24 Ocak 2016

I KNOW WHAT IT IS TO BE YOUNG, BUT YOU DON’T KNOW WHAT IT IS TO BE İFFET’S DAUGHTER ya da KALBİMİN SAATİ KAÇ?


     Bildiğin bir nevi tinerci olduk. Evde ayağımızın altında tanımlanamayan ıslak bir nesne varsa artık telaşa kapılmıyoruz, biliyoruz ki o annemin mayın gibi döşediği çamaşır suyuna bulanmış bezlerden biri. Evde sürekli high geziyoruz, anacım. Banyo da bir nevi Darüssaadet (saadet kapısı) oldu. Hepimiz Michael Jackson gibi açıldık. Bembeyaz, pırıl pırıl dolaşıyoruz. Bütün süperlative’leri üzerimizde taşıyoruz adeta. Yalan Dünya’daki Rıza’nın annesinin çamaşır suyu iptilasına kapıldı annem zannımca. Temizlikten anladığı tozları az görünen yerlere sıvamaktan ibaret bir evlat için birkaç boy büyük bu anne. İsterseniz gelin, paylaşalım. Burası bana boy.

       Arab Idol izlemekten ve dinlemekten Arap olmuş olabilirim. Siz kaçıp kendinizi kurtarın, ben bozuldum. Yakında saç filan ektirip Taksim’e çıkabilirim. Garantisi yok. Hatta Hüseyin Al-Cesmi gibi dizi dizi, altlı üstlü bembeyaz dişler yaptırıp kendimi sahnelere atabilirim.  Yakın bir gelecekte düzelmezsem o korkunç pırıltılı kadife elbiselerden giyip Taksim’in ara sokaklarında nargile filan içerim.  

        Yeni kitabın büyük kısmını bitirdim. Nurbanu ve Safiye’nin toplu biyografisini yazıyorum. O biçim eğleniyorum. Tek kişilik dev kadroyum. Bu hatunlarının mektuplarının peşinden Venedik’e gideceğim Şubat başı. Devlet arşivine. Venedik kışın sıkıntıdan ölmek için güzel bir yerdir. Geceleri bir hayalet şehre dönüşür. Daha ziyade büyük bir geriatri koğuşuna. Başka bir deyişle “God’s waiting room” durumu. Sondan bir önceki gidişimde Venedik’te yaşayan bir arkadaş bize Venedik’in diğer yüzünü göstermişti. Köprüler ve bir mağaradaki zencinin kahvesinden daha da karanlık sokaklardan geçip devasa bir kapıyı çalmıştık. Kapı Alice in Wonderland kıvamında açılmış ve içeride film seti tadında bir partinin ortasına düşmüştük. Koca bir Venedik sarayının genç sahipleri büyük ihtimalle kentte mevcut olan tüm gençleri toplamış parti veriyordu. (Gündüz sokaktaki yaş ortalaması 236 olduğu için bunların hangi tenhada saklandığını bilememiştik.) Üst katta hulahop denemeleri vardı. Salon bitkisinden hallice olan iki Alman kadın umutsuzca yeteneksizliklerini test ediyorlardı. Onlara bu işin nasıl yapılacağını gösterirken yanlışlıkla gecenin yıldızı oluvermiş,  bir sürü de alkış koparmıştım. (Tahmin ettiğiniz gibi ahali gece içip eğlenirken, ben gecenin kalan kısmını kalasgillerden hatunlara hulahop çevirmeyi öğrenerek geçirmiştim.)

         Bir Noel geleneği olarak pandoro yedik. Elimden geldiğince aksakallıya ufak tefek notlar iletmeye çalıştım. Seneye kendisine kıl olduğum eski ecnebi sevgililerimden birisini Noel baba kılığına sokup Fatih’te bırakmak istiyorum. Halk icabına sevgiyle bakacaktır. Bir de Massimo’nun Noel ağacına bir mektup bırakayım dedim:

       Sevgili Noel Baba;

     Bu sefer de postu deldirmeden bize ayrılan bir yılın sonuna gelmiş bulunmaktayız. Bence topuklarımızı deldirmeden bu günleri görmek de kendi başına fena kariyer sayılmaz, di mi?  Bacadan geleceksen, elin değmişken oraları da bir temizle. Netekim koskoca bir yıldır eve uğramıyorum. Elinde bayandan temiz bir Saad Lamjarred varsa getir. Hatta klonla, evi onunla doldurayım. Fazla gelenleri bizim kızlara veririm. Canım Noel Baba, memlekette 3 milyon Arap var, bir Saad gelmedi. Ben sana işleri kolaylaştırmak için küçük bir hesap yaptım. Dünyadaki Arap nüfusunun şu anda sadece 419 milyonu henüz bizim ülkede yaşamaya başlamadı. Onlar da gelince işimiz garanti olacak. Yoksa benim küçük birikimim var. Al bu yarısı, diğer yarısı da iş bitince. Ha, bir de, biz söyleyemiyoruz da: sen babama kot pantolonların tam ortasına çizgi gelecek şekilde ütülememesini söylersen be canım… Takdir edersin ki bu seneden fazla bir beklentim yok. Süphaneke, dininize amin…

     Bursa’dan konferanstan dönüyorum. Canımın için Yusuf Hoca’yı kısa da olsa gördüm. Çocukluğunun geçtiği Eftini Gölü’nü anlattı. 1960’larda kurutmuşlar gölü. Bir roman okur gibi dinledim dedesinin 100 kilo ağırlığında bir yayın balığı yakalayıp caminin avlusunda kesip sattığını. Bal kabağından yapılan börekleri, renk renk balıkları, göl hayatını… Dünya tatlısıdır Yusuf Hoca. Hocanın da bir nehir söyleşisini yapacağım, onayı aldım.

       Oradan hooop Mudanya. Mudanya İtalyanca “montagna”dan (dağ) geliyor olmalı. Nedeni gayet basit. Gerçi tüm dağları oyup ev dikmişler. Zeytinleri kesmekle yetinmemiş dağları bütün bütün yemişler. Yakında Yunan’dan zeytin ithal ederiz. Canımın içi Özden ve Ferit’le iki leziz gün geçirdik, kahkaha komalarına kaldığımız yerden devam ettik. Ferit’i Athena’dan tanırsınız. Athena’nın sert yıllarından. Sonra da İllegal Süttozu ve AF’tan. Yeryüzünde eşi benzeri olmayan eğlenceli adamlardandır Ferit. Özden de bir çeşit yetenek küpüdür. En son Beylerbeyi’nde bol votka eşliğinde bize masadaki tepsi içinde bir parmak tiyatrosu yapmıştı. O gün gülmekten ruhumuzu teslim etmediysek bu gezegende bize bir şeycik olmaz demektir. Bu sefer de yerle yeksan etti bizi. “Sıkıcı Özlem yoktur, az votka vardır” gereğince bol bol içip gece boyunca seyrettirdiğim Saad Lamjarred kliplerine katlandılar. “Sen bir Saad’e bak bakalım” diyerek nefes aldılar zaman zaman. Bir Manu Chao şarkısı gibiydik. “¿Qué hora son mi corazón? (Kalbimin saati kaç?) Soruyorum, kalbimin Saad’i kaç? “Nicaragua’da saat kaç?” diyen bir hotel resepsiyonu saat cümbüşü tadındaki o Manu  şarkısını hatırladınız mı? (Özden çözdü, ben “büyük gülen” adamları beğeniyormuşum. Demek istediği sanırım gülerken dudakları bir kulaktan diğerine uzanan erkekler. İsabetli bir yaklaşım.) En sevdiğim Burhan Altıntop repliğidir. Misafirden sıkılınca  salondaki dört-beş saatten en duruma hizmet edene bakıp esneyerek “Neyyyğğğ! Tokyo’da saat 4 mü olmuş ki!” deyip misafir kovalar. Saad izlemekten bayılan Ferit ve Özden’e “neyy, Rabat’ta saat 4 olmuş!” diyerek beni kovmadıkları için moteşekkirem. (Farsçaya başladım da çaktırmadan. Sakın kimseye söylemeyin, sürpriz yapacağım.)

     Özden’den kaçamamış haber, İsviçre’de Noel’de kedi yiyen 200.000 kişi olduğu söyleniyormuş. Hem de ev kedilerini! Nüfusa bakınca geriye yemeyen bir sen, bir ben, bir de bebek. Mecliste yeterince imza toplanamadığı için buna önlem alınamamış. Medeniyet dediğin 32 kalmış canavar. Huzurdan canı sıkılıyor tabii abilerin. Kıtlık günlerinden kalma bir gelenekmiş. Biz de kıtlık günlerinden kalma gelenekleri geri getirsek Mekke savunmasında olduğu gibi besili çekirge yeriz. (Yarasa büyüklüğünde). Hırvatistan’ın Slavonia bölgesinde de dormouse (yedi uyur) denen bir çeşit fare yeniyor. Biz bile normal kaldık şu âlemde, bir de buradan bak olaya.

       Bulgaristan’ı yıkıp geçen çılgın bir Türk var: Azis. Özden kliplerini gösterirken “Lady Gaga ne ki?” dedi. Gani gani haklı. Yok böyle bir tarz. Adamın herhangi bir klibini bizim ülke şartlarında çeyrek dakika kesintisiz göstermek namümkün. Safi sansür. Walakin pek bir eğlenceli. Bursa konserlerine bir göz attık ki, yıkıp geçmiş ortalığı. Biraz edepli versiyonuyla çıkmış tabii sahneye. Size biraz eğlenmeniz için “San Trope” klibini tavsiye ediyorum. Eğlence garantili.

     Bu sayı Çağlar’a gitsin. O da olmasa yazacağım yok.

    Ps. Noel Baba, pişttt, Saad’ı unutma. Bir yamuk olmasın.