30 Mart 2012

OJE, KAHVE VE MANDAL

   
   YÖK’ün kırtasiye işlerinden kendi işimizi yapamaz durumdayız. Senede altı değişik formatta CV yazdırdı, hızını alamadı. Yök olsun mümkünse gari. Anacım benim CV’m tam tamına 17 sayfa, senede altı değişik formatta şenlendirsem altı günlük iş eder. Şimdi ise yeni akademik fantezimiz kendimizi anlatan 5 anahtar sözcük. Mr. Mutluluk Hattı masama sürpriz olarak kahve bırakınca, gördüğü natürmortla 3’ünü bulmuş oldu zaten: oje, kahve, mandal. Ofisteki çalışmaktan delirmiş manzaram bu. Saçlarıma mandal takıp sonra onları unutup dışarı çıkıyorum. Son zamanlarda bir de spor salonundan galoşla çıkma furyasına katıldım. “Ulan, ayaklarım neden kayıyor bu sağlam ayakkabılarla acep?” diye diye vapur iskelesine kadar sora sora yürüyorum da ayaklarıma bakmak aklıma gelmiyor. (Kardeşim olsa, “bir yere bir şey geldi, ama neredeye?” der.) Ahvalim budur a dostlar.
     Spor salonuna gidip beynimdeki toksinleri atmasam üç vakte kadar katil olacağım zannımca. Emrah da benim spor salonunda vahşi hayvana bağlayıp ağırlık kaldırdığım anlarda senkronlayıp arıyor beni. Şu diyalogu seviyorum:
-Alo, nerdesin sen ya, sesler geliyor.
-Spor salonundayım. Sen neredesin, kokular geliyor?
-Komşu Fırın’da tabii ki.
   Emine Erdoğan’a ait olduğunu duyduğum günden beri adımımı atmıyorum Komşu Fırın’a. Bir şey de kaybetmiyorum hani. Emrah da kaybetmiyor, kazanıyor. Nurtopu gibi göbek yapmış kendine.  Son repliğine bayıldım: “Göbeğe bir baktım ki, ben zaten evde yokum ya!”
     Geçen gün NTV’nin Tarih Konuşmaları programındaydık Emrah ve İdris Hoca’yla. Konu korsanlardı. Ama bir türlü konuya gelemeyip program renksiz bir düzeyde kalınca bende hatlar attı. Zaten kulağımda kırmızı küpeler, üzerimde de yakasında koca güllü kırmızı bir bluz vardı, hal buyken ellerimi belime koyup “forsalara gelcez mi artık hayırlısıyla?” diye bağırmışım. Vallahi kaçırmayın derim, gelecek hafta Pazar akşamı NTV’de. Bence reyting bâbında kesmezler o sahneyi. Bir de mâlum hiperaktivite var bende. İdris Hoca da deniz tarihinde gaz ve toz bulutuna kadar geri dönünce ben kaşınmaya başlamışım sinirden. Boynum geçici isilik olmuş, Emrah da sıkıntıdan sandalyesinde dönmeye başlamış. Sunucunun kulaklığından haber gönderi bize kameramanlar. “Sallanmayın ve kaşınmayın!”  Cevap veriyorum: Türkiye şartlarında tarih yapmaya çalışıyoruz, biz  yüz dil bilen iki genç (“genç” kısmını fazla sorgulamandan geçin) kaşınmayıp, sallanmayıp da ne yapalım anacım? 
     Kim söyledi, hangi ülkede olmuş hatırlamıyorum, ama bayıldım vallahi. Fahişeler yürüyüşe çıkmış, ellerinde pankartlar: “Siyasetçiler bizim çocuğumuz değildir!”. Var mı ötesi! Hasta oldum anacım. Takdir ettim.
     Geçen gün kuzenimdeydim. Mantı açtık.  Bizim çılgın büyük-büyük nineye dair bir ayrıntı daha öğrendim ki iyice anladım ben niye böyleyim. Size Eşe Fatma’dan bahsetmiştim. Savaşa giden erkeklerin tüm köyü emanet ettiği, korkusuz, eğersiz ata binen, her işi yapan, herkese bakan efsanevi kadın. İki ayrıntı bendeki bu deliliğin kökenlerini çözüverdi. Eşe Fatma o savaş yıllarında kadınları toplayıp gündüz bütün işleri bitirip akşamları hepsini atlara bindirip komşu köylere eğlenceye, düğüne götürürmüş. Doluşup gider sabaha karşı dönerlermiş. Hey yavrum be! Savaş zamanı potansiyele bak. Kimin büyük-büyükannesisin sen be! Durun, bitmedi. Ayrıca geceleri komşu kadınların evine girip uçkurlarını çözermiş. Sabah da diğer hatunları toplayıp kahvaltıya giderlermiş işbu hatuncağızın evine. Kadıncağız telaş içinde uyanırmış, anaaaaam, ne oldu bana gece, kim gelip çözdü uçkurumu diye… Adamları savaşa gönder, sen eğlencene bak. İşte doğru yol budur kızlar. Eşe Fatma’nın romanını yazmadan ölmemeliyim. Kadınlar köyü! Dikkat. Bütün bunlar Konya’nın küçük bir köyünde cereyan ediyor! Nereden nereye!
     Mahalle baskısı tan gaz devam ediyor. “Alooo, hacı, biz şimdi Portekizce’den İspanyolca’ya, ondan Yunanca’ya, İtalyanca’ya vs. büyük bir doğallıkla geçiyoruz ya konuşurken, işte böyle salsa’dan merengue’ye geçmek istiyorum”, dedi Mösyö Trelokomio. (Bizimkisi çok normal sanki. Duyan da normaliz sanar. Nadiriz, oğlum, biz. Tek kopyayız TC şartlarında.) “Oldu, gözlerim doldu”, derken kendimi salsa kursunda buldum. (Bu üçüncü salsa kursum, diğerlerinden sigara içildiği için kaçmıştım. Bu arada hayatımdan sigara içen herkesi tek tek çıkarıyorum. Çünkü çok pis kokuyorlar ve ne kadar iğrenç koktuklarının farkında olmadan toplum içinde dolaşıyorlar.) Velhasıl, sigara içilmeyen bir yer bulduk. Ders 10 dakika sonra başlayacak, salona girdik, baktık. Mösyö Trelokomio, gerçek bir Trelokomio (Tımarhane) olduğunu gösterince şöyle bir an yaşandı. Olay esnasında kayıt masasındayız, üç kişiyiz. Mösyö Ayaklıtımarhane yarım metre yanımızdaki hocayı gösterip bana şöyle diyor.
-Hadi o zaman yazılalım hemen. Bak hoca da yakışıklı. Sen de beğenirsen evlenirsiniz, mutlu son olur.
  Akıllı bir şey olsam kızarır bozarırım. Ama öyle miyim sizce? “Ay, vallahi yakışıklıymış, ama evlenme konusuna biz genellikle “mutsuz son” diyoruz, anacım. Evlenmesek olmaz mı?” Hocadan alt yazı: “Şey, yanda başka bir salsa okulu var.. Daha güzel, daha ucuz, ne dersiniz?” Neyse, bindik bir alamete. Bu arada hoca İranlı çıkmaz mı? Adam aksansız Türkçe konuşuyor, ben Farsî şarkı çalınca şüphelenip keşfettim menşeini.
     Bir tek akıllı arkadaşım yok. (Bana da yakışmaz zaten). Hande aradı dün, yok etti beni. Çok sevdiği bir şiir kitap vardır onu, Dağlarca’nın “Yazıları seven ayı” Çok da acıklıymış, ezbere bilir. Bana ezberden okur. Massimeddu’cuk (Moşimoto) daha üç yaşında Türk edebiyatına giriş yapsın kitabı almaya gitmiş YKY’ye. Almış, açmış, okumaya başlamış Başlamış ağlamaya. Salya sümük ağlamış. Kitapçı panik olmuş. Kolonya ve selpak vermiş. Beni kitapçıdan aradı. Gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Hande’nin okumayı sökmesi de çok şenliklidir. Her yakaladığına buğulu camlara yazı yazdırırmış: “Bana anne yazsana cama”, diye başlamış. Ve gizlice okumayı sökmüş. Bir gün yolda giderken bir mağaza adını okuyuverince aile efradı şok geçirmiş haliyle. Hastasıyım Hande’nin. İyi ki var.
   Geçen gece onlarda ikamet ettim. Correa’ya baktık. Kocası Maurizio’yla birlikte “hayatında ilk defa yakışıklı dediğin biri gerçekten yakışıklı çıktı”, dediler. Genel olarak erkekler konusunda estetik zevkim hiç saygı görmemiştir, tasvip edilmemiştir kızlar âleminde. Mesela Hülya’ya “anacııım, adam vallahi yakışıklı”, dersem kronik olarak şu cevabı alırım: “İnanmam, sen Deniz Baykal’ı yakışıklı bulan bir insansın”. Evet, yakışıklı bence.  Amanda ise erkekler konusunda zevkim için hep aynı yorumda bulunur: “Fosil koleksiyoncususun!” anacım, napiiiim, ben bilgiye âşığım belki!
      Biz kolej yıllarında çok uyumsuzduk. Kimseyle konuşmazdık. Ben kendi adıma teneffüste saçma sapan ağır kitaplar okur ve okuldan kaçıp Köprüaltı Kemancı’ya giderdim kızlarla. Onun da tek sağlam arkadaşı Kenan Doğulu’ydu. Başka kimseciklerle konuşmazdı. Birlikte gitar çalar konser verirlerdi. Biz o yıllarda tanışmazdık. Boğaziçi’nde tanıştık. “Ne acıklı, keşke önceden tanışsaydık” dedim dün. “Olmaz, kamu sağlığına aykırı olurdu”, dedi. Dogri!
      Lübnan’da getirdiğim son şarabın son damlasını da bitirdim. Bölge sağlammış. “Fakra”. Tavsiye olunur. Rakısı da mevcutmuş, Lisan-ı Osmani hocamız ve hazreti Vağarşak Bey söyledi. Bu arada bu yılki mavi yolculuk grupları belli oluyor. Vağarşak Bey ve 5 akrabası Eylül başındaki tekneyi seçmişler. Ben de dedim ki “O tekneye gelirsem soykırımı siz o zaman görün!” Kolay mı anacım bana 7 gün boyunca 50 metrekarede katlanmak? En âlâ soykırım bence.
     İlk romanımın (Bayan Hayatbirrüyadır’ın Yeldeğirmenleri)  kahramanlarından Libre’in oynadığı leziz bir oyuna gittim Çarşamba akşamı: “İçimdeki Osman Hamdi Bey”. Bayıldım ve çok şey öğrendim. Libre, yani Özgür, birinci dereceden çatlaktır. Tiyatro öğrenimi için Rusya’ya gitmiş, Gorki’de okumuştu. Ona göndermemek üzere yazdığı mektupları kitaba koymuştum. Annem arkadaşlarına benden bahsederken ne kadar haklıymış yahu: “Benim kızım yeldeğirmenik depresif”. Velhasıl Libre altı yıl sonra döndü, şimdi şehir tiyatrolarında çalışıyor.
       Şey düşündüm de “yazıları seven ayı” konusunda bir mecaz mı var acaba?
        Yazlık sinemada unutulmuş bir çocuk kadar mutluyum!  Haydi, dağılalım artık. Herkes işine! Seviyorum ulennnn siziiiii…..

21 Mart 2012

HAYATIMIZDAN BİR YILDIZ GEÇTİ…

   
    Öyle bir insan tanıdık ki, artık “insan” kavramımız değişti, zaten sınırlı olan insan stokumuza yeni alımlar durduruldu.  Üniversitemiz 13 yıllık yaşamının en anlamlı işine imza attı. Her şeyin satıldığı bu dünyada, “şeref” denen değerin hâlâ var olduğunun en canlı kanıtı olan Latin Amerika’dan bir yarıtanrıya fahri doktora verdik. Biz onu değil, o bizi şereflendirdi: Ekvador devlet başkanı Rafael Correa. Tepemizden bir yıldız geçti, ışığı üzerimizde kaldı!
     Minicik ülkesiyle Amerika denen canavara karşı duran bir dev o! Bir ekonomist! Şerefli bir devlet adamı! Ülkesinin yerlileriyle anlaşabilmek için Quichua dilini öğrenmiş bir insan evladı!  Ülkesindeki memurların her türlü hediye almasını yasaklamış, eşine Suudi Arabistan kralı tarafından hediye edilen mücevherleri nakde çevirip sosyal bir projede kullanan bir başkan! Özelleştirme rezaletine karşı kamulaştırma politikasında savaş veren bir şövalye! Yakışıklılığı, karizması, ülkesinin insanlarına olan aşkı, sempatikliği, alçak gönüllüğü ve kısacık süre içinde görebildiğimiz tüm erdemleriyle hepimizi âşık etti kendine.
     Programı sunmak da bana düşünce –İspanyolcamın Türkçemden iyi olmasından mütevellit- çılgın bir heyecan aldı beni. Sanırım hayatta en büyük keyifle ve heyecanla yaptığım işti. Hatta bir ara kendimi kaybetmiş, ellerim kollarım hava Eduardo Galeano’dan satırlar okur haldeyken  Correa’dan alkış bile aldım. Onun gözlerindeki sevgiyi gördüm. Konuşmak için kürsüye çıktığında “hocamızın heyecanını anlıyorum”, dedi. Konuşma sonrasında onu yerine alırken ellerimi tuttu. Sanırım tam da o anda içindeki bütün enerji ve sevgi bana geçti. (Keşke o anda ona “ya beni de götür, ya sen de gitme” türküsünü söyleseydim. Gelecekte ne yapmak istediğime karar verdim: şerefli halklar için çalışmak! Şu sevgi dolu gözlere bakın. Halkına olan sevgisi gözlerinde gizli değil mi? “Ananı, babanı, dedeni, yedi sülaleni de al gel” demiyor mu? Bir de bendeki mutluluğa bakın!
 
      İşte böyle, biz hâlâ kendimize gelemedik, hipnoz kıvamındayız, cümlemiz âşığız. Biz, dünyanın en güzel tren istasyonunu, insanları birleştiren mekânları beş yıldızlı otel yapan bir devletin çocukları olarak Correa’ya diyoruz ki: Ya bizi de götür, ya sen de gitme!


     Ozzy aradı. “Kuzen, ne biçim bir şehir bu ya?” dedi. Tabii, delikanlı Salamanca, Barcelona, Floransa, Philadelphia’da geçen son 10 yıldan sonra kalabalığa adapte olamadı. Haklı. Nerde Salamancam? Akşam akşam “Sana bir bira söyledim”, diyen hocalarımdan ikinci bir emir gelmeden 15 dakika içinde pijamalarımdan çıkıp biranın dibinde olurdum. Ve işin komiği bana gerçekten bira söylemiş olurlardı. Ama esas rekor ilk Lizbon seyahatimdi. Georg her gece toplandığımız caz bara o gece saat ikide gelmişti. Gündüz Salamanca-Lizbon treni saatleri öğrenmiş. “Bir gün gidelim”, dedi. “Bugün gidelim” dedim. “Tamam”, dedi. (Almanların en sevdiğim erdemi, itaatkârlık!) Eve gittik, ben saçlarımı bigudilerle saracak vakit bile buldum, enerji içeceği aldık, istasyonda buluştuk. Tam iki saat sonra gece 4’te Salamanca’dan geçen o meşhur Lizbon trenindeydik! Üstelik benim yeşil pasaportum vardı ve Portekiz vizem yoktu! Uyuyan Alman taklidi yaparak (siyah saçlarımla çok zor olmuştu) sapa sağlam geçmiştim sınırdan. (Bu arada Lizbon’a Gece Treni adlı enfes kitabı okumadan ölmeye kalkmayın sakın. )
    Dün gece gerçekten kendimizden geçtik gülerken. Sefil Türk erkeklerinin (hepsinin değil, sefil olanların diyeyim de meclis dışı olsun bari) terbiyesizlik yapacak güveni nerden bulduklarını konuşuyorduk. Üç kişiydik masada, iki kız, bir Ozzy: sırayla elimizi tehditkâr bir tondan kaldırıp “nereden geliyor bu güven?” ya dedik, son olarak Ozzy hiç üstüne alınmayıp duvara dönerek  ve aynı repliği sunarak dağıttı bizi. O zaten 10 yıldır İspanya’da yaşıyor, genel kıvamda TC erkeği sayılmaz zaten, ama yine de hiç oralı olmamasından anladık biz durumu. Meclis dışı demişten, lise yılarında Uğur Mumcu’nun Sözüm Meclisten İçeri kitabını okuyunca günlerce kendime gelememiştim. Küfürlerden birini ömür boyu unutmadım. Meclis içinde söylenmişti pek tabii. Hazırsanız söylüyorum: “Acıttı mı, cicim?”
     Kuzen atladı geldi. Katıksız çatlaktır. Hem de öyle böyle değil. Benden birkaç gömlek üstte bir seviyededir. Bütün gece genetik olarak bu deliliğin nereden geldiğini düşündük, sülale bazında bir cevap bulamadık. Eski günleri andık. Cümbür cemaat babaannemin Malkara’daki taş evinin bahçesinde asma altında oturup kikirdediğimiz günleri hatırladı Ozzy. Bacak kadar çocukken bile babaanneme ışıklı Reebok giydirip onu kaykaya bindirmek gibi şimdiki durumumuza ışık tutan planlar yaparlarmış. Ben de o esnada bahçede örgü örermişim kendimi kaptırıp. Buna inanamayan akrabalar onlara gelip “Ya, kızımız Boğaziçi’nde okumuyor mu ayol?” derlermiş. Kuzenler de bunu sahih bir şekilde açıklayamazlarmış tabii.
      Ozzy bildiğiniz gibi bir çatlak değildir. Über’dir. Suigeneris’tir. Geçen senelerde en yakın arkadaşı evliliğe tamam mı-devam mı testi için Nepal’a düşünmeye gitmeye karar vermiş. Ozzy’yi de almış yanına. Bir ay Nepal’da düşündükten sonra “tamam” deyip geri dönmüş. Bizim Ozzy kalmış. Oradan ver eliniz Hindistan! Goa’da ev kiralamış, motorla uzun seyahatler ve daha neler neler… Of ya, ben de böyle bir hayat istiyorum.
      Sevgili şeceresini çıkardık, albümlere baktık baktık, güldük. Ozzy, tuhaf bir şey fark etti. “Kuzen, bunlar İspanyol, İtalyan, Meksikalı filan ama hepsi de Alman’a benziyor dikkat edersen.” Olacak iş değil, gerçekten de hepsi Alman formatında uzun boylu, sarışın, renkli gözlü. Sonra bendeki Alman nefretine rağmen neden böyle olduğunu anlamaya çalıştık. Belki de cevap Stockholm sendromunda gizlidir. Hiç sevmem sarışınları ya, ama kader işte. Albümlere bakıp bakıp “şu çocuktaki masumiyete bak, başına gelecekleri bilmiyor”, dedi. walla ben de baktım da resimlerden gerçekten pek bir masum görünüyorlar. Sonra da “romana düşünce okuyoruz” işte Antoş’un dediği gibi.
   Kuzen ertesi akşam mesaj göndermiş: “Kuzen, ne içirdin bize öyle hâlâ kendime gelemedim?” Biricik arkadaşımızın içtiği yek ve sek kadehi saymazsak şu likitleri tüketmişiz: 1 şişe Avusturya menşeli moskatel, 1 şişe enfes kırmızı Lüban şarabı, kardeşimin Ljubljana’dan (Bakın, ne de güzel yazabildim tel celsede) getirdiği Slovenya şampanyası, bir TC şarabı, yıllar önce kitabını çevirdiğim Küba büyükelçisi sayın Ernerto Gómez Abascal Ankara seyahatimde José Martí  kitaplarıyla birlikte- hediye ettiği ve bugüne kadar mucizevî bir şekilde var olan rom… Neden bugün ayağa kalkamadık acaba diye soruyor kuzen Ozzy?
  Ben yazar olmayayım da kim olsun? Öyle sürreal yaşıyorum ki, ben gerçek miyim, kuzenim gerçek mi, kardeşim gerçek mi, yakın ve uzak dostlarım gerçek mi, komşularım gerçek mi, inanın bilmiyorum. Apartmanımızın bir kuçusu var. Annemin bize gönderdiği kavurmaları ona verdiğimiz için adını Kavurbaş koymuştuk kardeşimle. Sonra adının Çıtır olduğunu öğrenince kardeşim, “abla, bu sahne adı galiba”, diyerek yıktı beni. Neyse, köpek apartmanda yaşıyor. Komşunun paspasında. Hal böyle olunca kadına gidip “alıştırmayalım hayvancağızı iç mekâna”, dedim. “Ben de çok seviyorum onu, ama olmaz”, dedim. El cevap: “Sevmiyorsun sen onu. Haydi bir sev bakiiim, nasıl seviyorsun görüceemm”. Yok anam, bu hayat bir kamera şakası.
    İslam Korkusu kitabını 15 Temmuz’da teslim edeceğim diye panik bir hayat yaşıyorum.  Öyle bir delirmişim ki, geçen gün kardeşim geldi, ona “Merve, dolapta İnebahtı var, ye”, dedim. 23 yıllık kardeşim doğal olarak beni anlamadı. Tekrar ettim aynı cümleyi, ama anlamamakta direndi.  “Kazandibi” desem her şey daha anlaşılır olacaktı tabii. Mevcut halim budur.
    Geçen gün Erol’un programında komik bir şey oldu. Söylemeyi unutmuşum. Erolcuğum’un annesi çok hasta. O da üzülüyor tabii, kahroluyor. Keyfi yok. Programda da öyleydi. Başkasıyla program yapar gibiydim. Bir ara öyle sıkıldım ki, kendi kendimi eğlendirmek için kendim gibi oluverdim yine.  Zaten spor çıkışı üzerimde kalan parlak Madrid tişörtü ve koca kırmızı küpelerle tam evlere şenliktim. İspanyolların yemek konusunda komplo teorilerine değindim. İddialarına göre 1800lerin başındaki İspanya işgalinden dönen Napolyon birlikleri enfes reçeteler üretilen manastırlardan bu tarifleri de beraberlerinde götürdükleri için Fransız mutfağı bugün bu kadar başarılı. Rahibelerin tatlıları çok meşhurdur. Cilt cilt tatlı tarifleri basarlar. Erol buna şaşırınca doğal olarak şöyle bir diyalog gelişti:

Erol: “A, rahibeler iyi tatlı mı yapıyorlar?”
Bendeniz: “Evet, yapacak daha iyi bir şeyleri olmadığı için!”

   Haydi şerefle kalın anacıımm. Yıldızınız ve Correa’nız bol olsun.

14 Mart 2012

SENDE KIRK YILDIR BİR GARİPLİK VAR, YAVRUM…


-Özlem, ne yapıyorsun? Çalışıyorsun değil mi?
-Ho hoyyyyt (Bozulan sinirden mütevellit kahkaha). Evet ya, çalışıyorum. Kitap yazıyorum, bitmiyo. Bitse de denize girsem, Brezilya’ya kaçsam, yan gelip yatsam, kursa filan gitsem, yeni bi dil öğrensem…
-Bir elmalı, bir de vişneli alayım. Börekten de verin. (Bana söylemiyor belli, ama duydum bi kere. Hem çalışıyorum, hem açım.) Ne? Kursa mı gitsem dedin? (Brezilya’ya kadar her şey iyiydi, bir sonraki nebensatz’da sapıttı karı) Seni annenle baban karşına alıp hiç “sende kırk yıldır bir gariplik var, yavrum” demediler mi hiç ya? Demedilerse yakında derler.
-Arkadaşlık bu mudur ya! Off  ya, of  ya!
-Örgü filan örsene sen.
-Ördüm ya, geçen ay bir kazak ördüm kendime (Walla da ördüm ya. Yeşil, pullu, ama öyle pullu ki Tarlabaşı’nda  9. sınıf bir lokalde sahne almazsam, asla giyme ihtimalim olmaz onu).

    Evet, az önce Emrah’la aramızda geçen diyalogun ta kendisi. Son 24 saattir sadece monolog, daha ziyade soliloquy şeklinde konuşuyorum. Sonuç itibariyle böyle oldum. Sonra fark ettim ki, kitap iyi ki bitmiyor. Kitap bitince “kurs” gibi sakıncalı vokabüler tehlikesi var tünelin dibinden gelemeyen ışıkta. Bu ne ya! Son birkaç gündür fasılasız gülüyorum, artık bana müstahaktır kıçımı hermetik ortama sokup çalışmak.
    Emrah börekleri götürünce aklıma geçenlerde Ata’nın Beyaz’ın programında onun fiyakalı sorusuna verdiği cevap geldi. “Bu komiklikler nereden geliyor?” babında bir soru sormaya çalıştı Beyaz, ama olmadı.
Beyaz: Abi, sen neyle besleniyorsun?
Ata: Karbonhidratla!
    Dün gece rüyamda Osmanlıca hocamızı gördüm. Rüyalarımda sık sık boy gösterir. Lakin pembe konverslerle rüyalarımın sahnelerine çıkmasından sonra bunculayın eğlencelisini görmemiştim. Yücel Hoca bana çingene pembesi ve turuncu renkli bir aba giydiriyordu üşümeyeyim diye. Kolları kahverengi şeritli. Sabahın köründe ona sms attım, rüyamı anlattım. Kaale bile alıp cevap vermedi bana. (Bunda hâlâ sms atmayı bilmemesinin ve öğrenmemekte direnmesinin etkisi de var tabii). Ama daha yakın ihtimal “yine kıçın açıkta kalmış” cümlesini kurmaktan çekinmiş olması bence.
     Pazar gecesi Deniz’e gittim. Deniz ve kocası Levent uzun zamandır bir deniz feneri kiralıyorlar. Eski bir Poseidon tapınağı kalıntıları üzerine yapıldığı için bu fenerde kurdukları felsefe okulunun adı da aynı. Levent hafta sonları fenere gidiyor, biz de Deniz’le mahalle hamamına. Deniz beni yine dağıttı. Levent fenere götürmek üzere civciv yetiştirmek için bir kuluçka makinesi almış. (Bu arada Üsküdar’da müstakil bir evde oturuyorlar, bahçelerinde asmaları, evin mahzeninde de kuyuları var!). Salonun ortasında ikamet eden kuluçka makinesinden çıkanlar mahzendeki sepete gidiyor ve orada büyüyor. (Sonra bir de soruyorlar bu romanlar nereden çıkıyor diye? Bütün arkadaşlarım toplansak bir sağlıklı adam etmeyiz ki, bizi yazıyorum, roman oluyor.) Neyse, durun, bu daha bişi değil. Bu hayvancıklardan biri bağırsağı dışarıda doğmuş. Eve gelen temizlikçi kadın da eline iğne iplik alıp bağırsağı içeri dikmiş! İşin garibi civciv sapasağlam, eskisinden sağlıklı! Kocası Levent (Yücel Hoca’mızın da doktoru, ama nörolog olmadığı için onun sinirlerini yerine oturtamadı henüz) ve cerrah arkadaşları tıp adına şok geçirmiş, haliyle. Deniz kadını aramış ve son noktayı koymuş: “Ay, abla, civciv bu, beyaz iplikle dikseydin keşke. Şu anda kıçından siyah bir iplik sarkıyor hayvanın.  Hiç estetik değil! ”
    Geçen Pazar pek çok Rum ve Türk arkadaşım baklahorani karnavalına katıldı.  Kılık değiştirip bir güzel eğlendiler. İrini Hoca da mahallenin çatlağı kılığına girdi. Benim yıllar önce Prag’tan aldığım mor kadife şapka, Malta’dan öğrencilerimin getirdiği mor tüylü çanta, Çingene pembesi pullu bir kemer, vs. takım düzdük ona. Gece şöyle bir şey geldi aklıma ve kendi kendime koptum: Ulan ben bunları normal zamanda giyiyorum ya! Oh, no! Mahallenin delisi ben miyim? Şükür ki Sezen Aksu yanımdaki duvar komşusu oldu da şimdilik unvan onda kaldı.
     Dün akşam Mr. Mutluluk Hattı’nın denize cumburlop, Galata Kulesi’ne hulahop, yandaki caminin müezzinine hooooop evinde kahkaha efektli bir gece geçirdik. Mahşer-i Cümbüş’ün birbirinden güzel, akıllı ve eğlenceli kız oyuncuları -hepsi tam 3 adet-  onu ziyarete geldiler. Ben de en sadık hayranlarından olduğum bu hatun kişileri kaçırmak istemedim tabii. Ben memleket şartlarında böyle zeki, hazır cevap ve komik hatun kişiler görmedim anacııım.. Sahnede sadece gördüğüm anda bile Pavlov’un köpeği gibi gülmeye başlıyorum. Dilek (Çelebi) yıktı bizi. Babasının oyunlarından birine geldikten sonra kurduğu şu cümle sonunda derdest olmuştum zaten: “Kızım, bir çocuk oyunu oynuyorsun, bir orospuyu oynuyorsun. Düzgün bir şeyler oyna da, dayınları da çağıralım.” Kafkas Tebeşir Dairesi’nde başrol alınca da, “Nee? Hizmetçi mi? Kandırmışlar başrol diye?” gibi saldırılara da maruz kalmışlığı var.
  Bakın ekşi sözlük onun için neler demiş:
“Yaratıcılık konusunda sürekli tavan yapan, doğaçlama konusunda çığır açmış insan.”
“Her türlü kılığa, şekle, sese, nesneye, objeye girebilen mükemmel ötesi oyuncu.”
“Bu mükemmel oyuncuyu gören biri, bir daha kendi için "yetenekliyim" diyemez.”
“Bu geceki programında yaptığı taklidiyle oyunculuk olayını bitirmiş insandır kendisi.”
     Wallahi müptelasıyım, siz de en kısa zamanda Hayalhane’den (Sadri Alışık Sokak, no: 24/26) yerinizi ayırtın ve çocukluğunuzu bedelli yapmış gibi gülün.
    Geçen gün eski bir erkek arkadaşımı anıp hayli güldük. O zaman pek gülemiyordum, ama yıllar sonra pek bir komik gelmeye başladı. (Tehlike uzaklaşınca yani). Kardeşim onun için “Abla ya, biz onu nazik, kültürlü, frankofon diye aldık, fermuarını açınca içinden tır şoförü çıktı”, diyerek son noktayı koymuştu. (Tır şoförlerine tekzip. Mohaç ovasında bir restoranda tıkınırken yan masada dört dilde bülbül gibi öten, kültürlü Sırp bir tır şoförüyle şaşkınlık içinde muhabbet etmişliğimiz vardır.) Velhasıl, tam da bu seyahatte bakın Niş’te başımıza neler neler geldi.
    Bizim akılsız, ince uzun bir hediyelik eşya dükkânında hediye bakıyor. Zaten hiperaktivite var bende, yavaş hareketler bünyemde alerji yapıyor. Tam 40 dakikadır dükkânda fıldır fıldır dolanıyor, tek bir şey seçemedi. Ben de Sırp ellerinde katil olmayayım diye kendimi dışarı atıyordum ki, bunda da bir sinir hali hâsıl oldu. Tepinmeye başladı. Tam o esnada “ ‘iyi günler’den başka bir şey demek isteyen var mı!” modunda, kısa saçlı, bol etli ve yağlı, lakin erkek kıvamında bir Sırp teyze girdi içeri. Anlaşıldığı üzere dükkânın sahibesiydi. Ana kraliçe gibi girdi dükkâna. Bizim asabi delikanlının dev gibi boyuna bosuna hiç ama hiç takmadan bana onu göstererek sinirli bir edayla sordu: “Ruski?” (Rus mu bu?) Sırpça bilmesem de anladım ve ossaaat cevap verdim: “Turski!” işte tam o anda kadının alt yazısı “abbbbovvvv” olan bir hareketi vardı ki, hâlâ hatırladıkça gülmekten ağrı girer karnıma. Elleriyle kafasını tutup yuvalarından fırlayan gözleriyle “imdat” der gibiydi. Tanrım bizi Türklerden koru!
    Yalan Dünya yine muhteşemdi. En çok da yandaki inşaatta çalışan inşaat işçilerinin, gürültüyü protesto eden bizimkilere ettiklerine güldüm. Madara ettiler gençleri. “Biz yevmiyemizi desibel üzerinden alıyoruz” ve “basları biraz azaltın, buldozer solo duyulmuyor” en sevdiğim replikler oldu. Aşağı pijamayla inen kızlarda kendimi buldum. Ben çizgili pijamalarımın yanı sıra kafamdaki ıslak havluyla son bir yıl içinde en az 10 kere yandaki inşaatı ziyaret ettim. (Banyonun camından attığım “Buckingham Palace bile bu kadar sürmedi!” nidaları da cabası) Yandaki vaka beni çok kızdırmakla birlikte (böyle durumlarda viledanın sapıyla bir iki kiremit indirip rahatlıyorum, çünkü benim balkondan kiremitler bir vileda kadar yakınlar bana anacımmm) pek de eğlendiriyor. Evi Sazan Aksu almış. Zeki Üngör’ün doğduğu ev olan bu evi (bknz. Beylerbeyi Ansiklopedisi, cilt II) Mehmet Akif Ersoy’un evi sanıyor kendisi. İşte anacıım, memleketin sanatçı profili. Gazetelerde boy boy çıkan bu haberi her gördüğümde kopuyorum. Sazan Aksu İstiklal marşına dair cümle zatın evlerini toplamıyor ise (ihtimal bu ya) kimin evini aldığını bile bilmiyor (ki bu bana daha yakın bir ihtimal gibi geliyor). Bu arada bu güzel ismin vaftiz babasının Süheyl Hocam olduğunu öğrendim. Kendisini sonsuz sevip sayarım, bu güzel ve anlamlı buluşu sayesinde ikiye katladı sevgimi. Onu çok özledik. Bir gün görmesek özlerdik, şimdi hiç göremiyoruz.
     Bu gece Erol beni öldürdü, kendimi görmemi sağladı. Program öncesi kahve eşliğinde dertleşiyorduk. Şöyle bir diyalog geçti aramızda:
“Erol, sence ben diksiyon dersi alsam nasıl olur?”
“Bilmem, ama sen 10 dakikadan sonra kontrolden çıkıyorsun ki…”
     Sınır tanımayan çenebazlar listesinde top 1’mışım da haberim yokmuş. Yanı, Mr. Mutluluk Hattı repliğiyle durum şuymuş: Ayy, bana da ben kuruş ver konuştur, on kuruşa susturamazsın anacııımmm..
  Şu anda kitap yazmamak için 30 adet blog yazacak kıvamdayım. İmdatttt!! Alooo,
 Doğan Kitap mı acibaaaa?

12 Mart 2012

MAHALLE BASKISINDAN ŞEHİR BASKISINA…

     Annemi anlarım, akıllanayım durulayım diye baskı yapıyor yıllardır. Evlenip çocuk yapacakmışım da sevecekmiş. Ben de onun aklını seveyim. Ben o çocuğu süpermarkette, kasapta unuturum her akşam koluma iple bağlamazsam.  Kendime zor bakıyorum, yatağa giden sarı fosforlu çizgiler olmasa gece evin yolunu zor bulacağım. Zaten havaalanında yaşıyorum. Ayrıca o çocuğu bir TC vatandaşından yapacak olsam Selahattin gibi “biz bu çocuğu yaptık, ama hiç olmadı”, demeyecek miyim? Tabii diyeceğim. Biricik eski rektörümüz Deniz Hoca bir gün bana “sen evlenmemesi gereken bir türsün, evlenirsen sen olmazsın”, demişti. Yoksa yazamazmışım, hayatımı yaşayamazmışım. O gün bugündür bunu anneme karşı savunma aleti olarak kullanıyorum. (Bir işe yaramıyor o başka). Dün Elif de “senin türünün devam etmesi lazım, ama nasıl olacak bilemiyorum”, dedi. Ben de dedim ki, Törkiye benden ikinci bir kopyaya henüz hazır değil!
       Bu mahalle baskısı canıma tak etmişti ki, olay Cuma günü yeni bir boyut kazandı. Taksim’de hızla koşarken bir dilenci yanıma geldi ve bana “inşallah evlenirsin be abla”, dedi. Aaaa, terbiyesize bak. Sorunsal 1: Dışarıdan nerden gördün bekâr olduğumu, Geryyyyyy? (O dantel çoraplardan evli hatun kişiler giymiyor mu sanıyor acaba? Ya da bunların koca bulmaya yönelik tekstil sınıfına dâhil olduğuna mı kâni?) Sorunsal 2: Sen bana böyle beddua edersen ben sana para verir miyim sence? Önce bir bana bak, evlenecek göz var mı bende? Neyse, çocuğu atlatmıştım ki Eyüp’ten bir sms geldi: “Sana yakışıklı Frankfurtlu bir koca buldum, ama karşılığında Brezilya bileti isterim”. Üstüme iyilik sağlık, Eyüp bu ya? Başkası olsa haydi neyse. Gül gibi hayatımı görüyor, amma son zamanlarda anlaşılamayan bir beni yakın arkadaşlarından biriyle evlendirme fantezisi geliştirdi. Ben bu arada Eyüp’e telefon açıp ona bekârlığın sultanlık olduğunu anlatırken eve gelmişim. Asansör bekliyorum. Tam 9 yıldır görmediğim Bahçeşehir’deki temizlikçi kadınımı gördüm, pek sevindim. Bana şu cümleyi kurana dek her şey yolundaydı inanın: “Ayyy, Özlem canııııım, nasılsın, evlendin mi?” Bu bir kamera şakası değilse, “yatıcaz kalkıcaz geçicekkk”, “sabah olcek kâbus bitçek” diye kendimi avuttum. Dünya standartlarında 60 dakikadan mürekkep bir saat dolmadan üç adet şehir, arkadaş ve apartman baskısıyla karşılaştım anlayacağınız. Kapıyı açıp eve girdim ki, Çin’den bir sms. Hayatım boyunca tek ve yek defa gerçekten evlenmeye karar verip, nikâha 10 gün kala kaçtığım -daha doğrusu sırra kadem bastığım-  (üstelik arabasını ve eşyalarını taaa Barcelona’dan gemilerle birlikte getirdikten sonra) Jordi değil mi? “Seni Hong Kong’ta dört gözle bekliyorum”. Şansalll, bir durduralım canım bu sahneyi. Anacım, ben kendisine her kızdığımda “Çin’e kaçacağım, bulamayacaksın beni” demez miydim?” Bu nasıl bir kader ya? Heyy, Olimposlu kardeşlerimiz bizle dalga mı geçiyor ya? Krizden nektar, ambrosia filan kesilince eğlence için bana mı sardılar acaba? Mola istiyorum ya!!! PASOK yapıyo, acısını ben çekiyorum yaaa!
       Tuhaf bir enerjim olduğuna, çok istediğim şeylerin Tanrı tarafından bana gönderildiğine inanmam için nurtopu gibi bir nedenim daha oldu. Bu da düşmanlarımı korkuttu. Çünkü şimdiye dek ettiğim her hakikatli beddua tuttu. Misal: Hronis’i kıskanıp sinir krizi formatından buhran formatına geçen eski sevgilim şiddetin arifesine gelince ona “Allah şu anda cezanı versin!” demiştim. Nasıl içten istediysem, salak “tam o saniyede” salonla banyoyu ayıran bir karışlık basamaktan düştü ve gözümüzün önünde ayağı şişmeye başladı. Hemen hastaneye gittik tabii. Akılsızın ayağı kırılmış, iki hafta raporlu evde yattı, alçı da bir ay çıkmadı! Ben elimi bile sürmedim, Tanrı’ya havale ettim. O halletti. Ne dersiniz? (Bence bana yamuk yapmayın).
      Muhteşem bir falcımız vardı. İsim isim, yer yer, tarih tarih anlatırdı her şeyi ve biz ağzımızı açıp dinler, sadece şimdiki zamanı değil geleceği tutturma konusundaki akıl sır ermez başarısına şaşar kalırdık. Düzenli olarak gider, başımıza geleceklerden, hayatımızdaki insanların bize yapmakta oldukları hayvanlıklardan haberdar olur, ayağımızı denk alırdık. Ne olduysa çocuk kayboldu. Çalıştığı mekândan ayrılmış. Tam üç haftadır deli gibi arıyoruz onu, yok! Çalıştığı yere tam üç kez telefon edip yalvardım, vermediler telefonunu. Cafer’le düşün taşın, son çare olarak boş bir günümüzde (olmaduğuna) çalıştığı semti boydan boya kafe kafe gezip onu bulmadan dönmemekte bulmuştuk ki, bakın ne oldu! Ataköy’deki evimdeki kiracı çıkmış, annem de sağ olsun yeni bir kiracı aramış bulmuş. Okula kadar gelip bana kira kontratı imzalattı. Ta giderken, “ayyy, X kafenin sahibi kiraladı evi”, demez mi! Bizim falcının çalıştığı kafe! Neeee? Ne bileyim ben ya, başka bir şey isterdim yoksa Tanrı’dan! Olacak iş mi? Hemmmmen delikanlıyı arayıp bizim falcının yerini öğreniverdim tabiii… “Tam kontratı imzalıyordum da…” dememe gerek bile kalmadı J Tanrı beni bu kadar severken, ben O’nu nasıl sevmeyeyim!
     Dün arkayı üçleyip benim sıra dışı falcıya gittik. Bu çocuk beni serseme çeviriyor. Bu kadar mı bilir insan. Bana söylenen cümle yalanı, isim isim, soy isim soy isim, yer yer tüm detaylarıyla söyleyiverdi. Aklım uçup gitti yine. Osmanlı’nın adım atmadan önce müneccimbaşına danışması pek yerindeymiş. Hele hele Cafer’e ben ben olalı duymadığım bir düşmanının isim söyledi ki (farzı misal: Kutbuddin) orada durduk işte ve bir kez daha saygı duyduk. Onsuz adım atmak yok.
     Şerefsizlik? Evet kısaca şerefsizlik dediğimiz şeyin nasıl başladığı konusunda bir sav daha geliştirdim. Mutsuz bir çocukluk yaşayan ve babalarından baskı gören, onlardan nefret eden insanlar doğrudan şerefsiz olarak gelişiyorlar. Yakın çevrenizde ailesini sevmeyen ve çocukken mutsuz olan insan barındırmayın derim ben.
    Niça ve Antoş’un evindeki yeni koltuk gaziler ve harp malulleri gibi bana bırakılması gereken bir yer oldu. Her hafta sonu elimde leziz bir içkiyle –bu hafta bergamut likörü- ile âlemlere akmak için onları beklerken yeni bir şey duyuyorum. Dün de Kazantzidis çalıyordu ve şöyle diyordu: Ta pio omorfa pragmata  erxondai eki pou den ta premeneis. Meal: En güzel şeyler hiç beklemediğin bir anda gelecek!  Falcı da öyle dedi.
       10 gündür Napoli’den gelen İspanyol bir misafirim vardı. Pek bir yoruldum, ama onun sayesinde sevdiklerimi gördüm. Encarna’yla önce Kiva’yı (şiddetle tavsiye: incirli muhallebi) silip süpürdük, sonra Anemon Otel’in (şiddetle tavsiye: kırmızı koltuklar) tepesindeki içine Galata Kulesi’nin girdiği baş döndüren Haliç manzarasında birkaç amaretto attık, sonra kule dibinde Sensus’tan şarabımızı kapıp (bu arada İtalya’da yaşayan bir İspanyol’a TC şartlarında da böyle enfes enoteca’lar olduğunu gösterip) ex-lerin efendisi Serkan’lara damladık. Hayatımda aralıksız olarak en çok güldüğüm ve kendimi en çok evde hissettiğim yer Serkan ve ex-kayın Serdar’ın neşe dolu evi. (Sanırım Serkan’ın dediği gibi ben Muazzez İlmiye Çığ gibi olduğumda bile ayrılamayacağız). Ben Ankara’dayken Ankara seyahatini benimkine denk getirip “Seninle Ankara’da gezme fantezim var benim”, demişti ama bizi kar kütleleri ve onun hücrelerine yapışan “genç iş adamlığı” ayırdı. Beni üçüncü aradığında kalenin tepesinden şehre bakarak bir şişe Kavaklıdere’yle sarhoş olmuştum bile.
      Geçenlerde onunla Sensus’ta iki şişe devirmiş, gece boyunca kikir kikir gülmüştük. Kendisine başka bir fantezi geliştirmiş. Bir şişe bira açıp bloğumu okuyormuş. “Hiç ayrılmamış gibi hissediyorum, her yaptığından haberim oluyor”, demişti. Ona buradan kocaman bir selam çakıyor, ekstra yakışıklı yanaklarından kocaman öpüyorum. Sonra da o 360 derece İstanbul manzarası olan kelimelerin yetmediği teraslarına çıktık. Encarna eve döndüğünde şöyle diyordu: “Şimdi anladım, biz İtalya’da yaşamıyoruz!”.
    Velhasıl, bütün gece tercüme yapmama rağmen karnıma ağrılar girdi gülmekten.(Bu işi hiç sevmem, ama bu sefer yaparken bile eğlendim). Bir an geldi ki artık tercüme yapmama gerek kalmadan anlaşmaya başladı herkes. Encarna’nın Serdar’ın anlattığı bir şeyin tek kelimesini bilmeden aslında hepsini anladığını ve gözlerinden yaşlar geldiğini gördüğümde ben de dağılmıştım. Beş saat fasılasız gülmüşüz. Bizim delikanlılar dört bin yıllık tarihi olan bir oyunu yeniden canlandırıp memlekete kazandırdılar. Gecemiz gündüzümüz o oyun olmuştu. Oyun aramızda yaşayan bir canlıydı sanki. Ben saçmalamaya başlamış, geceleri rüyamda oyunu görüp korkuyla uyanıyordum. Hatta bir keresinde saçmalık âleminde öyle bir seviyeye gelmişim ki “Macarca ona kadar say” diye sayıklamışım. Neyse anacım, eve bir girdik bu oyunun devasa versiyonu yapıp salonun ortasına koymamışlar mı? Ev ve tavanlar acccaip büyük olmasına rağmen oyun hala ejderha boyutunda bana bakıyordu. İşte, dedim, kâbus diye buna derler! (Bundan önceki beni eve girer girmez şaşırtma operasyonu hiç unutulmazdı: Küs idik ve bana sürpriz doğum günü partisi düzenlemişlerdi. Kapıdan içeri girdiğimde balonlardan ev görünmüyordu.)
        Onlara her gittiğimde ruh delen bir şarkı dinletip salya sümük ağlatıyor beni. Bu sefer de ruhum delindi, ama gülme krizinden çıkamadığım için şarkıyı o ruh haliyle sonradan dinleyebildim. Janet-Jak Esim’den geliyor, “Entre las vuertas paseando”… Offf, anam, ruhum takıldı. Mutlaka dinleyin, mutlaka!
     Geçenlerde akşam tiyatroya gidecektik. Annem oyunu görmüş, bana mesaj atmış. Aynen şöyle: “Özlem, Rosenbergler kim? Annen soruyor”. Mesajı atan annem, attığı zat da ben. Nasıl sms ama? Bu ihtiyarların cep telefonuyla imtihanı beni öldürüyor. Neyse, bilet kalmayınca biz de Harbiye’de babamın TRT zamanlarında sık sık ziyaret ettiği bir meyhaneye gittik ailecek, arkayı dörtledik, aile boyu içtik.
    Öğlen yine yemekhaneyi yıktık. Yakında ya masamıza oturmak için bilet keseceğiz, ya da yemekhane çıkışı muhasebeye uğrayıp tazminatımızı alacağız. (Her iki durumda da zenginiz anlayacağınız). Mr. Mutluluk Hattı eskiden robdöşambrla garsoniyeri karıştırıyormuş. Bendeki vaka daha da feciydi. Çünkü robdöşambrla redingodu karıştırıyordum. Üstelik bu sırılsıklam salak hatayı ilk romanımda yapmıştım. Adam sabah kahvaltı için kalkıyor ve redingodunu giyiyor. Allah’ın bir kulu da fark etmedi. Ama parmak çocuktum ben o romanı yazdığımda, hatta o bölümü 17 yaşında yazmıştım. (Bu beni affettirir mi? Sanırım bu da hayır). Hola’da bir cehennem sahnesinde de kaktüsler, devedikenleri ve katırtırnakları vardı. Kardeşim (daha bacak kadar çocukken) bir gün “abla, sen katırtırnağının sarı ve güzel bir çiçek olduğunu bilmiyorsun di mi?” deyince, bunu okurun da bilmemesi için dua ettim. Henüz bir tekzip gelmedi. Etrafımdaki zeki insanları azaltırsam daha zeki görünürüm kanaatindeyim.
     Emrah’la telefonda bundan sonra vize sorunumuza nasıl bir çözüm getireceğimizi düşünürken aklıma bir ayağı çukurda bir Yunan’la evlenmek (Bu benim Yunanca’da çok sık kullandığım bir tabir: me ena podi ston lako) ve tarihçi dostları nüfusuma almak geldi. Senaryoya göre adam ölmüyor ve ben ihtiyarla şemsiye altında otururken bizim nüfustaki delikanlılar havuzda çığlık çığlığa eğleniyor. Sonra Zanzibar’a kaçma, baharat ormanlarında yaşama planları yaparken kapı açıldı ve içeri pek bir sevdiğim iki delikanlı çatlak dostum girdi içeri. Ve biri (kel olanı) dolabın üzerinde duran peruğu taktı (Peruğu giderken oda arkadaşım Serkan bana çeyiz olarak bırakmıştı), Bengücüğüm de askıdaki kırmızı saten atkıyı dolayarak telefon konuşmamın uzamasını protesto etti. -Bu arada lütfen tikat, bizim ofisler cam!- Ben o esnada yerle yeksan olmuştum. Ama ya tam o anda içeri dekan, rektör ya da mütevelli heyeti girseydi bunu nasıl açıklardık? İkisi doçent olmak üzere üç eşşek kadar hoca olarak belki bir “açıklayabiliriz” diyebilirdik. Onlar da “geçerken muhasabeden…” derlerdi pek tabii. (Serkan evlenenince peruğu da bana kaldı, artık korkumdan hiç takmıyorum, en sağlıklı bünyelerde evlilik hissi yaratan bu peruk bende travma yapıyiii…) Bende ÜAK’tan (Üniversitelerarası kurul) bir ödül hak etmişimdir. TC’nin tek odasında kuaför mankeni ve peruğu olan akademisyeni olarak…
     Yaa, Serkan da evleniyor, şimdi kim nişanlım taklidi yaparak beni istenmeyen delikanlılardan kurtaracak.  Zor zamanlarımda can simidi olmuştur bana. Ex-ofis arkadaşım olan Serkan evleniyor tabii. Sevgili Serkan’a gönderdiğim mesajları az göndermemiştim ona yanlışlıkla başlarda. Bir gece sevgili-Serkan ve Serdar’la Nevizade’de içerken bizim Serkan yoldan geçiyordu ve tanıştıklarında sevgiliye aynen şöyle demişti: “Abi, bana ne mesajlar geliyo bi bilsen!”
     Dün Muhtar Özkaya Kütüphanesi’nde bir konuşma ve imza günüm vardı. Kütüphanenin ve Kadıköy Belediyesi’nin sempatik görevlileri bir sürü afiş ve bez afiş hazırlamış Kadıköy’e asmışlar. Emrah bir sabah sokağa çıkınca afişi görüp, “aaa, bu kız albüm mü yaptı acaba?” demiş. Elçinciğim de otobüste giderken görmüş ve Garfield gibi cama yapışmış. Dün sohbet enfes geçti. Dinleyicilerden biri Bayan Yanı’ndan çıkan TC erkekleri yazımı imzalattı. Koptum.
    Erol (Mütercimler) yarın akşam programına çağırdı beni. Ne zamandır kaç tane programdan kaçmıştım, ama onunla başka olur bence. En son Turgutreis’te sempozyum masasında harikalar yaratmıştık. Bana “alın başımdan bu ceberut kadını” demiş ve ortalığı yıkmıştı. Eğlenmek istiyorsanız, yarın gece Cem TV’deyiz.
    Ben kaldığım yerden işe dönüyorum anacıımmm, haydi selametle…

5 Mart 2012

OPEN ME CAREFULLY

        
   “Beni özenle aç”, diye çevirmiş Mr. Mutluluk Hattı. Emily Dickenson’dan. Ne güzel değil mi? Anacım, zarfı bile haşırt diye ortasından hömbükleyen (Fiil bana aittir. Fiyatta anlaşabilirsek TTK’ya satarım, anlaşamazsak Real Academia’ya kakalarım) bir erkek faunasından siz nasıl bir şey beklemiştiniz canım? Nerde o özen bizdeki iyi ayaklılarda!Son iki günümde insan evladına has öküzlükler üzerine felsefe yapmaktan imanım gevredi. Gevrek imanla dolaşır halimi pek sevdim. Burhansal bir şekilde “ayyy, otomatik neşe geldi bağaaa”. (Otomatik neşe Encarna’nın Napoli’den getirdi tarelli’leri yemekten gelmiş de olabülü) Cumartesi bir kriz geçirdim, ağla ağla. Sonra bir gülme krizi geldi. Üç gündür geçmedi. Sonra bir fark ettim ki, yeryüzünün en komik ve eğlenceli dostları bende.
    Dün akşam Alkisti Protopsalti konserine gittik cümbür cemaat.  37 yıldır böyle bir sahne performansı, böyle bir ses görmedim desem abartmak bir yana yeterince ifade edemem. Tüylerim diken diken oldu. Anam, nasıl bir güçlü ses bu böyle! Kardeşimin ilk Yunanca konseriydi bu. “Hayatımda hiç bu kadar Rum’u bir arada görmedim”, dedi. Hepsi oradaydı zaten. Nüfus maalesef azalıyor. Antoş bir gün elinde gazeteyle giderken bir ölüm haberi görünce “1214  kaldık”, demişti. Nüfus malum, pek yaşlı. Antoş ön sıradaki adamı gösterip kardeşime “Zografyon Lisesi’nin eski müdürü”, deyince kardeşimden (100 yaşından gün almak üzere olan amcaya bakarak) cevap: “Bayağı eskiymiş!”.Konser sonunda Patrik konuşmasını her zamanki gibi “Katharevousa” yapınca Nitsa kulağıma “Rumca konuş vatandaş”, dedi. Ona da 10 puan verdik. Yere düşeyazdım. Onların varlığı bana hayat veriyor.
      Geçen akşam bir arkadaşım “sen bir dil öğrenirken nasıl bir amaç güdüyorsun?”  dedi. Hepsine ayrı bir cevabım var. Ama dün gece konserde şarkı sözleriyle başım dönmüşken iyi ki vakti zamanında bir Yunan’a âşık olmuşum da Yunanca öğrenmişim diye geçirdim içimden. (Kendisi safkan öküz olduğundan bu onun ne demek olduğunu anlayabileceği bir nosyon değildi. Fazla zorlamadım). Aşk için insan Çin’e kadar yürümeli bence. Ben yürürüm mesela. Ama aşk için Yunanca öğrenmek Çin’e kadar en az dört defa yürüyerek gidip gelmeye tekabül eder, o başka.
     Protopsalti’nin aklımızı başımızdan aldığı şarkılardan birindeki bir cümle beynime hava gitmesini sağladı. “Μην mou κλαις” (Min mu kles). Türkçe mealiyle: “Bana ağlama”

“Bana ağlama”, “benim karşımda zırlama” babında bir “bana ağlama” değil bu a dostlar. Türkçe’de olmayan gramatik bir yapıda kuruluyor bu cümle. “Bana ağlama” olarak çevirsek de, anlamı öyle değil. Sen ağlarsan, acısını ben çekerim, beni üzme, sen ağladıkça ben üzülüyorum babında “dativ” bir yapı. “Bana zırlama”, demek değil. Yani: Türkçe’de mevcut değil! Ama garip bir şekilde Almanca’da da var bu duygusal yapı. “Warum studierst du mir nicht?” (Neden “bana” çalışmıyorsun?) dediğimiz zaman, bu “sen çalışmıyorsun, ben üzülüyorum, höööööyt, çalış dedim ben sana beee” babında bir “bana”. Sen çalışmazsan, adam olamazsın, sonra sen üzülürsün, sen üzülünce ben üzülürüm, gibisinden trensel bir yapı. Hödük dediğimiz Almanlarda bile var yani. Ben buna  “ismin duygusal e hali” adını koydum. (Az önce koydum, oldu, pek de yakıştı bence.) Buradan nereye mi geliyoruz? Şuraya geliyoruz. Hiçbir Türk kırkayağı “min mou klais” diyecek ruha sahip değildir, çünkü Türk erkeklerinde böyle bir genetik kalıtım yoktur. (Onlarda olsa olsa duygu yalıtımı olur.)
     Mr. Mutluluk Hattı Van Gogh sergisinden hüsranla dönmüş. Sergiden ve Van Gogh’un babasının ona deli demesinden yola çıkarak bana şöyle dedi. “Bütün insanlar deli doğar. Bazıları böyle kalmakta direnirler. Bazıları da normale dönerler. Biz deli kalmakta direnenlerdeniz.” Sonra direndiğimiz için zaman zaman mutsuz, ama kronik olarak mutlu olduğumuzu fark ettik. Kardeşime göre sadece erkeklerin hayvanlıklarına katlanan kadınlar uzun süre onlara dayanma yetisine sahip oluyor. Biz akıllı ve şerefli kadınlar da buna dayanmıyoruz. Mr. Mutluk Hattı ise şunu hatırlattı. “Mutlu çiftlerin, ailelerin hepsi aynı, demiş Tolstoy. Mutsuzlar ise her biri farklı mutsuz: Every unhappy family is unhappy in its own way”.
      Cumartesi akşamı tarelli’lerimizi alıp Deniz’e gittik. Deniz iş yerinde mobbing’e uğradığı için depresyona girmiş. İçeri girdiğimizde üç boş şarap şişesi, ancak derimi yüzseler bana izletebilecekleri cinsten bir Amerikan filmi, ağır nikotin aromalı bulut ve yerde yer yer çikolata paketleri vardı. Burhan’ın işten kovulup çöp ev haline gelen evinde depresyona girdiği sahnelerin bir kopyası gibiydi. (“Beni işten çıkarabilirsiniz, ama işi benden asla!”, repliğini hatırladım, koptum.) Dişleri bitter çikolata halindeydi (3 paket löpürdetmiş) öyle komik ve eğlenceliydi ki, karşılıklı kahkaha komasına girdik. Kendisine yamuk yapanlara yaptığı kötülüklerin ince bir listesiyle bizi komaya soktu. Ağabeyinin kız arkadaşlarına içirdiği müshil ilaçlarından tutun da, pelt ettiği arabalara kadar neler neler. Dinlerken gözlerim parladı. İçtiğimiz zencefilli ağır alkolün de bunda faydası yok değildi kanımca.
   Antoş bizi dün gece konser öncesinde bol keseden güldürdü yine. Elimizde enfes Yunan şaraplarımızla yeni aldıkları koltuğa gömülmüş, eski sevgilimin Yunan ellerinden getirdiği devasa ekrana bakıyorduk. (Ulan, bu eski sevgililerimden kurtulamama halim nedir benim? Yunanca hocamın evindeki televizyonu neden eski sevgilim getirir, kadere bak ya!)  Kardeşim yere değmeyen ayaklarına bakıp Woody Allen’dan bir alıntı yaptı ve yıktı beni:
“İnsanın bacakları ne kadar uzun olmalı?”
“Yere değecek kadar!”
    İşte tam o esnada bu hafta Taksim’deki “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeniyiz” tadındaki gösteriden kareler geçiyordu. Geçen haftada malum Ermeni karşıtı bir gösteri olmuştu. Sanırım o gösteride Baba ve Piç’e de bir gönderme vardı. Antoş’tan ayın repliği geldi: “Geçen hafta hepimiz piçtik, bu hafta hepimiz Ermeniyiz!” Geçen haftada kahvaltıda ona “Antoş, seni birisiyle tanıştıracağım”, deyince. “Boşver, yakında kitaba düşer, oradan okuruz”, diyerek dağıttı bizi.  Bence hepimiz tinerciyiz, kısa yoldan.
   Sizi geçen gün Bayan Yanı dergisinin 8 Mart sayısı için yazdığım yazıyla baş başa bırakmadan önce Mr. Mutluluk Hattı’nın bana söylediği enfes bir cümleyle bitiriyorum sözlerimi:  “Gerçekten sevmeyi başarabildiğin için aynada kendinden bir yanak al!”
 Şimdi de Hayvan Larousse’un ilk 24 cildi için bir başlangıç geliyor. (Ayrıca 4-5 ek de gerekebilir). Bu arada 70’lerde Larousse’ların Rus işi kitap diye toplatıldığına ne buyurursunuz?

     TC ERKEKLİĞİ İÇİN VİZE KOŞULLARI   

-En az 6 ay geçerli akıl sağlığı raporu.
-Objektife olabildiğince uzak verilmiş bir poz, kulaklar görünmeyecek, -zaten gülme ve güldürme ilminde bir ilerleme olmadığı için- mümkünse ciddi. (Parola:Tebessüm bile etme!)
-Kanser, malarya, vebaya sebebiyet vermediğine dair tam teşekküllü hastaneden sağlık raporu.
-Ayakta, yatarak, her türlü tedavi edilmelerinin mümkün olmadığına dair sağlık sigortası. (Tedavi edilebilenler başka menşeden olduklarına delalet).
-Hayvanat bahçesinden imza sirküleri.
-Daha önceki hatunlardan naaş bordrosu.
-4 ayda sigortaları attırdığına dair rapor.
-Tüm aşılarının yapıldığına dair tam teşekkürlü hastaneden rapor.
-Vize başvurusu dolduracak kadar Türkçe, ilkokuldan terk el yazısı, imza yerine basacak sağlam bir başparmak.
-Bulunduğu ayının faaliyet belgesi fotokopisi.
-Allah vergisi levha (Rakım: 0 km)
-18 yaşını geçmemişse, mümkünse bundan sonra da geçmeyeceği, kımıl zararlısı gibi çoğalıp yayılmayacağına dair veli onayı.
-Daha önce cimrilik edip ödemediği hesapların cüzdanı, büsbütün gayrı makulden ibaret olduğuna dair belge ve kendisine son etapta gösterilen kapının fotokopisi.
-En yakın mezarlıkta kabir rezervasyonu.
-En uzak ülkeye deporte edileceği uçak rezervasyonu.
-Hesap ödeme konusunda bir gelişme kaydedemedikleri için vize ücretlerinin elden ödenmesi, sonradan hesaba yazılıp kaçılmaması.

HOŞÇAKALIN ANACIIIMMM.. ŞEYTANINIZ BOL OLSUN!