8 Ağustos 2011

YOĞUN YAZ BLOGLARI İÇİN KAYITLARIMIZ BAŞLAMIŞTIR

Anacım kaç Fahrenheit bu sıcaklar? (Fahrenheit diye iğrenç bir salatalık parfümü vardı değil mi? Geçen yüzyılda tüm erkek nüfusu ona bulanırdı. Ay, zaten sıcak, iyice midem bulandı. Allah beterinden saklasın mümkünse). Güneş altında uyumuş kalmışım, kötü günler için dişimden tırnağımdan artırıp sakladığım beyin hücrelerim erimiş gitmiş. Sonra bir uyandım dilimde bir şarkı, hem de Özcan Deniz’den… “Derin duygular besliyorum sana karşı”. Bu yeni halimden hiç hoşlanmadım, baktım zaten kimse de görmemiş, duymamış… Kafamı sakladım havlunun içine gerisin geriye. Uykudayken adama şarkı dinleten sahil kafeye buradan teessüflerim gönderiyorum. Sonra soruyorlar, nereden biliyorsun bütün bu şarkıları? Takıyorum peruğumu (Ofiste var bir tane, Serkan giderken varlığı ofiste kalsın diye bırakmıştı) gidip Özcan Deniz’in tüm albümlerini alıyor, usulca eve gelip ev sakinlerinden uzak bir yerde dinliyor, ezberliyorum. Manyak mıyım kardeşim ben? Nereden bileceğim, beyin az çalışmakla birlikte sünger vazifesini başarıyla yerine getiriyor. Böyle bana haince kurulan pusular sayesinde cümle gereksiz şarkıyı ezberliyorum. Ercüment Hoca da soruyor? Nereden öğrendin kızım bu kadar küfürü? Minibüste,  dolmuşta filan, hocam… Olmaz kızım, öğrenilmez orada onlar… (Akşamları romantizm kursundan çıkınca gizli gizli özel küfür dersi alıyorum). Maurizio’nun geceleri laptopla yatıp, müzik bitince uykusunda haberleri dinleyip ertesi gün bir şey duyunca “ulan ben bunu bir yerden biliyorum, ama nereden?” demesi gibi.
     Olay aslında şiyle olmuşşş… Burhan’ın sabah yüzünde morluklarla kalktığı bölümü hatırlasın hafızamız bir zahmet.  Tanverdi’nin eviden kaldığı için onu kendisini dövdüğünden şüphelenir. Wa-lakin sonradan ortaya çıktığına göre Burhan uyurgezer olmuş, gece sokakta milletin sevgilisine laf atıp bir temiz dayak yiyip eve öyle geliyor. Sonra sabah uyanınca başlasın gizem dolu dakikalar… Ben de öyle olsam, başıma neler gelirdi acaba? Dayak kısmı hariç hayli zevkli olurdu bence. Ayık halimle yapamadığım ne varsa yapardım. Serdar Ortaç konserine gider bir güzel deşarj olur göbek atardım, çocukken gittiğim Moda’daki karate salonunda ortalığı dağıtırdım, bir koşu Mısır’a gider Amr Diab’ı bulurdum, bir gece Hakan’ın (Gencol) çaldığı Irish Bar’a gidip aylar önce planladığımız gibi Mr. Mutluluk Hattı ile onu bir kıç darbesiyle sahneden indirip sahnesini çalardım, sonra da oracıkta cebindeki bütün Mabel sakızlarını çiğner çiğner, şekerleri bittikçe yere atıp yenisini açar –sakızları masanın altına yapıştırır- alkışlar içinde mekândan ayrılırdım, kalabalık bir yerde Yıldız Tilbe (bir yanında aşk, bir yanında meşk) misal içime şeytan girmiş gibi şuursuzca bayılana dek dans ederdim, ilk bulduğum tekneyle Sakız’a gider şişe şişe sakızlı şarapla sahilde sızar, bir daha da dönmezdim… Vay anam, bilinçaltım ne kirli bir çıkıymış. Kapatın, çabuk kapatın… (Oh be, iyi ki uyurgezer değil mişim!)
     Bugün klasik bir haftasonu formatı uygulayıp Cafer’le adaya gittik. (Sonunda ada sıkılıp bize gelmeye başlayacak, o derece yani…) Sakin adalar tercihimiz. (Biz yeterince gürültü yaptığımız için). Burgaz’daydık. İner inmez sahilde Stavro’nun babası Yorgo’yu gördük. Stavro da buradaymış. Onu görmeye gittik. Stavro “Aşkın Beş Hali” romanımın kapağında sirtaki yaptığım arkadaş. Yıllardır görmüyordum. Onu görünce aklıma altı yıl önce Kalpazankaya’da bir kış günü bol tüllü bir elbiseyle yaptığımız çekim geldi. Kalpazankaya’da bir sandalye, Yorgo buziki çalıyor, ben (senaryoya göre uçuşması gereken) tülden bir elbiseyle Stavro’yla sirtaki yapıyorum. Hava buzzzzz gibi. Üçüncü dakikada deli bir yağmur başlıyor. Tarifsiz bir gülme krizine giriyoruz. Stavro’nun kimseciklerin olmadığı kayalara bakıp “bir gören olsa bunları deli ……der”, demesiyle son kalan sinirler boşalıyor. Biz istifimizi bozmadan Yorgo ıslanan buzukisini alıp kaçana dek dans ediyoruz. Edebiyat dünyasının büyük kapak tasarımcısı rahmetli Mithat Çınar (ruhu şad olsun) o fotoğrafların ardına günbatımı koyuyor ve sonuç malum. Sonra resimleri çeken arkadaşım Özlem ve Ferhat’ı da alıp çıtır çıtır yanan bir sobanın yanında hırkaların içine girip, der top oluyor sokulup oturuyoruz saatlerce kahve eşliğinde beş ıslak fare. Şimdi kitap kapağı ve arka planına bakalım:
       İşte bugün de altı yıl sonra o tepeye çıktık. Özcan Deniz faciasından sonra yan masada da Çelik’i görünce bunun kötü bir kader olduğunu anladım. (Herif hâlâ çok yakışıklı wallahi, onun tatlı Kemalist halini pek seviyorum). İnsan evriliyor. Evrilmese ne olurdu? Çelik şu anda annesinin renkli motiflerden ördüğü kazakla yan masada oturuyor olurdu, ben de oracıkta altıma ederdim. O evrilmese, ben devrilirdim…
       Adada çocukken geçtiğim yolları hatırladım. Çocukluk hafızası çok ürkütücü bir şey. Çok üstüme düşerler, pamuklarda saklarlardı beni küçükken. (Büyüyünce sonucun aynı olacağını bilseler hiç beyhude uğraşmazlardı). Annem, teyzem cümle kuzenle denize girerdi. Bana soğuk su dokunmasın diye beni karada bırakırlardı babamla. Zavallı babam beni oyalamak için akla karayı seçerdi. Tepsiyle acıbadem kurabiyesi satan bir amcadan aldığımız kurabiyeyi ağacın tepesinde çıkıp yediğimizi hâlâ dün gibi hatırlıyorum. Çocukluğuma dair net olarak hatırladığım tatlı manzalaradan biridir. Bugün o ağaçları görür gibi oldum onca ağaç arasından.
        Çocukluk aşkım o gün bizi eve bırakır bırakmaz mesaj göndermiş fasıla gidelim diye. Ertesi gün de ilk saat arayıp “bugün ne yapıyorsunuz?” dedi. Böyle işte. Biz insanda alışkanlık yaparız, güzelim. (Bknz. Çocukluk aşkıyla kanki olma sendromu) Ben onu ellerimle evlendireceğim. Neden mi? Bunun cevabını geçen akşam Osmanlıca hocamızın anlattığı bir hikâyede buldum. Hocamızın yakın bir ağabeyini (bizim de pek sevdiğimiz bir büyüğümüzü) çalışma ortamında deli eden bir arkadaşı vefat eder. Rahmetlinin kendisini o denli delirtmesine rağmen cenazesine gider. Hocamız dayanamaz, sorar. “Abi, bu adamın aylardır sana yapmadığı kalmadı, neden gittin cenazesine?” El-cevap: “Öldüğünden emin olmak istedim!” İşte ben de Cenk’in evlendiğinden emin olmak istediğim için onun nikâh şahidi olacağım.
      Söz Hakan’dan açılmışken, kendisini buradan takdis edeyim, kutsayayım. Hakan galakside iletişim bilimini tüm hak ve meritleriyle icra eden insanların başında gelir. Sms’lere saniyeler sonra, maillere dakikalar içinde cevap verir. Üşenmez, uzun uzuuuunnnn, komik komik yazar. Her mail’i bir makale, her sözü bir kopma noktasıdır. Kendisinin yaptığı istatistikler sonucu bir dönem günde 13’er maille haberleştiğimiz anlaşılmıştır. Sms’ler ise sayma sayılarıyla sayılamaz. Başına gelen her kayda değer şeyi anında arkadaşlarıyla ve dünyasıyla paylaşır. Şu üç günlük dünyada hayatın tüm tatlarını anında dağıtır, pay eder. Kendisi TC’nin insan evlatlarına (özellikle erkeklere) iletişme biliminde acil ve yoğun kurslar açmalı bence.
     Nedir bu iletişme kabızlığı anacıımm? Kardeşim başta olmak üzere yakın çevremde bir iletişim kabızlığı var. Mesajlara saatler sonra cevap vermeler, ertesi güne kalmalar, paylaşmayı becerememeler, ifade edememeler... Hayatı “şimdi” içinde paylaşamazsak, ne zamana saklarız acaba? Yarın bir önemi kalır mı? Bugün yaşamazsak, kelime paylaşmazsak, ses duymazsak, konuşamazsak hayatın tadı kalır mı? Hakannnn yeavrooom, hemen bir kurs açıyorsun cümle Türk erkeklerine...
     Bir ara mesajlarımızla öyle bir eğlenir hale gelmiştik ki, bunların aslında halka açılıp kitap formatına girmesi gerektiğine karar vermiştik. İlk mesajlardan bir kaç bölüm gireyim nostalji babında:

ÖK-Sebasssttiannnn.... Çabuk bir blue curaçao-tonik yap yeni bardaklarda. Resimlere bakarken eşlikçi babınnndaaaa... :)
HG-... Sebastian, saygıyla eğildikten sonra, geri geri yürüyerek dışarı çıkar, kapıyı da sessizce kapatır. Yeni boyadığı rugan ayakkabılarının gıcırtısı: fade out....
ÖK-Sebastiannn oolum, çabuk gel, bırak curaçaooo'yu, çok eğlenceli resimler varmışşşş, üstüne içeriz...
...
ÖK-Sebastiaaan, ooolum ne koydun lan bu çuraçao'nun içine?!
HG-...gıcır, gıcır, gıcır... [laminat parke koridorda, hızlı ve gıcırtılı ayak sesleri]
--- kapı açılır ---
- buyrun efendim, seslendiğinizi duydum, hemen geldim!
+ diyorum ki, ooolum ne koydun lan bu çuraçao'nun içine?!!
- sadece... ehmm... yani, her zamankinden efendim...
+ ???

ÖK-Sebastian beni yıkamış, temizlemiş, uyutmuş, üstümü örtmüş... Ben 101.02'ye intro yapamadan klavye-üstü Nosta olmuşum dün gece... Mabel kızını da kaçırmışım. Lakin sabah kahvaltıda kardeşimden Mabel kızının koordinatlarını aldım. (bknz. Kurukahveci M.E. sokağı) Bana sakız konusunda şu yorumu yaptı? "Abla, yaşlandığını hatırlamak için o sakızın peşindeysen zahmet etme ben sana her sabah söylerim" (Alın mu manyağı başımdan)... Sayfanda dönen müzayedeye el atacağım :)))

HG-üstünü örten, seni temizleyen, uyutan, yıkayan, Sebastıyan; hep aynı adam. :-)
Kardeşinin, senin aleyhine, seni gıcık etmek üzere programlanmış bir robot olmadığından emin misin? Yavuklular günü'yle ilgili olarak da buna benzer bir şey söylememiş miydi? Hani "siz derken? yalnızlığın ve sen mi?" şeklinde... espriler çok benzer, ben onun üstünde bir gücün programlamasından şüphe etmekteyim. :-) Müzayede sonuçlanmadan (ve ben çook ucuza gitmeden anacım) lütfen el atınız ki, hayat normale dönsün. Zaten "rayici TL değil de oldu olacak Pezos üzerinden belirleyin," dedim bizim hatunlara!.. :-p

     Övgücüğüm döndü İngiltere’den. Yeni kitabı üzerine çalışmış: Joseph Conrad’da aşk algısı. Son bir yıldır aşk üzerine yaptığımız bütün sorgulamaları bilimsel bir tabana oturtacak, bugünkü teras sohbetinden o çıktı ortaya. Aşkı üç temele oturtan o psikoloğa kurban olayım ben: Intimacy, commitment, passion. Övgü bu sene bizi teorik olarak eğiteceğe benzer, ne güzel. Öyle güzel bir cümle kurdu ki, aşktan anladığını sanan biri olarak ben bile saygı duydum: Evreni yerinden kımıldatmaya kadir tek güç! Son bir yılımızı aşka son durağa gelme isteğimizi irdelemekle geçirmiştik. Sağlam bir liman artık. Noel Baba’dan onu diliyoruz bu Noel mümkünse. O güç beni de yerimden oynatsın evrenle birlikte gari... Yoksa aşk bir Belinda Carlisle şarkısı mı? Love is a big scary animal... (Love is a big hairy animal, bence ama haydi neyse...)

Bu haftanın in’leri…
-Nazan Öncel’den “Dillere düşeceğiz seninle”.
-İnsanları anlamaya çalışmamak.
-Cafer’in “Aaa, bak bir çekirdek aile geliyor” repliği.
-Çantamda heryere taşıdığım kitaplardan tek satır okumamak.
-Yıllardır giymediğim elbiseleri giymek.
-Küstüğüm ama çok özlediğim insanlarla barışmak.
-Cafer’le geliştirdiğimiz bir taktikle yanımızda olmasını istediğimiz diğer iki kişiyle oradalarmış gibi konuşmak. (Bunu özellikle restoranlarda yapıp, garsonları ürkütmek).

     Derin duygular besliyorum sana karşı, sevgi değil içimde aşkın alası, konuşarak anlatamam sana aşkı…. İmdat, kurtarın beniii… İçime Özcan Deniz kaçtı… Ne kadar acı çeksek boş, ne kadar tövbe etsek boş, imdattttt… Jung Abim uyku halinde ezberlenen şarkılar konusunda ne diyor, bir bak bakayım!

6 Ağustos 2011

AŞK, MEŞK VE DİĞER UFAK TEFEK FELÂKETLER ÜZERİNE

Burhansal bir replikle başlayarak “olay aslında şiyle olduğ” demek istiyorum. Annemin evinden arabanın terkisine atttığım bavulumu (ben 3+1 bir bavul alsam, apronda yaşasam, cümlemiz kurtulsak) rezil şarkılar eşliğinde eve götürürken şeytan beni dürttü ve kendimi yıllar önce bana unutulmaz bir fal bakan zatın mekanında buldum. Yüzüğün geleceği tarihi bile söylemişti. (Evet, ben o yüzüğü alıp kaçmıştım, bu devirde kötü olacaksın anacımmm. Ama akılsız hak etmişti.) Kız ayrılmış. Başka bir delikanlı tarot kartlarını çıkardı. (Bu aralar nedir benim bu astromanyak halim? Tedavi olacağım). “Ben tarota inanmam” , dedim. (Sen cümle olmayacak şeye inan, tarota inanma). Delikanlı hiç oralı olmadı ve kartları açmaya başladı. Daha ilk kartla dumur-u kebire uğrattı beni. Hikâyenin tarot ötesi bir şey olduğunu hemen anladım. İsim isim, tarih tarih anlattı her şeyi. (En çok isim söylemesinden etkileniyorum). Bu durum bana uzun zamandır doğal geliyor, wa-lakin bu sefer daha bir şaşkındım... Karakter analizlerinden göz rengine, insanların bana dair planlarına, dosta düşmana, yapılan hareketlerin arka planlarına dair öyle bir harita çıkardı ki, bir an orada düşmek istedim.
     Hal böyle olunca ortaokul arkadaşım Tuğba da şaşırsın istedim. Onu kolundan tutup mekâna götürdüm. Delikanlı hiç tutturamamış. Tuğba da benim falın tutmasını hayli bilimsel bir şekilde açıkladı: “baktı kızıl saçlı bir buram buram, alev alev aşk kadını, attı bol keseden, tuttu tabii”. (Olay aslında iyle olmadığğ). Tuğba’yı ikna edemedim. Tırım tırım eve gittik, kendimizi devasa bir levreğe verdik.
       Hikâye tam bu esnada başladı. Tuğba’nın çiçek deryası balkonunda aşktan, meşkten ve diğer bünyeye zarar hissiyattan bahsederken bana bir “bana da beş kuruş ver konuştur, on kuruşa susturamazsın anacıımmm” durumu hasıl oldu. (Patenti Mr. Mutluluk Hattı’na aittir. Açıkça ve korkusuzca çalınmış, telif hakkı da verilmemiştir) Tuğba bütün suçun masallarda olduğunu iddia etti. Çocukken dinlediğimiz masallara kanıp ömür boyu bekliyoruz. O, kızı Amber’e beyaz atlı prensi masalını anlatmamış, ama çevre kötü bir kere... (Çocuğun kulağına fısıldayıvermişler... ) Kurbağa prens ve türevleri.. Kaldırın ulan bu masalları çocukluk müfredatımızdan!
      Ana dün gönderdiği mail’inde aşk için “enfermedad transitoria” (geçici hastalık) tabirini kullanmış. Halil İnalcık hocam geçen hafta Tagor’a göre aşkın bir “kaçma ve kovalama oyunu” olduğunu söyledi. Bu aralar olaya tepeden bakıyor, anlamaya çalışıyoruz (Bu aralar derken, son 37 yıldır demek istedim). Tuğba  “could have been”lerden bahsetti. Varılan sonuç: aşk hayatımızın ana arteri ve ana arteri aşk olmayan erkeklere asla yüz vermeyeceğiz ve roller karışmayacak. Gece boyunca dinlediğimiz 80’lerin nefasetlerinden sonra (başta Cyndy Lauper) Bora Duran nam duygulu bir kardeşimizin şarkı sözlerine şaşakaldık ve “işte ben de bundan istiyorum” dedik. Şarkıyı Mahzun’dan biliyorduk –hatalı işlem- ama orijinali hakikatliymiş. “Vatanım senin yanın, ben de senin kölenim.” Sen, ayrıl bakiiim kenara. (Ayrılmam).
      Hikâyemiz -arkeolojik kazılar sonrasında- çocukluk aşklarımıza dek inince (mağmaya yani)  Tuğba’nın sıra arkadaşı, benim de çocukluk aşkım, dünyanın en komik ve zeki insanı sıralamasında galakside rekorlar kıran Cenk’i hatırlamadan edemedik. Hatırlamakla kalmadık face’den yakaladığımız aşk hayatını da kötüye kullanıp “Yasemin’i de alıp geliyoruz” dedik. Ama gelen Cenk oldu.  Yarım saat sonra bizi kapıdan aldı. Dışarıdan bakılınca her hali değişen Cenk’in, arabaya bindiğimizde bizim saatler önce başlayan neşe enflasyonu halimizi görünce kurduğu ilk cümle onun hiç değişmediğini gösterdi, ‘merhaba’dan önce ne dese beğenirsiniz?  “Neşeli ol ki genç kalasın”. İkinci cümlesi ise onu 6 yıl boyunca o çocuk aklımla kimseciklere söylemeden neden sevdiğimi hatırlattı bana:  Sesinin çok değiştiğini iddia ettiği Tuğba’ya dönüp “Seni kim seslendiriyor?” !!!  
     Cenk bizi Tuğba’nın tabiriyle “evi sandığı” Ataköy sahilindeki Sheraton’a götürdü. Devasa koltuklara gömülüp arkeolojik hatıra kazısı yapmaya başladık. Ama ortamda ben, Tuğba ve Cenk olunca kahkaha hiç bitmedi. Cenk için “aynı ses, aynı tat diyen” Tuğba’nın gözlerinden yaş geldi, benim başıma geleni de alıştıra alıştıra anlatayım da rezalet ibresini aşağı çekeyim bari. Nasıl bir gürültü yaptıysak artık Cenk bile “teker teker gelseydiniz baş ederdim, ama aynı anda ikinizle birden savaşamıyorum” demek zorunda kaldı. Bloğumu okuyormuş. Bana da dönüp “o kadar lafı nereden buluyorsun kız?” diye sordu. (Bu arada eski İspanyol sevgilim bile çeviri yoluyla bloğumu okuyormuş. Şaşkınlık hali! Benden selam söyleyeyim tüm eski aşklarıma bari. ) “Ben hoca sınıftayken perde arkasında sigara içmiş insan evladıyım” diyerek bir de sigara yaktı korkusuzca. (Evde ya nasılsa, garsonu da kafalamış.)
    Ona sportmen spor salonu kızları olarak pazularımızı gösterdik. “Nasılız?” deyince aldık cevabı: “Arkadan liselik, önden müzelik!” Gecemizin düğüm noktası eski şarkılar kısmına gelince başladı. Cenk artık “sizi bilmem, ama ben artık Dede Efendi dinliyorum. O derece yani?” dedi. Ben de bu arada ona küçük bir geçmiş testi yapıp ilk (ve son) olarak dans ettiğimiz şarkıyı sordum. Hayli terledi zavallı. Sonra da “smooth criminal” sandı. Kırmızı ışıklar yandı. Dıtt dııttt... Öyle bir şarkıda romantizma yapmış olamayacağımızı idrak edemeden biz cevabı verdik. “Eternal flame”. Olay  -aslında- şöyle gelişti: (İbret-i âlem olsun diye anlatıyorum, bir TC erkeğine aşık olma arifesindeyseniz sekiz kere daha düşünün derim.)
     Cenk telefondan hemen “Eternal flame”i /(Bangles) bulur. Biz Tuğba’yla (hâlâ bünyede romantizma kırıntısı kaldığından mütevellit) koltuğa gömülüp ezbere bildiğimiz için şarkıya eşlik ederiz. Loş ortam, 22 yıl öncesine dönmüşüz, iki kız romantik olmuşuz gereksiz yere. Şarkının ikinci mısraında Cenk’ten bir ses (o esnada cepten şarkının klibini izlemektedir) : “Bu kızlar üç tane miydi? (Bangles’tan bahsediyor. -Hayır anacım, dört adet onlar.) İstifimizi bozmadan şarkıya kapılmış gidiyoruz... “..or am I dreaming? Is this burning an eternal flame?” tra-la-la... Ve işte tam o anda: “Ya Özlem, bana okuldan bir diploma ayarlasana!” (Amerika’daki üniversiteden “ben muhasebi olmıyyycam” diyerek kaçıp sonra da pişman olduğu ön bilgisini verelim). Hah, aldınız siz cevabı. Bir TC erkeğinin  geçmişte de kalsa romantizmadan anladığı budur kızlar! Ben şarkının en romantik yerinde bunu duyunca “tam anlamıyla” altıma ettim. Uzun süredir süren kahkaha komasının böyle sonuçlanacağından şüphelenmemiş değildim. Öyle olsun da istemezdim. Ama çok çaresizdim.  Korkarım Cenk’i de almayacaklar artık oraya.
    İşte Türk erkeğinin trajik durumunu anlatan bir diyalog daha.
(Bendeniz) : Cenk ya, sizin eskiden Silivri’de mi nerede bir yerde yazlığınız vardı. Giderdiniz yazın.
(Tuğba): Ah, canım... Kızım, bak neler neler hatırlıyor, canım ya....
(Cenk): Ha, biraz masrafı var, restore edip kiraya vericezzz biz orayııı...
YORUM: BUDUR!

    Konu “eternal flame”den açılınca Cenk bir bomba daha patlatmadan duramadı. Bu şarkıyı çok seven bir arkadaşı kaza geçirip bitkisel hayata girmiş. Hal böyle olunca hesap da şarkıya kesildi tabii. Şunu duymalısınız: “Arkadaş bitkisel hayata girdi, ben de evde kaldım”. (Benim onca zaman ettiğim bedduadan evde kaldığından haberi dün oldu zavallının. Hemen bedduayı kaldırıp etkisiz hale getirdim. Kısmeti açılsın artık. Çilesini doldurdu. Ben de nikah şahidi olacağım.) Bizim çılgın gençler G-Max’e binince o eğlenceli hallerini bir CD şeklinde vermişler çıkarken. Biz de dün gece birisinin bizi kaydedip bunu bize çıkarken CD halinde vermiş olmasını çokkk ama çokk isterdik. Yüzyılın sit-down show’u olurdu. ( Ya bir dakika ya, ben de severdim o şarkıyı, şimdi anladım durumu galiba.....)
       Sene 1989. Geçen yüzyıl. Moda Koleji’nden, Kültür Koleji’ne transfer olmuşum. Sınıfa yeni gelmişim. “Çıkma teklifi” tabir edilen, yüzyılın faciası sayılacak utanç kaynağı bir ilişkiye başlama şekli mevcut memlekette (Bizim nesil bilir). Cenk bana çıkma teklif etmiş. Ben de gülüp geçmişim. Aradan iki hafta geçmiş, ben kıpır kıpır... Durduk yere aşık oluvermişim.  Halimi görenler gidip ona “Bir daha teklif et, kabul edecek” diyorlar. Cenk karakter bir abimiz. İnat ve racon yerinde. Ölür ama geri dönmez. Cenk’in bu inadı yüzünden hiç kavuşamadık. Uzaktan baktık. Tek kelime konuşmadık. Ben onun saniye başında yaptığı, sınıfı darma duman eden esprilere gülmemek için aylarca, yıllarca kendimi kastım. (Onları gizli gizli not deflerinde topladım, sıranın altında gizlice gülme teknikleri geliştirdim).  Onu bütün çocukluğum boyunca bir gün bile sevmekten vazgeçmedim. (O zamanlar salak bir yapım varmış, sonradan akıllandım tabii.) Yıllar sonra görüştük, o günleri andık Cenk’le. 80’lerin müziklerini çalan Cool’da dans ettik, eğlendik. Ona kahve bile yapmışım 95’te balkonda, unutamadığı bir anmış (Ben de onu hatırlamayarak “eternal flame”in intikamını almış oldum. Hatırla oni, hatırla oni). Hayatımın en büyük dersidir Cenk. Hayattan istemsizce aldığım boktan seçmeli derslerin en sağlamıdır: “Herşeyin vakti şimdidir”. (Yarın değil). Bugün istediğin şeyi yarına bırakma, yarın çok geç olabilir. (İş konusunda hâlâ o en sevdiğim Hint atasözüne kulak veriyorum, o başka: “Bugünün işini yarına bırak, yarın yapman gerekmeyebilir”.) Ama aşk beklemezmiş.

    Bu haftanın diğer takdire şayan diyalogları:

    Yunanca-Portekizce-Arapça yoldaşım, canparem Eyüpçüğüme halet-i ruhiyemi anlatan bir cümle kurduğumda aldığım cevap:
-Bu bir İbrahim Tatlıses şarkısı be! (Tuğba boşuna demiyor son zamanlarda “Arabesk Kraliçesi olacakmışsın sen” diye..)

  Eyüp’e açıldığım başka bir duygusal durum karşısında:

“Hemen spor salonuna git. Bel, bacak, kalça çalış. Beslenmene de dikkat et” . !?

       Harika birkaç gün geçirdik geçen hafta. Turgutreis’te adı üzerinde bir kütüphane kurmak için Burak ve Batuhan’la Bodrum yollarını tuttuk. Çok iyi iş çıkardık, yıllar sonra “bir kopyası da Turgutreis’te var” denecek kitaplar bulduk. Sonra da çocukluğumuzu bedelli yapmış gibi güldük. Gün batımında denize girdik, yaş ortalaması 280 olan Polski ve Kazakların şaşkın bakışları önünde çocuk kaydıraklarında kaydık, gece sahilde Patxaran’ımızı içtik, çatlayana kadar sohbet ettik (7 saatlik rekorumuzu henüz kıramadık), kayalara çıkıp Yiğit Özgür’ü andık bol bol (bir tek kardeşimle oluyor sanıyordum, tek kelime söyleyip hikâyeyi hatırlayarak fazla kelime ziyan etmeden kahkaha komasına girme hali), nezaketi ve tatlılığıyla yılın erkeği seçtiğimiz Tarık Bey’in tekne sürprizinin tadını çıkardık. (Onu rol modeli seçtik). Tarık Bey’in sürprizleri bitmedi. Mandalina bahçesinde enfes bir akşam geçirdik. Ramazan arifesinde şenlendik, rakılandık, biralandık... Gecenin sürprizi kemancıdan en sevdiğim şarkının gelmesi oldu: “Gülü susuz seni aşksız bırakmam”. 30 Temmuz’da Koç burcuna çarpması beklenen Venüs ve yeniayı bekledik. Şişko bir Polski çarpmadığı için dua ettik. (Yeniayı görmedik, ama az kalsın göbekli ayı görüyorduk, ucuz atlattık.) Buruşana dek yüzdük, gölde ayrı, güneşte ayrı -tembel tembel- yattık, uğur taşları topladık.  Enfesti.

Haftanın monoloğu:

  Yan koltukta giden annem (ben onu direksiyonda tercih ediyorum, diğer bahtsız taşıtlarla kavga ederken sıra bana gelmiyor) radyoda çalan Serdar Ortaç şarkısı üzerine (“Görsem de sevemiyorum, artık anla, ben aşık olamıyorum”) annemin Serdar’la monoloğu:
-Gelmişsin kırk yaşına, evladım. Ne aşkı? Bundan sonra bulacaksın birini, yaşayacaksın, hayat kuracaksın, aşkı unut.

     Yüzyılın monoloğu değil mi? Biz diyoruz Ortadoğu ve Balkanların en büyük aşkı, valide su koyuyor... Anne, duyamıyorum, tünele girdim ben şu an, efendiiiim?? Çekmiyor...