13 Aralık 2015

BAYANDAN KELEPİR ANNE ya da BORN TO BE HIGH



      Önce bilim-kurgu zannettim, sonra bi baktım gerçekmiş. Annem kendi kendine bağırıyor yine. “Ayyyy,Moskova’da mı giycek bunu bu, niye almış?!!” Sonra ne göreyim. Kardeşimin dolabındaki kalın pijamalara savaş açmış. Elinden gelse bağırsağını çıkaracak. Bildiğim en iyi savunma yöntemini uygulayıp hemen olay mahallinden sıvıştım tabii. 41 yıldır böyle. Korkarım toplam 69 yıldır da hep böyleydi. Neyse, İtalyanların deyimiyle biz ev ahalisi “Santo subito” (hızlı aziz) olarak öleceğiz, hızla cennete geçeceğiz. Sonra bu yazdıklarımı okuyunca küsüyor, “yok ben böyle miyim?” diye. Yoo, daha da betersin anne de, hafifletici sepetlerle bu kadarını yazıyoruz. Kelepir anne var, bayandan temiz, isteyen şu an koşarak gelsin. Çabuk olsun ama!
     Kardeşim de az beter değil malum. Tweet’e bak: “Ablamın yanındaki yazar SEVGILERLE diye imzalıyo, noktaları bile koymuyor kuyruk uzun diye, bizimkisi çiçek çiziyor lan kitaba J”.  Trakya All Stars ahalisi her fuarda olduğu gibi beni yalnız bırakmadı. İmza kuyruğunun yarısı baba tarafından kuzenler. Mevcut dünyanın en tatlı şeyleri. “Haydi, imzalatan çekilsin, arkada bekleyen kuzenler var”, demez mi Esra! Koptum doğal olarak. N’abalım be ya. Bizde böyle. Ozan’ın galalarında da biz Trakya All Stars’ı çıkarırsan geriye fraktal art’tan anlayan 3 kişi kalıyor. Bu tabii ki bizim fraktal art’tan anladığımızı göstermiyor. Hele ben kendi adıma, big fat zero’yum o konuda.
     Siz Erdil Yaşaroğlu’nun yanında kitap imzalamak ne demek bilir misiniz? Adamın imza kuyruğu fuarı üç kat dolanıyor çepeçevre, sen öyle bakadur. Geçen sefer tam travma (Word kişisi! Çekil aradan. Travma yerine “vuruk” diyebilirmişim. Sen de çok meraklıysan.) geçiriyordum. Hatta bir ara “Erdil Abi, imzayı öğretirsen ben de yardımcı olabilirim, benim çok işim yok da” diyesim geldi.
      Bu hafta duyduğumuz en komik, ama en doğru şey: “Allah Ortadoğu’yu yaratıp sonra da düzelteceğim diye 100 tane peygamber gönderdi”. Allah Ortadoğu’nun haline bakıp “tüh ya, keşke son peygamberi gönderiyoruz” demeseydik diye pişman oluyor mudur ki? Kesin oluyordur bence.
       Fuar korkunçtu. Alacak kitap bulmakta zorlandım. Kitapların geneli hakkındaki fikrim: “Ağaçları kesmeyelim lütfen” oldu. Moğol dönemi İran’ında kadını anlatan nefis bir kitap bulup bana evlenme baskısı yapan herkesin Moğol kökenli olduğuna kanaat getirdim. Adamlarda evlilik o kadar önemli ki, ölüleri bile birbiriyle evlendiriyorlar. Neyse, madem öyle bir opsiyon var, beni de ölünce bir zahmet Stefano Accorsi ya da Gabino Diego’yla evlendirsinler.  Hiç acelem yo zaten beklerim.
      Beginner level fotoroman okuru olmam için enfes bir kitap almış Şuleciğim: Gabo. Márquez’in hayatı. Ne zamandır okuduğum en güzel şey, tek kelimeyle enfes! Mutlaka okuyun derim. Şule harika bir kız. Üstelik beni çok güldürüyor. Enine boyuna büyük bir sevgili için daha önce daha komiğini duymamıştım. “Büyüyünce de seversiniz”. Davutoğlu’nun 2 metrelik kravatı geldi aklıma. Kim caps yaptıysa eline sağlık, pek güldürmüştü beni: “Cumhurbaşkanı olunca da giyerim.”
      Tuna’nın ne kadar eğlenceli olduğunu unutmuşum. Benim koka kazanında doğduğum iddiası gündeme gelince, beni anlatan bir şarkı buldu: “Born to be high”. Sürekli gereksiz bir enerji halinde olma halim yani. Bu sigara bile içmeyen halim, düşünün.
     Yine Trakya All Stars kadrosu olarak tüm sülale toplandık. Bizim sülalede eğlenceli olmayan bir tek fert bulamazsınız. Eee, Trakyalı olma halinin gereği olarak karbonhidrata da dayanınca keyfimiz daha bir artıyor. Ekroş toplantıyı karbonhidrat öncesi/karbonhidrat sonrası olarak iki fotoğrafla özetlemiş.
      Ev hallerinden diyaloglar:
-Merve, Sultan’ın Mutfağı Bulgarcaya çevrilecek.
-Keşke önce Türkçeye çevrilseydi.
     Daha önce İspanyolcaya çevrilecek bir kitabım için de “Aaa, 3 tane Türkçe kelime var zaten, onu da çeviriverirler” demişti. Anladınız değil mi? Kelepir kardeş de var isterseniz. İkisini birden alana o biçim indirim yaparım.
     Alperaki gelmiş Atina’dan, bizde bir bayram havası. Seray kuşumu da alıp kahkaha jeneratörlüğüne soyunduk. Yan yana gelince etimoloji sapıklığına bağlıyoruz doğal olarak, üçümüzün de hayatının yarısı Yunanca’yla geçti. “Platonik”in Platon’dan geldiğini biliyordum da nedenini Seray söyledi. Platon da yakışıklı bir genci pek bir uzaktan seviyormuş. “Disaster”ın Yunanca’dan geldiğini ise asla hayal bile edemezdim. İçinde “asteri”(yıldız) saklı olduğunu görememişim. Alperaki sağ olsun. Yıldızlardan kaynaklanan kötülük, ya da yıldızların çarpışmasından doğan kötülükten türemiş kelime.
         Klasik bir Sardinya Cagliari Üniversitesi ziyareti yaptım. Masmavi sular, kehribar rengi taş binalar, palmiyeler, pırıl pırıl bir gökyüzü, sıcak bir hava! Bizimkisinin hayat olmadığını ispatlamak için ne gerekiyorsa var adada. Noel’in yaklaşmasıyla pondoro ve panettone’ler de çıkmış piyasaya. Bir İtalyan Noel geleneği olarak prosecco’lar da içildi tabii. Gianni Hoca Eva’la beni akşam adanın en güzel restoranına götürüp Sardinya usulü semirmemizi sağladı. Üzerine bal dökülerek yenen sıcak kızarmış peynirli sabada’lar, adanın olmazsa olması culurgionis’ler ve kapanış olarak da yabanmersininden yapılan adanın geleneksel likörü mirto. Biraz sarhoş olunca ona eşlik edelim dedik. Arabasının olduğu yere gittik. “Arabayı bir ‘ponto di riferimento’(referans noktası) olarak bir ağaç altına bırakmıştım” demez mi! Ortaköy-Beşiktaş arası bir yol hayal edin. Sadece ağaçlar ve altlarında da arabalar var! Takdir edersiniz ki çok heyecanlı bir gece geçirdik.
      Eva sanırım yeryüzünde gördüğüm en eğlenceli kız.  Daha zekisini ve şenliklisini hiç görmedim. Ayrıca çok da güzel ve akademik olarak da on numara. Sabahın köründe bile insanın karnını ağrıtacak kadar güldürebilen insanlara: respect! Adada yaşayan insanlar böyle delice mutlu oluyorlar işte, bu kadar net.
      Yine de Gürbüz Bey’in kaz sofrasını geçemez Sardinya. Kendisini yazmaya davet ediyoruz. Türkiye’nin en çok okuyan bir iki insanından, ama her şeyden önce anılarını yazmasını bekliyoruz.
      Ben siz yokken Lizbon’a da gittim. Ama onu da sonra anlatırım…

      Bu ülkeye nasıl katlandığımı sanıyorsunuz? 

25 Ekim 2015

ROMEN KOKUSU


       Romen kokusu nedir bilir misiniz? Öyle pek tavsiye edilesi bir şey değildir. Açıkla desen tarifi yok. Ama ince burunlar iyi bilir o kokuyu. Hande, Maurizio ve ben Bükreş’e indik, kiraladığımız arabaya bindik ve Hande’ye birbirimize bakıp aynı anda aynı şeyi söyledik: “Romen kokusu!” Maurizio anlamadı, kokuyu da almadı. “Sanrılar delirmiş olmalı” demekle yetinmiştir içinden. (Hey gidi Hakan Gencol). Neyse, o koku her arabaya binişimizde burnumuzun derinlerine işledi. Ben kokuyu 1990’dan biliyorum. (Tarih kitaplarına geçme yaşım gelmiş de geçiyor bile.) Teeee o zaman Bükreş’te geçirdiğim koskoca on gün yer gök böyle kokuyordu. O hiçbir şeyle ayırt edilemez Romen kokusu. Ama Hande nereden biliyordu? Olay yine tam kitaplık bir manzaraydı. Mete Amca bir gün eve Romenlerden aldığı enfes bir yün battaniyeyle gelmiş. Yepyeni, sıfır bir battaniye olmasına rağmen Necla Teyze “Romen kokuyor bu!” diye almamış eve. Sonunda yapılan uzun soluklu dezenfekte operasyonu ile koku çıkmış. Vedat Ozan’ın Koku Kitabı’nı okuyorum, acımasızca sürüklüyor kitap. Mutlaka okuyun.
    Dedim ya, en son 25 yıl önce gelmiştim Romanya’ya. Çavuşesku’nun hakkın rahmetine gönderildiği bir Romanya’nın göbeğine düşmüştüm. (Bütün diktatörler için aynı güzel sonu diliyorum). Şehir tam grinin 50 tonuydu. Kurşun delikleri, karanlık bir gökyüzü, minik pencereli çirkin Doğu Bloku toplu konutları, içinde sadece 2 (yazı ile iki) çeşit yiyecek bulunan pastanemsileri, mutsuz yüzleri, merdivenlerle inilen yeraltındaki ruhlu restoranları, şehrin dört bir yanındaki çigan müzisyenler… Yerin göğün kaz olduğu bir ülke! 10 gün boyunca sadece leş gibi kokan kaz eti ve içine arılar düştükten sonra şişelenmiş sarı gazozla beslenmiştik. Dağlara çıkıp ahşap restoranlarda etler yemiştik. Ormanlarda dolaşmıştık. Ağaçların arasında saklı şapellerde enfes ikonalar ve freskler seyretmiştik. Artık ülkede ne kaz kalmış, ne ruh. O grinin bile tatlı bir tadı varmış meğer. Hey gidi Romanya hey! Leş gibi kapitalizmin göbeği olmuş. Fahiş fiyatlar, iğrenç mağaza zincirleri, pis reklamlar… Bize ayrılan bir Romanya’nın da burada sonuna gelivermişiz apansızın. “Romanya’da çingene kalmamış, Maurizio” deyince. “Tabii”,  dedi, “hepsi İtalya’da o yüzden”. Net bir şekilde haklı.
      Bükreş’te tüm panolar boya reklamlarıyla dolu ama duvarlar bu reklamların pek bir işe yaramadığına delalet ediyor. Onyıllardır boyanmamış Doğu Bloku evleri. Depresyon jeneratörü. Adamlar mini cam sendromundan kurtulamamışlar. İspanya’nın Franco dönemi toplu konutları, Yugoslavya ve Dolu Bloku evleri gibi çabuk ısınsın diye yapılan bit kadar pencereli karanlık evleri gibi Romanya’da bu sendrom devam ediyor. Beyaz, Antik sütunlarla süslü saray gibi bir ev gördük, camlarını görmekte zorlandık. Blok yıkıldı, ama mentalite yerinde duruyor.  Ayrıca yer gök çiçekçi dolu. Her köşe başında bir çiçek kulübesi. Sanırım bu soğuk insanların derinde bir yerde saklı bir kalbi var. Nitekim günlerce dolaşmamıza rağmen topu topu 1 (yazı ile bir) delikanlının sevgilisine bir tek gül aldığına şahit olduk.
     Transilvanya’yı adım adım gezdik. Hayallerimin kenti Braşov’a da gittik. Bir şehir bu kadar güzel olmamalı bence. Sonra da şatolar turu!  Ruhumu teslim edesim geldi. Ülkede ne güzel yenip içiliyor anacımmm… Hele hele içmelere doyamadık.  Kitaplar ise ateş pahası idi. Ayıp la, siz eski Doğu Bloku ülkesisiniz, silkinin kendinize gelin. Dünya çapında gördüğüm en pahalı kitaplar Romanya’daydı. Kapitalizme çok hızlı geçmişler Çekler gibi bunlar da.       Turist akını olan tek yer Vlad Tepeş’in (Drakula) şatosuydu. Sanırım Romanya’da gördüğüm en ruhsuz yerdi. Vığıl vığıl turistin içinde kımıldayacak yer yoktu.
      Derin Transilvanya’da uçarak giderken yolda bir panayır görüp daldık içeri. Tam bir Tony Gatlif filmi karesinin içine düştük. Uçsuz bucaksız sapsarı otlar, korku filmi karesi gibi bir gökyüzü, ortada devasa bir sahne, üzerinde Çigan müzisyenler…  Izgarada pişen sayısız çeşit et, sosis, domuzun bildiğimiz ve bilmediğimiz yerleri, koca plastik bardaklarla bira, tahta masalar, renk renk tezgâhlar. Bir köşede mămăligă yapan amcalar (mısır lapası içinde teleme peyniri, sonra da hooopp ızgara) … Maurizio et kokularıyla sarhoş olup sosislere daldı, biz de biraya yumulduk… Film tadında bir neşe. Derken şapka satan, üzerine posttan çoban abası giymiş yeşil gözlü bir yakışıklımsı gelip fotoğraf karemize girdi. Sonra da elimden çekiştirdi. İşte o anda Hande ona -zavallının Türkçe anlamamasından faydalanarak- : “Al götür, ama uyarmadı deme. Bira içer, çişi gelir, yaptırırsın. Bu aralar biraz aksi, ilk iki gün idare edersen alışırsın. Bak biz 20 yılda ancak alıştık,” dedi. (En son arkadaşı Giovanni’yle çıkarken “Uyarıyorum seni Giovanni, bu kız seni alır, karanlıklara iter. Sonra kurtarmam”, demişti. İşin acı tarafı her seferinde onun haklı çıkması.)
     Velhasıl manastırlar, kiliseler, şatolar, ahşap konaklar, yemyeşil ormanlar, nehirler, hala kıpkırmızı çatıları olan rengârenk köy evleri ile Transilvanya tam da tahmin ettiğim gibi aklımı başımdan aldı. Transilvanya… Trans-silva.. “ormanın ötesi”…   İzlerken karnımıza ağrılar giren, bazı sahneleri durdurup defalarca izleyerek kahkaha komasına girdiğimiz East of Bucarest’i hatırladım. Demirhan sağ olsun. Haaa, Transilvanya filmini de izlemeden ölmeyin. Birol Ünelseverler için bir cennet.
      Dönüşte havaalanında Hande “Polis kendini Kahramanmaraş dondurmacısı sanıyor galiba” deyince ben de bir baktım ki, oooo yanmış poliste devreler. Beyaz eldivenleri geçirmiş eline, pasaportu her seferinde kulübenin farklı bir tarafından –ama hiçbir zaman vermesi gerektiği ön taraftan değil- veriyor.  Neyle besliyorsunuz arkadaşlar bu polisleri? Polis olmak için ne gerektiğini her geçen gün daha çok anlıyorum bu ülkede. Bize de yazık, di mi canım?!
        Vağarşak Hazretleri ile nargileciye gittik. Pek özlemişiz. Oturduğumuz yerde bilgilendik yine. Kutsal Perşembe günü mercimekten yapılan yemeğin adına bayıldık: Meryem’in Gözyaşları. Mercimek mercimek olalı bu kadar romantik ve uhrevi bir isim görmemiştir.  (Düşünsene, mercimek köftesi olma ihtimalin daha yüksek hayatta. )Vağarşak Hazretleri tam bir roman kahramanı olmak için yaratılmış. Tek kişilik terapi merkezi. Tek seansta eskisinden iyi oluyorsun. Biraz küçük olsam “beni evlat edinin” diyeceğim. (Ama düşünün ki 25 yıl önce Romanya’ya gitmişim. Bildiğin Neolitik’im) Neyse, Hazret Marmaris’te bir mavi yolculuk bürosuna girmiş. Adı: Jesus Office. “Hayrola, nedir bu isim?” deyince çocuğun verdiği cevap “İsa aramızda” olmuş. Onu bilmem, ama Vağarşak Hazretleri’nin cevabı tarihe geçmiş: “Biz 2000 yıldır bekliyoruz, göremedik de!”.
     Tahammülsüzlükte bir dünya markasıyım. Üniversitenin sokağında ofisimin penceresinden içeri 24 saat soğan kokusu gönderen kafeyi dağıtmanın arifesindeyim. Protesto edip ofise gitmiyorum. Arabesk, leş gibi kokular, küfürler... Genel sekreterimiz durumu bildiği için dün telefonda “gözlemeci üst kattaki deli hocanın gitmesi için imza toplamaya başlamış” deyip kahkahayı basınca anladım ki tatlı tatlı yaşlanıyorum. Yakında Kifidis’ten ayakkabı bile alır, o ayakkabılarla sıkıcı ihtiyarların katıldığı Avrupa turlarına katılırım.
       Hande Romanya’ya dergi kolisi getirmiş. Sabahları balkonumuzda Transilvanya’nın dağlarına karşı okuyarak bol bol güldük. Erkeklerin dayak yeme fobisi üzerine yazan Barış Uygur’a koptuk. Her erkeğin en büyük fobisinin kısa saçlı parlak eşofmanlı bir Sırp delikanlısından dayak yemek olduğunu okuduğumuzda kahvemizi püskürttük resmen.  Sizin fobiniz olabilir gençler, ama bizim de olsa hobimiz olur o yakışıklılar. Yugoslavya’nın efsanevi basketbol oyuncusu Simonović Belgrad’da buluştuğumuzda beni çok sevmiş ve film yapımcısı oğluyla evlendirmeye kalkmıştı. (Benim evlilik baskısı da 25 yaşımda evde başlayıp 40’ım da Avrupa’nın bilumum şehirlerine şiddetle yayıldı). Mehmet çocuğun baterist olduğunu da söyleyince benim “state”: “Vur o kafayı taşlara”. Aloo, Simonović mi? Kabul ediyorum, yoksa zaten burada kafama lahmacun küreğiyle vurup saçma biriyle evlendirecekler. Bari kısa saçlı, parlak eşofmanlı, atletik, yakışıklı bir Sırba varayım da gözlemeciler beni dövmeden önce birkaç kere düşünsünler. Başar öğle yemeğinde her durumda sadece üç saniye tereddüt edip süper hızlı kararlar verdiğimi ahaliye anlatırken de konuyu buna bağladı. “Evlilik teklif edip sen tereddüt ederken kafana duvak geçirmedikleri sürece evlenmeyeceksin. Yanında duvak taşımayan biri için zor zanaat”. En büyük korkum son 15 yıldır her yerde, yer zaman çektiğim bu baskı bile evlilikten beter bence.  #DirenÖzgürlük (Muhalefete sesleniyorum. AKP gibi eş vaadinde bulunacaksanız, banalliği aşıp genç kızlarımızı parlak eşofmanlı Sırp gençleriyle evlendirme vaadinde bulunun, bu Pazar sandıklar dolar taşar. Söylemedi demeyin.)

       Kadıköy kendini aşmaya devam ediyor. Beatles nam yeni bir mekânın açılışında Atlas çalınca kaçırmadık tabii. Böylece ilk tanıtım konserlerinden itibaren tam tamına 7 Atlas konserinde en önde zıplamışlığım oldu. Konser öncesi biralama seansında konu yine bizim ihtiyarlık hallerine geldi. Cem Yılmaz’ın “teyze bilir” tadındaydık hepimiz. (Geçen yıl Kesmeşeker konserinde Cenk’in 1992 çıkışlı albümlerinden parça çalarken ve önde veletler dans ederken parçayı tanıtırken “Özlem bilir” demesi gibi. Unutmadım Cenk, yazdım kenara.) Tuna’nın “Enver Paşa’dan hatırlarsınız” olarak özetlediği ahvalimiz bu olmuş meğer. Bu hafta bir takipçim “teyzem ya da halam olsaydınız keşke” dedi. (Islak havlu aradım). Biri “Özlem Kumrular istese hemen basarım nikâhı geyiği yapıyoruz da, annemden 4 yaş küçük sadece” demiş, başmış gözyaşı ikonunu. Hah, yetişti ıslak havlu. Gökhan’a dert yanıyordum, o da hallice değilmiş. Gruptan arkadaşı “Gökhan Amca’lara gidip kedi sevelim” demiş. En acı darbe de konser çıkışı toplandığımı Dorock XL’da tanımadığım bir tipin gelip dövmemi göstererek “Sene olmuş 2015, sen hala tribal dövme!” demez mi! (Islak halı ne? Overlokçu!) Sene olmuş 2015, hâlâ ben varım, ona şaşmıyor da! Düşünsene 25 yıl önce de varmışım, Romanya’ya gitmişim. ( Noooluyor? Kim yaşlanıyor? Daha Rock konserlerinde tepineceğim ben.)  Haydi, yazarken yaşlandım. Dağılın! Şov bitti! 

13 Eylül 2015

MAKARI NA MAKARONIA, BENEDICT, ÇEKİL HATTAN!


 
       Ne gezdin be Özlem Kumrular!  Yalnız iyi gezdin. İtiraf edelim, fena gezmedin. Eve bir döndüm ki ne göreyim! Komşu evin duvarını delmiş! Kafes sisteminde padişahları kapattıkları odanın, sadece sahan girecek kadar bir deliği olur ya, sanırım bu aralar komşu Kösem kitabıma daha iyi havaya gireyim diye bana kıyak geçmiş. Duvara öyle bir girişmişler ki buldozerle, o sarsıntıyla dünyanın dört bir yanından getirdiğim kumları koyduğum kum şişeleri devrilmiş, cam tabaklar kırılmış. En kibar haliyle söylersem evimin ağzına sıçmışlar.  Usta gelmiş diyor ki, “olur böyle şeyler”. Öküz, zaten tek işin var, bari onu doğru yap. Doktorun gelip “kusura bakma abi, böbreğe dalmışız. Sıvarız. Olur böyle şeyler” demesi gibi bişi.  Neyse, vakitlice geldiğim iyi olmuş. Birkaç gün daha gecikseydim evden raylı sistem geçireceklermiş. Düşünsenize ne tatlı, sabah kalkıp duvardan binip Kazlıçeşme’de iniyorum.  Hatta biraz daha zorlasam belki Euro Star filan gelirmiş eve. Hızlı trende bir Avrupa markası olacakmışım az kalsın. Komşunun ustaları azimli ne de olsa. Evi tepeme yıkmaya and içmişler. Ben de karşı dairede oturan, mağaradan doğrudan apartmana yerleşen Iraklı aile gitti diye seviniyordum. Kapıya çöp, ayakkabı filan koyuyorlardı en fazla (çöpü kapıya asıp ayakkabının içine yumurta kırıyordum, savaş şartlarımız eşitti). Yeni komşular silahla geldi anacıım…

      Anlatmışımdır size, Napoli’de ilk metro çalışması başladığında Napoli’ye pek yakışacak bir şey olmuş. Adamlar aylardır kazıp yerin altını üstünü getirmişler. Sonra para bitince bütün çıkardıkları toprağı geri doldurmuşlar. Oh, tam Napoli işi. Hastasıyım bu şehrin.

      Teknolojiyle aram hiç iyi olamadan öleceğim. En baba şeyleri alıp kullanamıyorum. Sonra aletler bağımsızlıklarını ilan edip kendi modlarını kendileri uygulamaya başlıyorlar. Hem de korkarım ,ben elimi bile değdirmeden. Telefon otomatik düzeltmeye almış kendisini. Türkçe düzeltiyor aklı sıra. “Bebek” yazdım, hooop otomatikman “Benedict” yaptı yollarken. Benim mesaj şöyle gitti: “Benedict, mesaj atmışsın görmemişim”.  Benedict ne la? Havan kime güzelim? Cem Yılmaz’ın gece yanlış yere uçan sms misali.  Neyse ki son 20 yıldır tüm rezilliklerimin şeceresini çıkaran Hande’ye gitti de fazla bir açıklama gerekmedi. "Sen Türkçe bi programsın  bebek, neyin kafasıyla Benedict yazıyorsun”, diyemedim. Sanırım program kendisini bana uydurmaya çalışmış.

      Rejime başladım yine. Antonis’e yazıyorum. “Keşke”li bir cümle kurdum. (Makari na), hoop, benim program otomatikman makaronia (makarna) yaptı, yolladı. Tam durumu anlatacaktım bu sefer öyle bi hale geldi ki cümle keşke’li, makarna’lı gitti. Açım ya, sanırım yukardan dalağa geçiyorlar şu an. Allahım sen beni sınıyor musun bebeğim yaw?

       Kardeşim mutfağı topladı. Elinde 4 tane ceviz kıracağı ile gelmiş. Evde zaten toplam dört kişiyiz. “Abla, biz ne cevizler kırıyoruz Allah aşkına?” dedi. Baktım, hepimize bir tane düşüyor. Sonra iki de kestane çizme aleti çıkardı. (İşte bu konuda yorum yapmayacağım).  Senin değilse, benim değilse, kimin bunlar. AKP’ye ben oy vermediysem, sen de vermediysen kim verdi la, tadında. Onu bunu bırak da, biz ne cevizler kırıyoruz Allasen?

        Son 30 günde 16.000 km yol yapmışım. Anlatırım bir boş vaktimde. En son hafta sonu Atina’ya gittim. Biraz kafamızı dinleyelim dedik, deniz kenarında şöyle her şeyden kaçmalı, balıklı, karidesli, kalamarlı, reçinalı… Otelin adından şüpheleneydik iyiydi: Prive. Ne bileyim anacım, Yunan’da prive denince barlar kapanınca bar sahiplerinin yakın arkadaşlarına yaptıkları özel eğlence geliyor akla. Rodos’da yıllar önce bir priveye katılmıştım. Kapılar kapandı, müzisyenler çıktı, masalarda göbek attık cümleten. Yok böyle leziz bir şey. Neyse, velhasıl prive deyince kötü bişi gelmedi aklıma. Anacım, bir girdik odaya, tavanlar ful ayna. Aynanın kenarları rengârenk ışıklandırılmış: mavi, sarı, yeşil, kırmızı.  Kenarları bir kat kristal saçaklı. Neyse ki sıra sıra yanan renkli ışıkların nereden kapandığını keşfettik. Olm, gülmekten uyuyamadık. Harika bir otel kılığında, ama bildiğin puticlub tadında. Banyoya girince kahkaha zirve yaptı çaresiz. Küvetin arkası boydan boya Botticelli’nin “Venüs’ün Doğuşu”. Gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Gülmeyi seçtim. Uyandıkça gülme krizi. Ama daa komik olan ertesi gün odaya alışmış olmamızdı. İnsan nelere alışıyor. Ferhan Şensoy’un Oteller Kitabı vardır, ne tatlı şeydir o. Sanırım benim de ondan yazma yaşım geldi de geçiyor bile.

      70 yaşındaki annemle babam 15 km’lik raftinge gitmişler. Gece gündüz Halk/Ulusal izlemekten asfalyalar atınca doğal sonuç bu. Onu bunu bırak, babamda deniz korkusu var. Deniz üzerinde gittiği en uzun mesafe Üsküdar-Beşiktaş.  Onu da geçerken 1 yaş yaşlanıyor adamcağız korkudan. “Özlem, biz raftinge gittik. Seneye beraber gidelim. Pek güzelmiş”, deyince hükümet hatta araya girip kafa kola alıyor sandım. Annem bir deniz kızı, babam da deniz kıyısında kocasını bekleyen Portekizli balıkçı karısı tadında geçirirler yazı. Annem ufukta görünmeyen bir nokta olana kadar ilerleyip saatlerce gelmez. Babam da bir sağa bir sola koşturup sahil boyunca telaşla“Özlem, anneni gördün mü” diyerek gün geçirir. Bunun üzerine rafting diyorum. Cümleten delirdik bence.

    Ankara’daydık. Halil İnalcık Hoca’nın 100. yaş günü yemeğine katıldık. Bir gün öncesinde de sevgili Emine’yle (Çaykara)  hocayı evinde ziyaret ettik yedik, içtik güldük. Onunla balkonda geçirdiğimiz saatlerin ruhumda bambaşka bir tadı oluyor. Hoca bize en güzel yolculuk anılarını anlattı. Rüya gibiydi. Hoca verdiği röportajda uzun yaşamının sırrının aşk olduğunu söyledi. İşte bilgelik budur. Yüzlerce makale, yüzlerce sempozyum, onlarca kitap… Hayatın en güzel özeti: Aşk. Uzun zamandır daha güzel bir şey duymamıştım. Bir koşu âşık olup geliyorum J

      Bayandan temiz, kelepir kardeş var. Az kullanılmış. Bir isteyen bulursam üzerini ben tamamlamaya razıyım. Alın şu manyağı başımdan. Tatlı tatlı Pazar kahvaltısı yapıyoruz. “Abla, sen gittikçe Mickey Mouse’a benziyorsun ya? Hani böyle yanaklar, kulaklar falan”, demez mi? Üç vakte kadar katil olacağım galiba. Alın şu çocuğu elimden. Geçen günde evdeki varlığıma şöyle bir respons verdi: “Abla, senin gibi bir şeyi evde beslediğimize inanamıyorum. Ruhsatımız yok diye kesin içeri alacaklar bizi.”  Hande de en az onun kadar sevecen: “Annen senden kurtulmak için sana Beylerbeyi’nde ev verdi”. Evet, eve uğramıyorum, çünkü evden şu an Napoli-Salerno hattı geçiyiiii … Komşular metro hattımı da yıkmadılarsa tabi!

      Kaç yıl oldu? Serdar Ortaç “kalbim zavallı bir kar tanesi, diyeli 13 yıl olmuş ya! Zaman nasıl geçiyor…
     

5 Ağustos 2015

SEN İSTİYOR LAVAJ, VERECEK 100 LEK


 

         Arnavutluk? Ne biçim memleket adı la bu, dutluk gibi. Allah hiçbir ülkeyi dilimize düşürmesin. Neyse, Ohri’den basıp Arnavutluk’a daldık. Ayağımızın tozuyla bir bira istedik. “Tirana” nam bir marka getirdiler. Baktık üzerinde cami resmi var, şaşayazdık. Anladık ki camiyle biraya girmişler. Ayağımızın tozuyla diyorum, mecaz değil. Çünkü ülke toz içinde. Al eline bir toz bezi, dört bir yanı sil hissi veriyor. Özlem’in dediği gibi gaz ve toz bulutunda kalmış. Yaradılıştan beri öyle duruyor, anacım. Elini süren olmamış.  Özlem ülkeye “Our country is currently under construction” tabelasını uygun gördü. Ben de biraz bakınıp “Bir gün erken mi geldik acaba?” diye düşündüm. Her yer toz, evler yarım yamalak bırakılmış, plajda yerden inşaat demiri çıkıyor, o derece! Anladık ki Arnavutluk’u daha yapıyorlar. Çaresiz aklıma bir Yiğit Özgür karikatürü geldi: “Yanlış bir zamanda mı geldim Hüseyin Abi? Hüseyin Abi?”

 
       Arnavutça dünyada hiçbir dil ailesine ait olmayan nadir dillerden biri. Neyse ki İtalyanca konuşunca herkes anlıyor. Ülke artık nasıl pisse ve ortalık nasıl toz halinde kalmışsa ilk öğrendiğimiz kelime “lavazh” oldu. İtalyanca “lavare”den geldiği belli. “Yıkama” demek. Yer gök “lavazh” tabelası. Okuya oku delirdik tabii, birkaç saat içinde içmeden geldiğimiz nokta şuydu: “Sen istiyor lavaj, verecek 100 Lek”. Biraz içince: “Sen istiyor benle lavaj, verecek 1000 Lek” oldu. Lek, malum Arnavutluk’un para birimi.

      Herkesin altında yeni, eski bir Mercedes. Zaten ülkede şöyle soruyorlarmış: “Araban mı var, Mercedes’in mi var?” Ülkede yarış artık cep telefonu sayısı ve araba ile yapılıyormuş. Bir yerden tanıdık geldi mi? Bak İtalya’ya, herkesin altında kıçı sokacak kadar araba vardır. medeniyet arabanın büyüklüğü değil küçüklüğü ile ölçülür.

        Vlore’de yayıldık, uzandık şemsiyenin altına. Bir çocuğumuz yok diye şükrettik. Zaten benim çocuğum olsa kısa zamanda onlarla vedalaşır, “Kusura bakmayın çocuklar, ilişkimiz rutine bindi” derdim. Özlem daha iyisini buldu: “Siz daha iyilerine layıksınız” ya da “Şu anda ciddi bir annelik düşünmüyorum.” İşte, biz Türkiye’de yaşayan kadınlar bu jargonu hep ayılardan öğreniyoruz.

      Arnavutluk’ta da eskiden trafik ışıklarında durmak çok tehlikeliymiş. Koşup arabayı söküyor, ihtiyaçlarını alıyorlarmış! Bir keresinde öndeki dört fardan birini sökerken yakalanınca “Sen de dört tane var, bizim evde ampul yok” demiş adam. “Herkese ihtiyacı kadar” düsturuna uyuyorlar yani, yapacak bir şey yok. Adam ülkesindeki rejime uymuş işte zamanında.

       Gecenin bir yarısı Tiran’a vardık. Devasa Skender Beg Meydanı bize kaldı. Araplar 15 milyon dolar vermişler meydanın düzenlenmesi için. Sanırım onlar da tanesi 100 dolardan binlerce çim tanesi almışlar. Ya da en kötü ihtimalle paraları kötü günler için çimlerin altına gömmüşlerdir. Çılgınlar gibi büyük opera binasının önünde boy boy resim çektirdik. Operası olan kentlerden korkmayacaksın arkadaş. Saygı duyacaksın. Neyse, saygımızı duyduk, indik çimlere. Çimlerde debelenirken Arnavut aileler geldi, fotoğraf çektirdiler bize. Ful turist görünümlü aileler. Özlem’in aklına tam o esnada şu geldi. Belçika’da sırf Türklerin gittiği bir kafeye Belçikalılar gelmiş. Kafenin sahibi de “Hasan! Oğlum turistler geldi bir bakıver” demiş. Koptuk tabii. Sıvı gibiyiz la! Yaşadığımız ülkenin şeklini alıyoruz.

     Geceye eski bir pastane arayarak devam ettik. Her şehrin klasik, entelektüellerin gittiği bir pastanesi vardır. Onu aradık Tiran’da. Bulamadık. Ama yol boyunca dünyanın bütün iyi arabalarını gördük. Neyse, sonunca bir krepçiye geldik. Balkanlar’da ve Ruslarda tatlı deyince ilk akla gelen şey olsa gelen: Palačinka. Kendilerini aşmışlar. Enfes bir dört peynirli yedim, Özlem de Malibu’lu bir krep yedi. Gecenin bir yarısı kalacak bir yer bulmamız gerektiğini fark ettik. (Vakitlice fark ettiğimiz iyi oldu tabii). Geçen Arnavutluk’a gelişimde yine aynı durumda kalıp arabada uyuduğumuz için bu sefer bu sona hazır değildim. Sempatik bir Alman otelimsi bulduk. Dikildik kapısına. Kapı açık, post makinası ortada, teyzem yelpazesini bırakmış, ama ortada kimse yok. Girdik içeri. Enfes tahta karyolalar, pembe duvarlar, tahta masalar. Tam bir Bavyera evi. Azimliyiz, burada kalacağız. Kimsecikler yok. Bütün gece kameraya el sallayarak şebeklik ettik. Bu arada “oda var mı?” diye gelenlerden 50’er avro alsaydık, bir hafta merkezdeki International’da kalırdık. Azmi elden bırakmadık. Oturduk bahçeye, bir kahkaha komasına girdik. Özlem Boğaziçi Felsefe’den mezun. Benim üniversitede kaçırdığım şenlikleri anlattı. Erkekler yurduna kızların girişini yasakladıkları gün dağcılık kulübünün kızları halatlarla erkekler yurduna çıkmış. Erkek yurdundan birisini çağırırken oda numarası ve adını aşağıdan feryat figan bağırıyorlarmış: 406 Murat ve Murat çıkıyormuş. “306 Suat” diye bağırınca da 306 no’lu odadan su dolu bir poşet aşağı uçuyormuş. Kaçırmışım eğlenceyi onca yıl. Askeri arazide iki çocuğuyla yakalanıp, ateş edilince korkudan çocukları bırakıp kaçan çingene baba ertesi gün televizyonda şöyle demiş: “Ep babalık duygusundan beya! Evde bunlardan beş tane beni bekler.” Alman otelimsinin kapısında bu ve sair şeylere kahkahalarla gülüp “sabahlar olmasın” tadında bekledik. Ayrılırken Özlem yelpazenin üzerine “We were here, but you were not” yazdı. On günlük gülmüşüzdür. Havamızı alarak başka bir otel bulduk. N’abalım beya!

       Ülke bedavadan biraz pahalı. Babalar gibi yiyip içip birkaç kuruş para veriyorsun. Türkiye’de tatil yapanın aklına şaşayım. Bir lahmacun-kola parasıyla bilet alıyorsun, hooop Övropa’da misler gibi geziyorsun.

      Son günü müzeye ayırdık. Turizm bürosundaki adam “Müze 1’de açılıyor, ama kendi kafalarına göre takılıyorlar” dedi. Bahsettiği yer de Milli Müze! Vakit geçirdik, gittik, teyze demesin mi “2 ile 5 arası kapalı”. Welcome to the jungle, anacım! Adam haklıymış. İtalyanlardan sadece dili değil, öğle tatilini de kapmışlar. Ne diyoruz, Batı’nın iyisini alalım. (Biz niye almıyoz la o zaman Batı’nın iyisini?)  Neyse, en azından Edhem Paşa Camii’ni görmüş olduk. Resmen Romanesk sütunları ve freskleri ile kendisini cami sanan bir kilise. Bunkerden bir tanesini meydana koymuşlar. Dünya gözüyle bir bunker gördük. Gidişata bakılırsa yakında bize de lazım olacak.   Ülkeye girdiğiniz andan itibaren her gök bunker. 1967-85 yılları arasında toplam 700.000 bin tane yapılmış. Merkezde bir tanesinin içine girdik. Ancak iki kişi alıyor. Savaş ne pis şey ya! Burada savaş yokken yapılmış, bir de buradan yakın

      Şehrin dört bir yanında büfeden küçük, minik kitapçılar var. Acil ihtiyaç halinde kitap alınabilecekmiş havası uyandırıyor.

     Yıllardır aradığım bir İskender Bey kitabı ve bir de “Xenophobe’s Guide to the Albanians” aldım. Her millete yapmışlar. Bize henüz yok. Sanırsam bizimkisi 50 ciltlik olacağı için henüz bitmemiş. On numara rehber olmuş. Mesela: “Arnavutlar politika konuşurken en çok bağıran ya da en büyük tehdidi savuran kazanır”. “Arnavutluk’ta Yahudiler Naziler tarafından öldürülmedi. Bisikletle trafiğe çıkarsanız, anlarsınız”. Biz bisiklete binmeden anlayıverdik mesela. Zırhla gezsen yine yok ederler seni. Savaş uçağı kullanıyorlar sanırsın. 2009’da ilk geldiğimde gecenin bir yarısı uyuklayarak otobana ters yönden girmiştim. Dönüşte mahkemeye başvurup adımı “Mucize” yaptırsam olurmuş yani.

      Şekerli Arnavut öğrencim Erisa’ya buradan selam. Bir sonraki sefere onunla gezeceğim bu güzel şehri. Kısacası bir daha gidilesi bir yer Arnavutluk. Hem şansınız varsa döndüğünüzde ülkenin yapımı da bitmiş olur J

BALKAN EXPRESS


    Tam bir Balkan “Express” oldu bizimki. Sen 5 günde 3000 bin kilometre yapabilir misin Abidin? Haydi yaptın, filinta gibi dönebilir misin? Mümkün değil, ayağını bastığın an ayak bastı kilosu olarak var olanın üzerine 1-2 kilo veriyorlar zaten. Karbonhidrat manyağı yapıyorlar seni. Biraya da boğuyorlar. Su yerine kahve veriyorlar. Dış mihraklara kapılma.

     Aklı birbirinden bir gram fazla olmayan biz üç kafadar çıktık yola. Murat sağ olsun, diziyle araba kullanıyor. Yıllar önce Bulgaristan’da kırdığı hız rekoru ile gazeteye çıkmış. Bildiğin virajlardan uçarak geçtik şehirlerden. Yolda da bolca çene. İnsanın yanında Balkan ansiklopedisi taşıması gibi bir şey.

      Bulgaristan: Benzincide dolapta kaşar ve bira satıldığı ülke. Çingene nüfusu hızla çoğalıyormuş. Yakın bir zamanda %75 ile tüm diğer halkları geçeceklermiş. Bulgarlar kıçlarını kaldırıp çocuk yapamadıkları için tabii. Slovakya’da geçen yıllardan birinde bizim dizilerden birinin izlenme enflasyonu hasebiyle o yıl doğan çocukların yarısına “Onur” adını koymuşlar. Bizde bilimde bir isim bırakamayınca ancak böyle idare ediyoruz. Bulgaristan’da her biri neredeyse 1 kilo çeken çılgın kokulu pembe domatesler varmış. Gümrüğe takılmış. Bulgar polisi kokuyu duyunca dayanamayıp istemiş. Murat da kesip vermiş, n’apsın! Bulgar polisi malum. Böbrek istese çıkarıp vereceksin. Gerçi 5 Leva’ya da kapatırsın, o başka. Sen şükret ki arabayla geçerken sen fark etmeden iç organlarını çalmıyorlar ülkede. Çalarlar vallahi de nefes alamayınca bir bakarsın, hoopp akciğerlerini çalıvermişler.

     ‘89’da gelen Türklerden bir arkadaşım vardı. Arabasını içinde kocası varken çalmışlar! Anlayamadıysanız, şöyle anlatayım. Direksiyondaki kocasını yana itip arabayı çalmışlar. Sonra yolda adamcağızı arabadan itmişler. Amanda’nın babasının anlattığı başka bir olayı da duyunca vahşetin bu Bulgarların ata sporu olduğuna karar verdim. Mafya bir adamcağızı çuvala koyup dağlara atıp bırakmış Balkanlarda mafya öldürmüyormuş. Akıllıca. Bir taraf kaçırıyor, diğeri kurtarıyor, para paylaşılıyor. İşler böyle yürüyormuş. Son yıllarda karanlıkta polis durdurursa durmama hakkı vermişler sürücülere. Çünkü hırsızlar polis kılığına girip milleti soyuyormuş. Bir keresinde bankadan para çeken bir adamı soymak için polisin de işe karıştığı bir oyunla içinde 3 yolcu, bir de şoför olan otobüsü viyadükten atmışlar! Bütün bu bilgileri Bulgaria Air tadında giden Murat’tan aldım, şimdi de size 100 Leva’ya satıyorum. (İçimde yaşayan Bulgar polisine de birkaç Leva verirsiniz artık. Alter egomla paylaşırım.). Bulgarlarda da “bokluk” kelimesi varmış. Bakın, hep Doğu’nun iyisini almışlar J

     Bir Rusperest olan Özlem, Makedonları enfes tanımlıyor: Kendi imkânlarıyla Slav olan tek halk. (Ender için “kendi imkânlarıyla Rus oldu” diyerek koparttı bizi, ki doğru.) Yunanistan Makedonya’yı tanımıyor. Niye tanısın ayol? Sen en az 7-8 yüzyıl sonra gel, adamın Makedonya dediği yere yerleş, kendi diline ve ırkına da 7-8 yüzyıl önce bulunmuş adı ver. Neden tanıyacakmış? Necati koysalarmış adlarını. Necatiski diye de bir dil adı uydursalarmış. Bak o zaman sorun oluyor muymuş.  Bu bizim Anatoli diye bir yere gelip, adını Anadolu koyup, sonra da “Biz Anadolu’luyuz” dememiz gibi bir şey. Neyse ki ırkımızın ve dilimizin adını değiştirmedik.

        Biz de Makedonya’dan gelmişiz meğer. (Yunan yok di mi civarda, gelirse söyleyin, Makedon derken volümü kısacağım).  Selanik, Serez kökenliyiz demişti babam. Koçani köyündenmişiz. Yunan toponim kitaplarında böyle bir köy çıkmayınca kıllanmıştım. O köy, Makedonya’nın güneyindeymiş. Yani tarihsel olarak Yunan Makedonya’sına, Selanik bölgesine ait olan yerde. Büyük dedeler geldiklerinde Yunanca konuşuyorlarmış. Zaten “Makedonya’dan gelmişiz” deyip hiçbir Yunan’la polemiğe giresim yok.  

     Bu arada hafta sonu dedemin de sağlam içici olduğunu öğrendim. Trakyalı adam, ne yapsın. Su mu içsin? Dünyanın ilk alkol yasağının MS. 1. yüzyılda Trak Kralı tarafından koyulması boşa değil. İskender’in neden Trakya’da beş yıl oyalandığını anlatan Ata’ya da bir kuple güldük yolda. “Nereye gidiyon be İskender?” “Aylardır buradayız beya, develer bile sarhoş oldu”. Trak adama içki yasağı koyulur mu? Balık susuz yaşar mı?

     Üsküp’e üçüncü gelişim. Gezecek bir şey bırakmamıştım zaten. Balkanları Üsküp ve Saraybosna’daki camilerden ibaret sanan muhafazakâr Türk turistler ellerini kollarını sallayıp zerre kültür edinemeden öylece gelip gidiyor. Ellerinde bir rehber, bir kitap hak getire. Minareye bakıp, köfte yiyip gidiyorlar. Belgrad’da ve Zagreb’de asla göremezsiniz, çünkü bilgilenmeye, dünya görüşünü geliştirmeye değil din turizmi yapmaya gelirler.  Sonra ülke neden gelişmiyor? Bil bakalım neden.

     Üsküp’ün dört bir yanı heykel dolu. Öyle böyle değil, devasa heykeller. Yapmasını bırak, bakması yoruyor insanı. Öyle büyükler ki, Makbule’nin İzzet’in omuzları için söylediği gibi: “Tee buradan başlıyor, bak bak bitmiyor”. AB’nin verdiği milyonlarca Avro’yu heykellere gömmüşler. Balkanlardan bir bok olmamasının sebebi, minik devletlerin minik komşularıyla girdikleri yarışta bütün parayı milliyetçiliğe ve dine yatırmaları. Titoveles köyünün Tito’sunu atmış Makedonlar. Gördüğüm kadarıyla bugün Tito’yu en çok özleyenler Bosnalılar. Tito iyiydi, Tito.

        Bir Büyük İskender heykeli var, güneşi deliyor. Yunanca konuşan, Slav ırkıyla hiçbir alakası olmayan İskender’i Makedon yapmışlar. Evet, Makedonyalı ama siz adamın milliyetinin adını hüüüplettiniz be anacım. Yunanistan’dan görülsün diye yapmışlar adeta. Bir de havaalanlarına Büyük İskender (Aleksandr Veliki) adını koymuşlar. Komşuyu üzerine halı silkerek çıldırtma yöntemi. Çok sıkıcısınız ikiniz de, Makedonlar ve Yunanlar, öpüşün barışın be. Dünyadan dini ve milliyeti çıkar, mis gibi barış kalır geriye. Bir de paraları sıfırlarsan, babacım, dünya tertemiz olur.

       Makedonya’da bir de din savaşı var tabii. Son geldiğimde yakından gördüğüm (aslında yaklaşmaya hiç gerek yok, pussuz havaalarda biraz eğilirseniz evinizin balkonundan bile görebilirsiniz o derece büyük) Vodna Dağı’na yapılan 66 metrelik Milenyum haçı yeni bir savaş başlatmış. Aşağıdaki bir köy de buna nazire olarak minareleri bundan yüksek bir camii dikmiş. Şimdi Makedon Ortodoks Kilisesi daha da yüksek haç dikecekmiş. Affferin hepinize, işte bana böyle saçma yarışlarla gelin. İlkokulda kalmadı mı bu uzunluk yarışı? Birisi söylesin her iki tarafa uzunluğun önemli olmadığını :P   

       En sevdiğim heykel Kiril ve Metodius heykeli. Sırf canları sıkıldığı ve yapacak daha iyi bir şey bulamadıkları için oturup Yunan harflerini kırıp büküp alfabe yapmışlar. Ben mi dedim size din adamı olup dünya nimetlerinden kopup sıkılın diye. Yunan asıllı, ama Slav halklarını Ortodoksluğa çağıran iki misyoner. Makedon topraklarında doğdukları için bugün Makedonlar onları da kapmış. Adamlar Yunan J Bizim Mevlana’ya sahip çıkmamız gibi bir şey yani.

      Vitrinlerde “Turski gevrek” görünce dedik ki bu Makedonlar çekirdeğe de çiğdem diyordur kesin, mısıra da darı. Bir de “simit-poğaça” nam bir şey var. Bildiğin böreği minik ekmekçikler arasına koyup yiyorlar. Karbonhidrat koması. Sadece bakarken bile şişmanlayabilirsiniz, o derece. Zaten yuvarlanarak geldik. Balkanlarda insan evladı karbonhidrattan dombili olmazsa, “sıvı ekmek”ten şişiyor. Bira sudan ucuz. Havva ile Adem işte buradan düşmüş.    

      Bir de “şişe ortağı” diye bir şey demişti Murat. Çok sevmiştim. Ama şimdi ne olduğunu unuttum. Dostluk dediğin böyle bir şey olmalı. Özlem de Karadeniz’de yapılan deli balı liköründen bahsetti. Sinoplular Romalıları bununla karşılamış. Çok bozuldu bu Karadeniz, çok. Mesela benim bir Karadenizli uşakla geçinme şansım sıfır. “Ben onu fururu”m deyince Özlem en güzelini söyledi. “Evet, ‘Yüzünden silinmesin bıçağımın yarası’ sizin şarkınız olur.”

      Bir yerden kokulara geldik. Annesinin beğenmediği her şeye “Marika’nın evi gibi kokuyor” dediğini söyledi Murat. Domuz sucuğu, salamındandır. Salamanca’da yer gök kokar. Özlem de bocuk bayramını anlattı. 40 gün beslendikten sonra kesilen domuzun kokusunu bastırsın diye kabak pişirilirmiş.  Bu çılgın Balkan halklarında yaban domuzu avı pek şenlikli geçiyormuş. Domuzu bacaklarından arabanın önüne bağlayıp post gibi sererek giriyorlarmış köye olanca şanlarıyla. Laf lafı açınca, Avrupa’ya ilk giden lale soğanlarından bir anekdot anlattı. Adam gelen beş lale soğanından üçünü yemiş, beğenmemiş J  

      Ohri’de kaldık bir gece. Neyse ki Ohri beni hatırlamıyor. İlk ve son defa gittiğimizde iyi göbek atmıştık Balkan müzisyenleriyle. Hem de cumhurbaşkanının konuğu olarak götürüldüğümüz yemekten sonra. Adamın yanında akıllı uslu taklidi yapıp sonra doğamıza dönmüştük. Osmanlı ev yapısının hala muhafaza edildiği nadir yerlerden Ohri. Zaman durmuş gibi. Ortodoks şapelleriyle yan yanalar. Yemyeşil berrak bir göl, Slavların yüzme ihtiyacı için acil çıkış kapısı. Plajlarda tuhaf bir sessizlik var. “Slav halkı dinginliği” diyor Özlem. Plaj dediğin yerde neşe olur, heyecan olur, biraz da müzik olur.  Huzur batıyorsa gelmeyin derim. Gölün bir kenarı Makedonya’da, diğer bir kenarı da Arnavutluk’ta. Luan Starova’nın kitaplarında sıkça yazdığı gibi. Hala okumadıysanız sakın gecikmeyin. Bayılacaksınız. Ohri genel olarak Makedonların, gölün kenarındaki diğer şehir olan Struga da Müslümanların geldiği şehir. “Yağmurdan Önce” filminin çekildiği St. Naum Manastırı da burada. Film de zaten bu bölgede çekilmiş. Ne baba filmdir o! Ohri’nin manastırlarını geçen sefer gezdiğimiz için bu sefer tembele bağladık. O da bende durmadı.

      Manastır’daki Atatürk Müzesi’ni görmek için bile gidilir Makedonya’ya. Üşenmeyin derim. Şöyle bir isli kuru etle buz gibi bira, sokun ayaklarınızı göle. Eğleniyor muyuz anammm?

24 Temmuz 2015

CEBİNDE FESLEĞEN TAŞIYAN ADAM


   İnsan seyahat ederken kalbinin yarısını yollarda saçarak geliyor. Parçaladık yine yollarda ruhu, toparlayamadan geldik. Barbaros’un doğduğu adadan geliyoruz. Kalabalık bir ordu ile çıkartma yaptık leziz sahillere. Adamlar hiçbir zaman olmadığı kadar seviyorlar bizi bu aralar. Hepimizi yürüyen avrolar halinde görüyorlardır kesin. Yunan adaları bizim bedenin ciğerleri oldu son yıllarda. Senede bir iki kez gidip ruh oksijeni ihtiyacımızı karşılıyoruz. Yunanistan’da tatil yapmanın güzelliği, sahilde rüya mı gerçek olduğunu anlayamadığın insanlarla tanışıyorsun. Zeus Yunan adalarını bizim TOKİ’ci canavarların ellerinden korudu. Olay budur. Dünya mirasım olm o adalar. İyi ki bizde değiller.

        Rüya görsen, bu kadar güzel olmaz ya. İşte ondan. Önce hayal köyü Molivos’a gittik. Yokuşlu sokakları, tepede olduğu halde denizin içindeymiş hissi veren kafeleri, Arnavut kaldırımı sokakları, tablo gibi rengârenk sandalların boy gösterdiği limanıyla bıraktığım gibi duruyor. Ailecek geldiğimizde masaya getirdikleri, kesmeyi unuttukları kalamar yüzünden kardeşim biraz travma geçirmişti. Kalamar her an ayaklanıp gidecek havadaydı. (Hayvanat bahçesinde görsen şaşırmazsın.) Velhasıl, 1880’de bir Osmanlı paşasının konağı olarak yapılan bina bugün enfes bir restoran: Betty’s. Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya, yarın ölecekmiş gibi ahiret için yedik vallahi. Şaraba yatırılmış ahtapotlar, sarımsaklı karidesler, içi peynir dolu kızarmış kabak çiçekleri… Bedavadan biraz ucuz. Dönerken kaybolduk. Gecenin bir yarısı yol sorduğumuz adam da sarhoş çıktı. (Gözünü sevdiğimin Yunanistan’ı, bu ülkeden ben de istiyorum). Aldığımız cevap şu oldu: “Sağcı mı, solcu mu olduğunuza göre değişir.” Adada da devreler yanmış.

      Ertesi akşam gün batımı Agiasos’un tepesinde Hz. İlyas’ın yortusu vardı. Döne döne adanın tepesine çıktık. İkonanın köye indirileceği avuç içi kadar bir kiliseye ulaştık. Bana günlerce rüya gibi bir sohbet hediye eden Antonis’in anlattığına göre Hz. İlyas denizden içeri yürümeye başlamış. “Deniz” kelimesini sora sora içerilere gitmiş ve denizi tanımayan insanlar bulana kadar devam etmiş bu yolculuğu.  Denizi ilk tanımayanlarla karşılaştığında da mabedini dikmiş. Bu yüzden İlyas’a adanan kiliseler bölgenin en yüksek yerine inşa ediliyormuş. Arştan köye indik. Tahir Hoca  “Sen hiç plajda keşiş gördün mü?” demişti. “Derin ruh deniz kenarında değil dağlarda olur”. Doğru. Ben de dağlara sıkışmış köyleri denize tercih edengillerdenim. Zamanın durduğu, Meral’in tabiriyle “80’lerin hala bitmediği” bir köy Agiasos. İnsanlar çocukluğunuzdaki gibi giyinip o edayla dolaşıyor. Köy meydanında kurulan masalara konuşlandık. Antonis’in bir akrabası geldi: Dimitris. Cebinde fesleğenle! Küçük bir öykünün içine düştük o an. Tepelerden gelen atlarla İlyas yortusu gösterileri başladı. Atların üzerine çıkıp sirtakiler yapıldı. Biz de atın üzerinde bile duramayan “bağzı” kişilerin olduğu bir ülkeden geldiğimiz için tavada yumurta gibi olmuş gibi gözlerle izledik. Çınar altında, onca masanın arasında göbek bile attık. Memlekette halaydan kaçarken Midilli halk danslarına tutulduk. Peçeteden yüzükler yapıldı, sembolik nikâhlar kıyıldı, Dimitris’in bahçesinden getirdiği bir torba armut çeyize sayıldı, o fesleğen cepten çıktı. 4000 yıllık tarife göre yapılan reçine şarabı damarlara karıştı, kahkaha olarak dışarı çıktı. Film karesi gibi bir gece hafızaya kazındı. Gecenin sonunda Dimitris’in üzerinde süslü bir eğer olan, salkım saçak torbalarla dolu motosikletine binip gitmesi ise tiyatronun son perdesi oldu.

    Tavla oynadık. Ben yendim. Türkiye’de bir erkeği yenersen replik aynıdır (bazı yüce ruhlar hariç): “Kız şansı, bildiğinden değil”. Ama bir Yunan’ı yenersen sana “muzaffer sensin” der, şapka çıkarır. Yunanca tavla terimleri artık benden sorulur. En sevdiğim uzayıp giden pullara verilen ad: “Souvla” (şiş). Fevga ve plakotho diye iki klasik Yunan oyunu da öğretti bana Antonis. Günbatımında masal anlatıcım bana hikâyeler anlattı, Meral’im de şapele bakan bir şezlongda kitabını okudu. Bir yıl hayali bile yeten anlar. Aziz Agustin’in denizi sahile açtığı deliğe dolduran çocuklu hikâyesinden başladık, Gorgona’lar ve Sirena’larla bitirdik. Alışık olmadığımız, Türklerin gramatik olarak bile kuramayacağı cümleler duyunca “Akşamları gizli gizli romantizm kursuna mı gidiyorsun?” deyiverdim. Ne yapalım, biz de öküzlerle yaşaya yaşaya bu kıvama geldik. Romantizm bünyeye zarar verir hale geldi. Bünye cevap vermiyor, güzelim.

     Ikaria’nın aradığım cennet olduğunu da Antonis’den öğrendim. En uzun ömürlü insanların yaşadığı yermiş. Antonis bir gün fırına gitmiş. Fırında in cin. Aramış taramış, ta uzakta bir yerde tavla oynayan iki ihtiyar görmüş. Fırıncıyı sormuş. Adam “fırıncı benim” demiş. Sonra da kızmış “Ne geldin ki? Ekmeğini al, parasını koy, git”. Başka bir sefer de motosikletlerini park edecek yer ararken bir adama “buraya park edebilir miyiz?” demişler. Adamcık “Edin, anahtarını da üzerinde bırakın, ihtiyacı olan kullanıp geri getirir” demiş. Bu adada ölüm yok. Darbe döneminde fikir suçlularını da adaya sürgün göndermişler. Yerli halkla tavla oynayan akademisyenler, yazarlar, politikacılar bir daha geri dönmek istememişler. Ver bize İkaria’yı üç günde beton ağlarla örelim, Araplara açalım, haşemalarla Ege’ye dalalım. (Anaaa, Word kişisi haşema’yı tanımıyor, “ ‘ha şema’ mı?” diye soruyor. He canım, he... Ha şema! Yunanistan anlamıyor bu işlerden…

      ‘Ekonomi’nin içinde Eski Yunancada ev anlamına gelen “eikos” olduğunu biliyordum da, “nomos”un da aynı kelimede gizli olduğuna dikkat etmemiştim. “Kanun” anlamındaki “nomos” bize de “namus” olarak geçen kelime. ‘Hellas’ (Yunanistan)’ın da “ışık” demek olduğunu yeni öğrendim. Hem de sahilde. Dünyanın en ballı annesinden. Maria Teyze acaba beni evlatlık alır mı ki? Temizlik de yaptırmazsa oldu bu iş. İnşaat mühendisi bir teyze bu kadar filozof olur mu ya! Kıskanıyorum ben bu halkı.

       12 yıldır Yunancanın tadını çıkarmama sebep olan hocam Niça ve bu süre boyunca bana yüzlerce, binlerce çay taşıyan Antoş’a da kocaman bir selam.  Onlarla tatil hep rüya tadında geçer. Bu tatili de ona borçluyuz. Hala her koşulda öğretmeye devam ediyor. Metro yapımı için yeri oyan o aletin adını öğretti, bayıldım: Metropontakis (Metro faresi).

        Romantizm memlekete gelene kadar. Burada şiddetli gerçekle yüz yüze kalıyorsun. Kardeşim bir arkadaşıyla telefonda konuşuyordu. Sonuna yetiştim. “Bir mayolu resmini yollasın. Yüz resmine gerek yok, kese kâğıdı takar kullanır”. Bir an önce evlenmezsem artık bir memleket meselesi haline dönüşen beni birilerine kakalama sevdası sınırlardan taşacak. Kardeşimin arkadaşı telefonda bana koca adayı bir psikiyatristi reklamlıyormuş. Tam zamanında yetişmesem başıma gelecekleri siz hayal edin. Kardeşimin ikna yöntemi: “Abla, tedavin de bedavaya gelir. Bence bir gör”. Nasıl oluyor bu evlilik olayı? Kaç tondan sonra “evet” deniyor acaba? Sizce evlilik denen müessesenin bende durma ihtimali kaç?

       Hiç akıllı bir komşumuz olmadı. (Eminim onlar da aynı şeyi düşünüyordur.) Geçen akşam alt katın delisi kardeşimi kıstırmış kapıda. “Sabah kalkıp terlik giyiyorsunuz, çok gürültü oluyor, yaygı serin eve” demiş. Kardeşim de “Teyze, biz eve zaten iki günde bir geliyoruz” deyince, “Ay, gelin tabi. Sizin eviniz. Ne zaman isterseniz gelin, kalın” demiş. Teyze artık saksıda ne yetiştiriyor bilemedik, ama her sabah tam terlikleri giyeceğiz bir gülme geliyor.

      Meral görmüş twitter’da, gece gece gülmekten öldüm. “Sezen Aksu dinlemeyi bırakınca fark ettim. Kimseye âşık değilmişim. Ayrıca sevgilim de yokmuş benim. Boşu boşuna tribe girmişim.” On gün gülerim buna ben. Merve ne başarılı özetlemiş: “Aldonza Lorenzo’ların Dulcinea del Toboso taklidi yaptığı günümüz ilişkileri…”

       Antonis bana Magos tou Oz adını koydu: Oz Büyücüsü. Yıllardır imzamı böyle atıyordum zaten: Maga de Öz. Ben de ona “masal anlatıcısı” adını koydum.

      Yeni keşfedilen minik gezegenlerin birine “Beylikdüzü” yazmaları beni yok etti. Dinlenip dinlenip gülünesi. Zaten Bulgar vizesiyle giriliyor Beylikdüzü’ne.

       Neden memlekette tatil yapmıyorum? Çünkü sahilde kimse bana masal anlatmıyor ve sahildeki çocuk korosu bana “her canlı bir gün ölümü tadacaktır” sözünü hatırlatıyor. Bildin? Haydi romantizm kursuna kaçtım ben!

5 Temmuz 2015

HUZUR İZLANDA ya da UN PEU GRAVE


      İstanbul’a geri dönüşü en zor olan şehir: İzmir. Kesin bilgi. Sanırım artık İzmirli oldum. Her dönüşümde “ulan ben İstanbul’da ne mok yiyorum” diye soruyorum, sonradan da zaten yarım olan aklım devreye giriyor ve bu şehirde yaşamaya devam ediyorum. Bu sefer de ilahiyat fakültesinde bir tez jürisi için gittim ve memlekette ne tatlı ilahiyat fakültelerinin var olduğunu gördüm. Toplamda Sanskritçe, İtalyanca, İngilizce ve Arapça bilen 2 hoca ile girdiğim jüride bolca eğlendim. (Bizim jürilerde insan sıkıntıdan ölür. Cenazesini kaldırmaya kimse korkudan gelemez, o derece.  İlahiyatta renk varmış.) İlahiyat deyince bir zahmet dünya dinlerini anlayın lütfen.
       İlker Hoca da hem anne hem baba tarafından Karadenizli olunca malum Karadeniz insanının ciğerini biliyor. Bunun üzerine tatlı bir Karadenizli davranış şekli üzerine şahit olduğumuz manzaralar zincirini saydık. Bir açık, bir demli çay isteyince garsonun dönüp “hangisi açık, hangisi demli?” dediği, ya da iki ayrı masadan kola sipariş edilince garsonun kolaları kapıp gelince “hangi kola kimindi yaw?” demesi gibi bir tepki gösterdiği tek coğrafya Karadeniz olmalı. Karadenizli bir grup asker anılarını anlatıyormuş. Sonunda en trajik bölüme gelmişler. Teröristler kaçırıp “sizi ya öldüreceğiz, ya da size tecavüz edeceğiz” dedikleri zaman halk heyecanla  sormuş: “Eeee???” Bizimçülerden cevap: “Hepimizi öldürdüler” .
      Necla Teyze Volkan Konak’tan nakletti. Bir arkadaşı bulmaca çözüyormuş. “Temel içeceğimiz”. Cevap da iki kutucukta. Adam üç kutucuğa “çay”ı sığdırmış! (Ben de olsam aynısını yaparım.) Başka bir arkadaşına da sormuşlar “güneş nereden batıyor?” diye. El-Cevap: “Bazen buradan, bazen şuradan, bazen de oradan”. Bir de Asos’lu rehberleri varmış Hande’lerin. “Güneş nereden doğuyor?” diye sormuşlar. “Buradan” demiş. “Peki nerden batıyor?” deyince biraz düşünüp: “Yine buradan” demiş. Arkadaş,  nedir bizim bu coğrafyayla derdimiz ya! Sarkıt dikitleri bırakıp biraz memleket coğrafyası, biraz dünya atlası filan diyorum yani…
       Sabah Kordon’da kahvaltı yaparken Bekir Hoca çizdiği Türk kadın tipi manzaralarıyla bizi yıktı. Ailenin kadınları kendilerine mantar partisi vermeye karar vermişler.  Mantar toplamaya çıkıp, topladıklarını da bir güzel ormanda mangalda pişirmişler.  Gece 10-11 gibi telefonlaşmalar başlamış “ay be fena oldum, sen de oldun mu?” diyerek. Sonunda anneyi de hastaneye kaldırmışlar. Hastanede, canı burnunda bir halde, zor nefes bile alırken kurduğu cümle Türk kadınının özetidir: “Durun, bir iyileşeyim size içli köfte yapacağım.” Hep demişimdir, daha masadan kalkmadan başka bir yemekten heyecanla bahseden tek insan tipidir bizim millet. Daha da iyisi, hocanın doksan küsür yaşındaki büyünannesinin evde bir gençlik fotoğrafının bulunması ve teyzenin o resmi görmesi üzerine verdiği tepki: “Çabuk yırtın onu, hiç güzel çıkmamışım!” Bu ülkedeki renk hiçbir yerde yok. Huzur İzlan’da olabilir ama, neşe ve eğlence burada anacımmm.
       Beşer şaşar, ama Başar şaşmaz. Ne de olsa yirmi yıldır tanıyor beni. Dün kendisine başımdan geçen saçma bir olayı anlatıp “ben şimdi bunu anladım, dersimi aldım, ama aynı hatayı yine yaparım ben, değil mi Başar deyince?” bana olanca sakinliğiyle: “Kısa bir soru sorabilir miyim? Ama çok özelse cevap verme. Sen manyak mısın, Özlem?!”… Bazı şeyler yirmi yıl içinde bile zor anlaşılıyor görüldüğü üzere. Kendisi bugün yıllar önce Boğaziçi’nde erkekler tuvaletinde gördüğü, genel olarak erkekleri anlatan bir tuvalet kapısı yazısını söyledi: “Men get and forget; women give and forgive.”
       Kardeşim Hollanda-Belçika-Çekistan fethinden döndü. Prag havaalanında öğrencilerin koli koli taşındığını görüp “dil öğrenmeye gelmemişlerdir herhalde” dedi. Dogri. Bir insan durup dururken neden akın akın Çekce öğrensin. Zaten öğrenebitesi yok. Hepsi Erasmus öğrencisi, belli. En favori şehir. Neden? Akademik üstünlük değil herhalde. Olay begayet dünyevi. Dünyanın en ucuz birası orada da ondan. Barda  0.5 litresi 3 lira . Konu Erasmus olunca şöyle bir diyalog gelişti aramızda.
-Benim zamanımda Erasmus yoktu.
-Abla, Erasmus’un kendisi senin zamanından zaten. Kaçıncı yüzyıldı o yaw?
     Dövmüyorum, yarına saklıyorum.
       Antonio Banderas’ı getirsen beğenmez Hande. (Brad Pitt, demiyorum, çünkü hiç tipim değil: Yakışıklılıkta referans noktam Antonio ve Stefano (Accorsi)  Nabayımmmm?) Hande ile geçen ve benim yine yılarak jübile yaptığım bir diyalog.
-Ak mı düşmüş adamın saçlarına?
-Adam değil o, bizle yaşıt.
-Olsun, ak düşmüş.
-Olabilir. 2-3 tel, hepi topu.
-Boyu da elindeki kontrbastan daha kısa .
-Kontrbas değil o, viola da gamba.
-Olsun, kısa.
     Amerika’dan gelen bir grup hocaya Akdeniz tarihi anlattım. Tatlı, ballı, lokumlu bir grup. Doktorasını Viyana’da yapan bir müzik doçenti bir kitapta “türkü bar” görmüş,  ona eşlik etmemi rica etti. Kendisine bu fikrini unutturamayınca çaresiz bir akşam düştük türkü bar yollarına. Biri görse, açıklayamazsın. Taksim’in izbe türkü barlarının birine girdik. Ramazan ramazan, in cin. Barda bir sen, bir ben, bir de bebek. Neyse, korkulacak bir şey yokmuş. 5-6 parça dinledik. Cem Karaca’dan “İşçisin sen işçi kal” la kapanış yapıldı, kazaya mahal bırakılmadı. Gazamız mübarek oldu. Konsepti Bob Dylan çalan piyano barlarına benzetti. (Olayı hayli upgrade etti yani). Sonra Shanon kaldığı yerden devam etti hayatına: Un peu grave…
     Tuhaf bir şey oldu. Shanon üç adet Cizvit okulunda okumuş. Bana Cizvitlerin kurucusu Loyola’nın hangi kitapları okuduğu üzerine tartışma olduğunu söyledi. Ben de yılar önce Belçika’dan aldığım 1812 basımı, altın yaldız kaplama çılgın bir Loyola biyografisi çıkardım. Öylesine bir sayfa açtık: Loyola’nın o kitapları okurken yapılmış bir gravürü çıktı karşımıza! Bir an donup kaldık. (Bunun üzerine Cizvit olmadım, korkmayın).
       Coğrafya bazen çok zalim oluyor.
       En sevdiğim Yunan atasözü: “Pote min les pote”: Asla “asla” deme.

       Başlık mı? Nükhet Hoca duymuş. Kendimi buldum anacımmm… 

21 Haziran 2015

BEN OLAYA MAKRO BAKIYORUM ABİ!


      Ohh, eğleniyor muyuz anam? Bir de bana sorun.  Kösem’in biyografisini yazarken oturduğum yerde 50 yıl yaşlandım.  Kan, revan, ihanet, Bizans oyunları ile dolu yarım asrın tarihi. Naima’nın tatlı bir küfrüne de pek güldüm bu arada: “Karpuz kiyafetli pezevenk”. Hırvat kaynaklarından çıkan Deli Mustafa’nın aktivitelerine de bayılacaksınız.  Halk içinde burnunu karıştırmaktan, kılıçla milletin elbiselerine daireler çizmeye kadar tatlı kaçık bir hali varmış atamızın. Pek renkli bir kitap geliyor anlayacağınız.
      Bu sene festa della repubblica’mız bol atraksiyonlu geçti. İtalyan konsolosluğunun devasa bahçesinde bu sene mozzarella yapımı bile vardı. Hande’nin çok işi olduğu içi ben Maurizio ile gezdim. Herkese de “kumam” diye tanıştırdı. Bu şenlikli anlardan birinde eski bir İtalyan sevgilimi gördüm. (Eski derken, daha 2 yıl bile geçmedi üzerinden) Tam bizimkilerle tanıştıracağım, delikanlının adını hatırlayamadım! Resmen unutmuşum. 1-2 saat sonra hatırladım nihayet. Meral’e durumu anlattım. “A, Bruno’yu mu? Bana sorsaydın ben söylerdim”, dedi.  Ben neden bu kadar mutluyum sanıyorsunuz? Eskiyenleri kafamdan anında sildiğim için.
      Emine (Çaykara) ile Halil İnalcık Hoca’mızın yanındaydık.  Bize evinin yanındaki apartmanda lojman ayırdı, gece gündüz yanı başında olmanın tadını çıkardık. Üç koca gün! Onun yediği yemekleri ben yedim, akşamına midem iflas etti. 41 değil 1001 kere maşallah! Hepimizden sağlıklı, hepimizden neşeli. Yedik, içtik, kahkahalarla güldük. Bizi 98 yıllık bir hayatın en gizli yerlerinde dolaştırdı, kahkahalara boğdu. Hoca Çin yemeğini çok seviyor. Bize ziyafetler çekti. Artık evden çıkamıyor. Geçen senelerde Çin lokantasına götürdüğü günlerden birinde yemek sonrasında kızarmış minik yufkacıklar içine kâğıttan niyet koymuşlardı. Biz hoca ile garsonu duyduk, Emine kuşum duymamış. Kâğıdıyla birlikte niyetini de yemiş. Yemek söylerken onu da hatırlayıp kahkahayla gülen hocayı Emine en lezizinden kaydetti.
     Halil Hoca hep söyler. “Tagore’un aşk tanımı her şeyi özetler: Kaçarsan, kovalanırsın, aşk olur.” Mesela bu bana göre değil. Bence hayat kaçıp kovalamakla uğraşamayacak kadar kısa. Hocanın bu sefer bize yaptığı aşk özetine ise itirazım yok:  “Aşk, bütün kâinatı canlı tutan prensip”. Bu kadar da net!
      Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili Edebiyatı mezunları Kennedy Lodge’de çatlak hocamız Oya Başak için toplandı. Malum bizim bölüm safi kızdı. Bir gün işletme bölümünden bir delikanlı bizim bölüme geçince şaşırıp sorduk “ne iş?” diye. “Sizin bölümde çok güzel kızlar var, bizimkisi çok sıkıcı” dedi. Türk erkeklerinin akademi anlayışını o gün anlamış olduk, takdir ettik. Oya Hoca dersten ziyade anılarını anlatarak bize eğlenceli hayat dersleri verirdi. Ben o zamanlar kızardım bir lokum öğretmiyor diye. Yıllar geçtikten sonra bir baktım ki aklımda sadece onun anlattığı fıkralar kalmış. Murat (Ertel) de bizden mezun olan nadir erkek popülasyonundan. O da gelmiş. Pek sevinip eski günlerde dolaşıp  güldük. Onun hatıralarından biri pek şenlendirdi bizi. Oya Başak bir gün Madam Bovary’nin film afişini görüp heyecanla sınıfa “Çok güzel film geldi, mutlaka gidin” diyerek ateşli bir reklam yapmış. Ertesi gün kahkaha koması içinde “Ayy, porno filmmiş o!”  diyerek durumu düzeltmiş.  Sevgili okur hatırlar, “Erkekte 2 M olması gerekir: Mizah ve merhamet” diyen Oya Hoca’dır.
      Murat’la 15 yıl önce planlayıp bir türlü yazamadığım kitaba yeniden el attık. Zen oldu Baba Zula. Ben de ölmeden önce artık başlayalım şu işe dedim. Bana yeni çıkan plaklarını imzaladı: 34 Oto Sanayi. (Plak özleyenler kaçırmasın). Kapağında da kırmızı bir Ford Futura! 17 milyonluk İstanbul’da beni bulan şeylerden biri. 20 yıl önceye gittim arabaya binip: Boğaziçi çıkışı otobüsün gelmediği ve otostop çektiğimiz bir gün. Bir İrlandalı arkadaşın deyimiyle ‘50lerin radyolarına benzeyen” kırmızı bir araba duruyor. Biniyorum. Zaman makinasına binmek gibi bir şey. Woody Allen’ın “Kugelmass Episode” hikâyesindeki kutu sanki! İçeride plaktan kasede çekilmiş bir Erkin Koray albümü çalıyor. Ben de pek hayranları olduğum Zen’in beyni Murat Ertel’i direksiyonda görününce pek sevinip konuşa konuşa geliyorum. Yıllar sonra da o arabayı albümün kapağında görünce pek tatlı oluyor tabii! Velhasıl başladık çalışmaya. Baba Zula’nın stüdyosu tahmininiz üzere bir müze tadında. İstanbul’da gördüğüm en ruhuma hitap eden mekân desem abartmam. Çok çılgın hayat hikâyeleri ile başlıyoruz. Bizle kalın derim.
      Başıma çılgın işler gelmeye devam ediyor. Çılgın bir başkonsolos amca beni yemeğe davet etti. Tam 7 saat sohbet etmişiz. Birkaç gün sonra yeniden buluştuk. Dünyanın en korkunç mekânı olan Şamdan’da buluşmamızın sebebi de ihtiyarın evine yakın olması. Neyse, biz yine amcayla saatlerce konuşmuşuz. Mekân bomboş. Saatler geçmiş. Gecenin 12’sinde kapıdan içeri heybetli bir figür giriyor. İlber Hoca! Hayko ile canlı yayından çıkıp bir şeyler içmeye gelmişler. Gecenin o saatinde, o korkunç mekânda o amcayla orada ne aradığımı anlatmaya çalışmadım tabii. Hayko başkonsolos amcaya soruyor, “şu meseleyle ilgileniyor musunuz?” Amcadan cevap “Ben sadece senyorita ile ilgileniyorum”.  İlber Hoca da gülümsüyor bıyık altından. Hah, şimdi bakalım bu hikâye dönüp dolaşıp bana nasıl gelecek. Ancak beni bulan tesadüfler zincirine şişko bir halka.
       Serdar yine albüm yapmış. Şarkı sözleri yine dokunmadan gülmekten öldürenler listesinde yerini aldı. Şarkılar zaten aynı. Serdar’ın savunmasını pek beğendik: “Ne yapalım, toplam 8 nota var”. Sizin için seçtiğim nadide sözlerden biri: “Dışında iri kıyım, içinde kibar uyum, nedense beni buluyor/Peşinde adım adım, dolaştım bulamadım, güzellik neye yarıyor”. Sanatçı burada ne demek istemiş, çözülemedi. Şuna ne dersiniz? “Aramızda bir sürü düşman var, nankör var ve bakan kör var”. Anlamı boş verin, zengin kafiyenin tadını çıkarın. Yine de favorim şu mısralar: “Beni çok kısa zannediyorlar, yerin altında bir o kadarım.” Neyse, tüyoyu aldım. Soran olursa boyum 3.20 J
        Başlık Örsan’ın bindiği bir taksinin ateist şoföründen. Dünya tatlı tatlı değişiyor tabii. Adam, “Karımla kavga ettim, ama takmıyorum. Ben olaya makro bakıyorum, abi” demiş. Bu kafadan ben de istiyorum. Örsan’ın her yıl Asos’ta düzenlediği felsefe günlerinin bu seneki konusu “ataraksia”: dinginlik. O meşhur sakinleştirici Atarax da buradan geliyor. 3 gün boyunca felsefe şöleni, müzik, Antikite’ye dönüş, şarap, yıldız izleme seansları… Baştan çıkarıcı bir şölen. Bence siz de kaçırmayın. Bende bu enerji varken ben o ataraksia şölenini gidip dağıtmaz mıyım? Dinginlik mi? O da ne!
      Gecenin ilerleyen saatlerinde etimolojiye girip Övgü’yü dokunmadan öldürdük. Pandora: Pan-dora. “Bütün hediyeler/hüner” demek Yunanca. Pondora doğduğunda tüm tanrılar ona bir hüner bahşederler. “Tanrı vergisi”  buradan geliyor. Tanrıların bahşettiği hünerler. Pandora’da hepsi toplanır.  Gerçekten de insan Yunanca öğrenince dış dünyayı çözüyor. Kelimelerin içinde hayat gizli. Bu arada da “My Big Fat Greek” filmini anmadan edemedik tabii. Amerika’da yaşayan bir Yunan ailenin Yunan kültürüne ve diline hastalıklı şekilde sahip çıkan babası, kızlarına hayatta her şeyin Yunancadan geldiği anlatır. Araknofobia örneği ile girer. (Örümcek korkusu. Ata Demirer de buradan almıştır kesin). Arabada giderlerken kız pislik olsun diye “Kimono”yu sorar. Malumunuz, bal gibi bir Japonca kelimedir.  Amca bir taraftan sürer, bir taraftan da enfes Yunan İngilizcesi ile hayatta hiç unutamayacağım o repliği sunar: “Kimono  “kış” demek olan Ximonas’tan gelir. Kışın ısınmak için kimono giyersin. There you go!” Muhteşem bir film. Üşenmeyip leziz repliklerinden bir demek sunmuşlar size. Yunan ruhun anlatan şu vecizeleri paylaşmazsam olmaz.  

Maria Portokalos: Toula, on my wedding night, my mother, she said to me, "Greek women, we may be lambs in the kitchen, but we are tigers in the bedroom."
Toula Portokalos: Eww. Please let that be the end of your speech.”

Gus Portokalos: There are two kinds of people - Greeks, and everyone else who wish they was Greek.”

Toula Portokalos: There are three things that every Greek woman must do in life: marry Greek boys, make Greek babies, and feed everyone.”

Maria Portokalos: Ian, are you hungry?
Ian Miller: Uh no, I already ate.
Maria Portokalos: Okay, I make you something”

 
     

     Halil Hoca beni Claudette Colbert’e benzetiyor. Oysa ben şu an kafamda mandallarla Tarlabaşı’nda, ya da daha iyi bir ihtimalle Napoli’nin tepesindeki  Montesacro’daki evler arasında asılı bir ip üzerindeki kazağa benziyorum. Yine Serdar’dan derin anlamlı bir vecize ile kapatıyoruz programımızı:  “Beni böyle tanıma, arada gel yanıma”.