13 Eylül 2015

MAKARI NA MAKARONIA, BENEDICT, ÇEKİL HATTAN!


 
       Ne gezdin be Özlem Kumrular!  Yalnız iyi gezdin. İtiraf edelim, fena gezmedin. Eve bir döndüm ki ne göreyim! Komşu evin duvarını delmiş! Kafes sisteminde padişahları kapattıkları odanın, sadece sahan girecek kadar bir deliği olur ya, sanırım bu aralar komşu Kösem kitabıma daha iyi havaya gireyim diye bana kıyak geçmiş. Duvara öyle bir girişmişler ki buldozerle, o sarsıntıyla dünyanın dört bir yanından getirdiğim kumları koyduğum kum şişeleri devrilmiş, cam tabaklar kırılmış. En kibar haliyle söylersem evimin ağzına sıçmışlar.  Usta gelmiş diyor ki, “olur böyle şeyler”. Öküz, zaten tek işin var, bari onu doğru yap. Doktorun gelip “kusura bakma abi, böbreğe dalmışız. Sıvarız. Olur böyle şeyler” demesi gibi bişi.  Neyse, vakitlice geldiğim iyi olmuş. Birkaç gün daha gecikseydim evden raylı sistem geçireceklermiş. Düşünsenize ne tatlı, sabah kalkıp duvardan binip Kazlıçeşme’de iniyorum.  Hatta biraz daha zorlasam belki Euro Star filan gelirmiş eve. Hızlı trende bir Avrupa markası olacakmışım az kalsın. Komşunun ustaları azimli ne de olsa. Evi tepeme yıkmaya and içmişler. Ben de karşı dairede oturan, mağaradan doğrudan apartmana yerleşen Iraklı aile gitti diye seviniyordum. Kapıya çöp, ayakkabı filan koyuyorlardı en fazla (çöpü kapıya asıp ayakkabının içine yumurta kırıyordum, savaş şartlarımız eşitti). Yeni komşular silahla geldi anacıım…

      Anlatmışımdır size, Napoli’de ilk metro çalışması başladığında Napoli’ye pek yakışacak bir şey olmuş. Adamlar aylardır kazıp yerin altını üstünü getirmişler. Sonra para bitince bütün çıkardıkları toprağı geri doldurmuşlar. Oh, tam Napoli işi. Hastasıyım bu şehrin.

      Teknolojiyle aram hiç iyi olamadan öleceğim. En baba şeyleri alıp kullanamıyorum. Sonra aletler bağımsızlıklarını ilan edip kendi modlarını kendileri uygulamaya başlıyorlar. Hem de korkarım ,ben elimi bile değdirmeden. Telefon otomatik düzeltmeye almış kendisini. Türkçe düzeltiyor aklı sıra. “Bebek” yazdım, hooop otomatikman “Benedict” yaptı yollarken. Benim mesaj şöyle gitti: “Benedict, mesaj atmışsın görmemişim”.  Benedict ne la? Havan kime güzelim? Cem Yılmaz’ın gece yanlış yere uçan sms misali.  Neyse ki son 20 yıldır tüm rezilliklerimin şeceresini çıkaran Hande’ye gitti de fazla bir açıklama gerekmedi. "Sen Türkçe bi programsın  bebek, neyin kafasıyla Benedict yazıyorsun”, diyemedim. Sanırım program kendisini bana uydurmaya çalışmış.

      Rejime başladım yine. Antonis’e yazıyorum. “Keşke”li bir cümle kurdum. (Makari na), hoop, benim program otomatikman makaronia (makarna) yaptı, yolladı. Tam durumu anlatacaktım bu sefer öyle bi hale geldi ki cümle keşke’li, makarna’lı gitti. Açım ya, sanırım yukardan dalağa geçiyorlar şu an. Allahım sen beni sınıyor musun bebeğim yaw?

       Kardeşim mutfağı topladı. Elinde 4 tane ceviz kıracağı ile gelmiş. Evde zaten toplam dört kişiyiz. “Abla, biz ne cevizler kırıyoruz Allah aşkına?” dedi. Baktım, hepimize bir tane düşüyor. Sonra iki de kestane çizme aleti çıkardı. (İşte bu konuda yorum yapmayacağım).  Senin değilse, benim değilse, kimin bunlar. AKP’ye ben oy vermediysem, sen de vermediysen kim verdi la, tadında. Onu bunu bırak da, biz ne cevizler kırıyoruz Allasen?

        Son 30 günde 16.000 km yol yapmışım. Anlatırım bir boş vaktimde. En son hafta sonu Atina’ya gittim. Biraz kafamızı dinleyelim dedik, deniz kenarında şöyle her şeyden kaçmalı, balıklı, karidesli, kalamarlı, reçinalı… Otelin adından şüpheleneydik iyiydi: Prive. Ne bileyim anacım, Yunan’da prive denince barlar kapanınca bar sahiplerinin yakın arkadaşlarına yaptıkları özel eğlence geliyor akla. Rodos’da yıllar önce bir priveye katılmıştım. Kapılar kapandı, müzisyenler çıktı, masalarda göbek attık cümleten. Yok böyle leziz bir şey. Neyse, velhasıl prive deyince kötü bişi gelmedi aklıma. Anacım, bir girdik odaya, tavanlar ful ayna. Aynanın kenarları rengârenk ışıklandırılmış: mavi, sarı, yeşil, kırmızı.  Kenarları bir kat kristal saçaklı. Neyse ki sıra sıra yanan renkli ışıkların nereden kapandığını keşfettik. Olm, gülmekten uyuyamadık. Harika bir otel kılığında, ama bildiğin puticlub tadında. Banyoya girince kahkaha zirve yaptı çaresiz. Küvetin arkası boydan boya Botticelli’nin “Venüs’ün Doğuşu”. Gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Gülmeyi seçtim. Uyandıkça gülme krizi. Ama daa komik olan ertesi gün odaya alışmış olmamızdı. İnsan nelere alışıyor. Ferhan Şensoy’un Oteller Kitabı vardır, ne tatlı şeydir o. Sanırım benim de ondan yazma yaşım geldi de geçiyor bile.

      70 yaşındaki annemle babam 15 km’lik raftinge gitmişler. Gece gündüz Halk/Ulusal izlemekten asfalyalar atınca doğal sonuç bu. Onu bunu bırak, babamda deniz korkusu var. Deniz üzerinde gittiği en uzun mesafe Üsküdar-Beşiktaş.  Onu da geçerken 1 yaş yaşlanıyor adamcağız korkudan. “Özlem, biz raftinge gittik. Seneye beraber gidelim. Pek güzelmiş”, deyince hükümet hatta araya girip kafa kola alıyor sandım. Annem bir deniz kızı, babam da deniz kıyısında kocasını bekleyen Portekizli balıkçı karısı tadında geçirirler yazı. Annem ufukta görünmeyen bir nokta olana kadar ilerleyip saatlerce gelmez. Babam da bir sağa bir sola koşturup sahil boyunca telaşla“Özlem, anneni gördün mü” diyerek gün geçirir. Bunun üzerine rafting diyorum. Cümleten delirdik bence.

    Ankara’daydık. Halil İnalcık Hoca’nın 100. yaş günü yemeğine katıldık. Bir gün öncesinde de sevgili Emine’yle (Çaykara)  hocayı evinde ziyaret ettik yedik, içtik güldük. Onunla balkonda geçirdiğimiz saatlerin ruhumda bambaşka bir tadı oluyor. Hoca bize en güzel yolculuk anılarını anlattı. Rüya gibiydi. Hoca verdiği röportajda uzun yaşamının sırrının aşk olduğunu söyledi. İşte bilgelik budur. Yüzlerce makale, yüzlerce sempozyum, onlarca kitap… Hayatın en güzel özeti: Aşk. Uzun zamandır daha güzel bir şey duymamıştım. Bir koşu âşık olup geliyorum J

      Bayandan temiz, kelepir kardeş var. Az kullanılmış. Bir isteyen bulursam üzerini ben tamamlamaya razıyım. Alın şu manyağı başımdan. Tatlı tatlı Pazar kahvaltısı yapıyoruz. “Abla, sen gittikçe Mickey Mouse’a benziyorsun ya? Hani böyle yanaklar, kulaklar falan”, demez mi? Üç vakte kadar katil olacağım galiba. Alın şu çocuğu elimden. Geçen günde evdeki varlığıma şöyle bir respons verdi: “Abla, senin gibi bir şeyi evde beslediğimize inanamıyorum. Ruhsatımız yok diye kesin içeri alacaklar bizi.”  Hande de en az onun kadar sevecen: “Annen senden kurtulmak için sana Beylerbeyi’nde ev verdi”. Evet, eve uğramıyorum, çünkü evden şu an Napoli-Salerno hattı geçiyiiii … Komşular metro hattımı da yıkmadılarsa tabi!

      Kaç yıl oldu? Serdar Ortaç “kalbim zavallı bir kar tanesi, diyeli 13 yıl olmuş ya! Zaman nasıl geçiyor…