksiyonları biber gazı gelince acıyı hafifletmekmiş. Talcid denen mide ilacıyla bu sayede tanıştık. Artık çantamda kimliğimin yanında bir plastik su şişesinde taşıyorum, en yakın arkadaşım.(Babam geçen gün ayran sanıp dolaba koymuş, pek güldük.) Milli içkimiz ne ayran, ne rakı. Milli içkimiz Talcid’dir a dostlar. Sütle karıştır, suyla karıştır. İç, yüzüne sür, âlemlerin içkisi. Benim bildiğim polis, lazım olduğu zaman gelmeyen, “belediyeyi arayın” diyen bir insandı, bu eylemlerde gözlerimle gördüm ki şarkı söyleyen insanların üzerine, insanın gözünü hedef alarak gaz bombası atan bir mekanizmaymış. İnsan hiç değilmiş.
      Türk, Kürt, Ermeni, Rum herkes sokaktaydı. Erasmus öğrencileri de. Her mezhepten insan vardı.  Takdir ettiğim pek çok insan arasında yeni keşfettiğim Sermiyan Midyat’a buradan selam olsun. Ağzından çıkan her söze kurban olayım ben. Okan Bayülgen, sana bir daha asla kızmayacağım. Yeni sevgili kriterim: Redhack kadar zeki, Çarşı kadar cesur,  her ikisi kadar duyarlı ve “insan”.  Sizlere sözüm: en az 3 çocuk! Üreyin, çoğalın, zeka ve yürek seviyesi yükselsin memleketimin. Bunun yanı sıra pek çok yakın bildiğim arkadaşım evinden tatlı su balığı kıvamında tweet göndermekten başka bir şey yapmadı. Onlara da selam olsun. İrtifa kaybettiniz binlerce hayranınızın nazarında. Hele yakın arkadaşlarım: sevişmek için hep gençtirler, anlatırlar; ama savaşmak için yaşlı çıktılar, evde oturdular. Pek çok arkadaşıma saygımı kaybettim.
         Ben böyle mizah görmedim anacım. Gözüm biber gazından önümü görmediği, tüm hücrelerimin yandığı anlarda bile hala gülebiliyordum. Ulan ne zeki insanlarmışız be! Birisi acilen Twitter’da dönen sözler, bir kitap yapsın. Vakitlice yazalım tarihi, bir taraftan yaşarken. Eylemlerde olmayan popçuların bile gölgesi vardı: “Buralara yaz günü gaz yağıyor canımmmm”, diye bir duvar yazısı gördük.
       Bir takım tuttum, yıllarca şampiyonluk göstermedi bana artık onlarla daha çok gurur duyma vaktim geldi. Çarşı, haksızlığa karşı. En sevdiğim slogan şu oldu: “Fenerliyim, ama yükselenim Çarşı”. Gerçekten de üç büyük takımı kol kola sokağa dökmeyi başaran başbakana teşekkür ediyoruz. Çarşı bir polis telsizi ele geçirmiş. Son günlerin en baba cümlesi de kanımca şu oldu: “Merkez, beyaz de!”.
        Merkez,” beyaz bayrak” desin artık…
        Özgürlük şereftir!
    (Ps. Son yazım 9 bin defa okunmuş! Teşekkürler! )